Ana SayfaYazarlarRomen Diyojen’in Malazgirt seferi

Romen Diyojen’in Malazgirt seferi

 

Önceki yazıda, daha çok İslâm kaynakları ışığında, Malazgirt savaşına katılan Sultan Alparslan’ın ordusu ile Romen Diyojen’in ordusuna ilişkin daha çok sayısal bilgileri paylaşmıştık. Fakat âşikâr ki burada pek çok kaynak birbirini tekrarlamakta; faraza birisi 300,000 dediyse başkaları da hiç sorgulamaksızın bunu alıp aynen koymaktadır. Ortaçağda bir ordunun aşağı yukarı ne kadar olabileceğini, ya da Bizans ordusunun nasıl ve ne şekilde abartıldığını anlamak açısından, Halil Berktay’ın ilki 15 Aralık 2018’de yayınlanan ve “Bir milyon İlkçağ ve Ortaçağ’da ne anlama gelir?” diye başlayan üç Serbestiyet makalesine bakmanızı öneririm. İslâm kaynakları arasından Bizans ordusunu 50 bin rakamı ile en düşük gösteren yazar, Kerîmmüddin Mahmut’tur (ö.1324). Kanımca 50 bin bile abartılı bir rakamdır.  Öte yandan, Malazgirt savaşından ilk söz eden İbn’ül Ezrak’ın (1116-1177) Tarih-ü Meyyafarıkin ve Amid (Meyyafarkin ve Amed Tarihi) adlı eserinin de savaştan neredeyse yüz yıl sonra yazıldığını göz önünde bulundurmak durumundayız.

 

Batılı kaynaklar açısından durum tamamen farklıdır diyebiliriz. Örneğin Mikhael Attaleiattes’in Tarih’i, Romen Diyojen ve Malazgirt hakkında birinci derecede bir kaynak niteliğindedir. Attaleiattes 1030-1060 yılları arasında Konstantinopolis’in kamusal hayatında önemli roller üstlenir. Romen Diyojen henüz imparator olmadan, bir Ermeninin ihbarı üzerine dönemin Roma imparatoruna karşı bir darbe hazırlığı içinde olduğu iddiasıyla tutuklanır.   Roma Senatosu’ndaki yargılamaya Attaleiattes de yargıç olarak katılır.  Daha sonra Attaleiattes, Malazgirt seferi ve muharebesinde yargıç ve danışman sıfatıyla Diyojen’e eşlik eder.

 

Attaleiattes,  Romen Diyojen’in imparator olduktan sonra 1068-1071 yılları arasında doğuya yaptığı üç seferi Tarih adlı eserinde detaylarıyla anlatır. Attaleiattes,  Kapadokya’nın soylu bir ailesinden gelen Romen Diyojen’in kişiliği, davranışları, kahramanlığı; boyu, posu, hattâ göz rengine kadar hemen her özelliğine değinmektedir.[1]

 

Diyojen’in Roma tahtına oturması ve dış saldırılara hedef olan sınırlar

 

Roma yönetimine karşı bir darbe organize etmekle suçlanan Diyojen, önce bir adaya sürgün edilip daha sonra Senato tarafından affedilince, memleketi Kapadokya’ya döner. Mayıs 1067’de Roma imparatoru Konstantinos Dukas (hd 1059-67) vefat edince, iktidar küçük yaştaki oğulları Mikhail, Andronikos ve Konstantinos adına eşi Eudokia’nın elinde kalır. Bir müddet sonra İmparatoriçe Eudokia tarafından Konstantinopolis’e geri çağrılan Diyojen,  önce ordu başkomutanlığına atanır (Attaleiattes:179-180). Akabinde Eudokia’nın, Kapadokya asilzadelerinden olup daha önce Tuna eyaleti valiliği görevinde de bulunmuş olan Diyojen ile resmen evlenmesi, Romen Diyojen’in 1 Ocak 1068’de resmen imparatorluk tahtına oturmasını sağlar.

 

Bu arada Roma İmparatorluğu’nun doğu sınırları, 10. yüzyıldan itibaren doğudan gelen saldırılar altındadır. Peşpeşe gelen saldırılardan ötürü ordu bazen Malatya, bazen Kayseri ve bazen Kilikya’ya kadar geri çekilmek durumunda kalır.  Roma sınırlarına yönelik tecavüzler çoğunlukla cezasız kalmakta; bu durum saldırganları daha çok cesaretlendirmektedir.  İmparatorluk 1067-68’de Antakya valisinin komutasında gençlerden bir ordu kurarak bu saldırıları püskürtmek ister; ancak savaş deneyimi olmayan, at dahi süremeyen ve gerekli silâhlardan yoksun olan bu ordu, birkaç zorlu deneyimden sonra kendi sınırlarına dönmek zorunda kalır (Attaleiattes:175).

 

11. yüzyıl başlarında, Bizans ile Selçuklular arasında âdetâ bir tampon bölge oluşturan Mervaniler, güçlü oldukları dönemde Roma sınırlarının saldırılardan korunmasına ve Bizans ile doğrudan savaşmamaya özel bir önem verirdi. Ancak Mervani güçleri ve müttefiklerinin 1030-31’den Edesse’den (Urfa) ayrılmak durumunda kalması ve kentin Bizanslılara geçmesi üzerine, Mervani emiri Nasırdevle (Nasır ud Dewle), Roma İmparatoru III. Romanos Argyros’u (hd 1028-1034), Urfa’dan vazgeçmemesi durumunda Müslümanlardan yeni yeni saldırılarla karşılaşacağı öngörüsüyle tehdit etti. Bunun üzerine imparator, şehrin yeniden Numeyri Bedevilerin eline geçmemesi şartıyla, Diyarbekir emirine geri verilebileceğini söyledi (Ripper:187). Urfa konusundaki ihtilaf 1038’de sona erince, Mervaniler yeniden Bizans sınırında barışı tesis etme çabasına girdi. 1047-48’de, Suriyeli, Ras el-Eyn (Serê Kaniyê)  kökenli el-Efsar et-Tağaullahi adında biri, cihada önderlik adı altında Anadolu’ya yağma seferlerine çıktı. Cihat coşkusuna ganimetin bolluğu da eklenince, Efsar et- Tağaullahi’ye katılanların sayısı her gün giderek arttı. Efsar et-Tağaullahi’nin Mervani ve Numeyri sınırından Bizans’a akınlar düzenlemesine karşı, İmparator Nasırdevle’ye şikâyette bulundu. Nasırdevle, Bedevilere bu çetenin yakalanması emrini verdi. Efsar et-Tağaullahi yakalanarak Diyarbakır’a getirildi ve Mervani Beyi onu hapse attı. Aynı dönemde Mervani Beyi, Bizans’ın başına belâ olan bir Norman Hıristiyan çetesini de dağıtarak lideri Hervevios  Frankopulos’u esir almıştı (Ripper:193-195).

 

Romen Diyojen imparator olduğu sırada Roma ordusundaki çürüme artık had safhaya ulaşmıştı.  Kilikya ve Suriye’den Bizans topraklarına yönelik akınların önü alınamaz duruma gelmişti. O efsane Roma ordusunun büyüsü bozulmuş, disiplini kalmamıştı; ordu mensuplarının büyük çoğunluğu yabancı asıllı ücretli askerlerden meydana geliyordu. Romen Diyojen’in seleflerinden en son IX. Monomachos (hd 1042-1053) düşmanla sıcak çatışmaya girmiş, ancak ondan sonrakiler savaşa katılmamıştı. 

 

Bizzat Romen Diyojen’e göre, düşmanın güçlenmesi ve Roma’nın bu hale düşmesinde, yöneticilerin yetersizliği ve pintiliğinin önemli bir payı vardı. Devlet rasyonel bir şekilde yönetilmiyordu. Önce sınırlar üzerindeki tehdit ortadan kaldırılarak Roma eski ihtişamına kavuşturulmalıydı. Bunun çaresi de derhal Doğu cephesine sefer yapmaktan geçiyordu.

 

Romen Diyojen doğuya yapacağı seferlerle Selçukluların yönetimindeki Oğuz-Türkmen kitlelerinin Azerbaycan ve Suriye’den Anadolu’ya yapabileceği akınların önünü kesmeyi; bu arada özellikle Halep ve Ahlat gibi önemli üsleri ele geçirmeyi amaçlıyordu. 1068’de yapılan ilk seferde, Halep’in kuzeydoğusunda yer alan Münbiç’i (Hierapolis) kolayca fethedip, Bizans’ın Antakya bölgesi için tehlike oluşturan Artah kentini de alabilmişti. 1069 yılındaki ikinci seferi ise Türkmenlerin İkonion’u (Konya) yağmalamasını engellemeyi hedefliyordu (Ripper:133).

 

Attaleiattes’in anlatımıyla, Romen Diyojen’in üçüncü seferi

 

Mikhael Attaleiattes, Diyojen’in üçüncü doğu seferine, 1070-1071 kışını İstanbul’dan geçirdikten sonra çıktığını; gemi ile Boğazı geçip Kadıköy’e varmak üzereyken, rengi ağırlıklı olarak siyaha kaçan bir güvercinin tepesinde uçarak gelip imparatorun eline konduğunu yazar.  Siyah bir güvercinin imparatorun eline konması, kâhin ve yıldızbilimciler açısından açısından çarpıcı bir olaydı. Ancak yorumcular ortak bir anlatımda buluşamamış, kimileri iyiye kimileri ise kötüye işaret saymıştı (Attaleiattes:261).

 

Derken yolda, Anatolikon eyaleti sınırları dâhilinde (Afyonkarahisar civarında) imparatorun kaldığı evde yangın çıktı ve bir türlü söndürülemedi; imparatorun çok değerli atları, vagonları ve pek çok kıymetli eşyası yandı. Bu dehşet yangından imparator kendi canını zor kurtardı.  Bu ikinci kötü işaretti aslında (Attaleiattes:265). Ancak imparatorun boğuşmak zorunda kaldığı en büyük belâ, yönetimindeki ordunun ta kendisiydi. Sefer sırasında, orduyu yol üzerindeki yerleşim alanlarından mümkün olduğu kadar uzak tutması gerekiyor. Örneğin yolu üzerinde olmasına karşılık ordunun Kayseri’ye girmesine izin veremezdi, zira paralı askerler çok başıbozuk davranıyordu. Hattâ bir keresinde Nemoitzoi diye bilinen bir grup öğle yemeği vakti imparatorun çadırına dahi saldırdı; ancak imparator muhafızlarını derhal savaş pozisyonuna geçirerek onları zorla hizaya getirdi (Attaleiattes:269).

 

Romen Diyojen henüz Malazgirt’e girmeden ordusunu iki kısma ayırdı. Kendi başında olduğu kısım ile Malazgirt’e doğru hareket ederken,   ordunun en önemli komutanlarından magistros (general) Ioseph Trachaneiotes’i büyük bir piyade gücüyle Ahlat’a yönlendirdi.  Trachaneiotes’e tahsis edilen ordu seçme askerlerden oluşuyordu; her türlü zorlukla yüzleşebilecek kapasitedeydi. Hattâ sayıca imparatorun kendiner alıkoyduğu birliklerden de fazlaydı, çünkü sultanın ordusundan büyük bir gücün onlara doğru ilerlediği haberi alınmıştı. İmparatorun yanında kalan allagion birliği, imparatoru yakından korumakla görevli olduğu için öyle her çatışmaya girmemekteydi.

 

Romen Diyojen’in başında olduğu birlikler Malazgirt’e saldırarak kenti aldı ve  yapılan pazarlık neticesinde kale içindekilerin dışarı çıkmasına  izin verildi. Ertesi gün sultana bağlı müfrezelerin ilerlediği haberi geldi. İmparator bunları bastırmak üzere magistros Nikephoros Bryennios kumandasındaki kuvvetleri gönderdi. İlk başta uzaktan ok yağdıran Türkler (Müslümanlar; Attaleiattes bazen “Türk,” bazen “barbarlar” ve bazen de “İranlılar” ifadelerini kullanıyor) pek çok Romalıyı yaralayıp öldürdü.  Dahası, Romalıların daha önce karşılaşmadığı şekilde göğüs göğüse çarpışmaya girdiler. Korkuya kapılan Nikephoros Bryennios, imparatordan takviye kuvvet istedi. Ancak olup bitenin tam farkında olmayan imparator, generali korkaklıkla azarlayarak yardım göndermedi (Attaleiattes:281-82).

 

Savaşın kızıştığı bir sırada imparator, dört gözle Ahlat’tan gelecek  kuvvetlerin kendisine katılmasını beklemekteydi. Bunlardan bir haber çıkmayınca,  kendisi de ilerleyip Nikephoros Bryennios’a katılarak çarpışmaya girdi. Sultanın ileri müfrezelerinin peşine düştü. Bu noktada önemli bir karışıklık meydana geldi. Bryennios kendi askerlerine durmaları ve geri dönmeleri işaretini verince, diğer önemli komutanlardan Nikephoros Basilakes bunu fark etmeden geri çekilen Selçukluları takibi sürdürdü. Diğerlerinden koptular ve düşman kampına dayandılar. Basilakes’in atı yaralandı; kendisi üstündeki zırhın ağırlığıyla aşağıya yuvarlandı. Derhal etrafı sarılarak düşmanın eline geçti (Attaleiattes:283).

 

Basilakes’in esir düşmesi Roma ordusunda korku ve paniğe yol açtı. İmparator ordunun  bir  bölümüyle  bir tepeye çıkıp akşama kadar bekledi; ancak karşı tarafta bir hareket olmayınca  güneş batarken kampa döndü. Fakat akşam vakti sultanın askerinin tekrar saldırıya geçmesi, Roma kampında büyük bir paniğe yol açtı. Müslümanların taarruzlarını ertesi sabah da sürdürmeleri, Roma ordusunun su içtiği nehri kontrol altına almalarını sağladı. Giderek sıkışmasına karşın imparator, ordunun Ahlat’a gönderdiği en savaşçı kanadının geri döneceği beklentisi içindeydi. Ancak Ahlat’a gidenlerin, sultanın hücuma kalktığı haberini alır almaz “utanmazca” Mezopotamya üzerinden geri çekildikleri haberi, bütün umutların kırılması anlamına geldi (Attaleiattes:289).

 

İmparator buna rağmen pes etmedi. Son anda sultandan bir barış önerisi geldi. İmparatorun bazı danışmanları, sultanın korktuğu ve zaman kazanmak istediğini söyleyerek, Romen Diyojen’i savaşı sürdürmeye ikna ettiler. Öyle ki, bu cevap zaten savaşa hazır bekleyen Türklerde şaşkınlık yarattı (Attaleiattes:291).

 

Gene de imparator tekrar saldırıya geçince, Türkler ilk ağızda taktik gereği geri çekildi. Akşama doğru imparator ordugâhından çok uzaklaştığını farkedince saldırıyı durdurma kararı aldı. Asker sayısının azlığından dolayı ana üssü, esas kamp alanını koruyacak kimse kalmamıştı. Bu nedenle, imparatorluk sancağını taşıyan ve izleyen askerlere kampa dönme emri verildi. Fakat ana gövdeden uzakta olan askerler,  imparatorluk sancağının geri çekilmesini yenilgi ve bozgun olarak yorumladı.  Aynı anda, daha önce de imparatora karşı bir komploya karışmış olan üvey oğlu Mikhael, alelacele imparatorun düştüğü haberini yayarak, emrindeki büyük bir birlikle geri çekildi. Askerlerinin şuursuzca kaçıştığını gören imparator, onları boş yere düzene sokmaya çalıştı. Roma ordusundaki karışıklığı bir tepeden izleyenler durumu sultana bildirince, Türkler bütün güçleriyle son saldırıya kalktı (Attaleiattes:295-97).

 

Attaleiattes, Romen Diyojen’in esir düşmesini şöyle anlatıyor: Bu arada düşman imparatorun etrafını sarmıştı, ancak onu ele geçirmeleri kolay ve çabuk olmadı. Çünkü deneyimli bir savaşçıydı ve pek çok zorlukla karşılaşmıştı. Cesaretle kendisine saldıranlara karşı koydu ve çoğunu öldürdü. Ancak sonunda kılıçla elinden yaralandı. Atı da pek çok ok ile yaralanmış olduğundan, artık ayakları üzerinde savaşıyordu. Toz-duman arasında yorgun düştü, etrafı kuşatıldı ve (Tanrı kimseye böyle bir acı çektirmesin) sonunda esir düştü (Attaleiattes:297).

 

Acaba imparator, siyah güvercinin konduğu elinden mi yaralanmıştı? Bilemiyoruz,  fakat şimdi, Attaleiattes’in kitabı ve İslâm kaynakları ışığında, Malazgirt’i biraz daha sağlıklı analiz imkânına kavuşmuş bulunmaktayız.

 


[1] Michael Attaleiattes Romen Diyojen’i şöyle tanımlar: O sadece sahip olduğu niteliklerle diğer insanları aşmıyordu; aynı zamanda her yönüyle çok iyi bir görünüşe sahipti. Uzun boyluydu,  geniş  omuzları ve geniş göğsü kendisine iyi bir görünüm sağlamaktaydı. “Zeus’tan doğmuş” soylu bir nefese sahipti. Herkesten daha güzel gözlere sahipti, öyle ki güzelliği gözlerinden fışkırıyordu. Görünümü tam anlamıyla siyah veya beyaz değildi; doğal olarak karışmış kanlı canlı bir renge sahipti (Attaleiattes:181).

 

- Advertisment -