Ana SayfaYazarlarAK Parti ve Arap Baharı

AK Parti ve Arap Baharı

 

2003 yılında ABD’nin Irak’a müdahalesinden sonra Ürdün Amman üzerinden Bağdat’a giderken, sınır kapısında peş peşe sıralanmış uzun tır kuyrukları dikkatimi çekmişti. Tırların Türkiye plakaları taşıdığını görmüş, şaşırmıştım. Şoförlere “Hayrola, ne işiniz var buralarda” diye sormuştum. O tarihlerde Habur kapalıydı, çünkü Türkiye Barzani’ye ambargo uyguluyordu. Kimi çimento, kimi beyaz eşya, kimi gıda, kimi tekstil, kimi kimya ürünleri, kimi makine aksamı taşıdıklarını söylemişti.  

 

Bağdat’ta daha da şaşırtıcı olaylarla karşılaşmıştım. Traş makinesi almak için girdiğimde market sahibi “yerli 10, Türk jileti 30 dinar” demişti. “Fiyatları neden farklı?” diye sorduğumda bana “Yerli jilet balta gibidir, sakalına vurur durursun ama bir türlü kesmez. Ama Türk jileti ustura gibidir, sıkıntı yaşamazsın” yanıtını vermişti. Ana caddelerdeki tezgahları ve cd-kitap mağazalarını dolaştığımda da Türk sanatçıları ile Türk sinema ve dizi cd’lerinin oldukça rağbet gördüğüne tanıklık etmiştim. Ayrıca, beyaz eşyada Arçelik ile Vestel, gıdada Eti ile Ülker, inşaatta da pek çok inşaat firması Irak pastası için kıran kırana rekabet halindeydi. Bu tanıklığım sonraki yıllarda tekrarlanan ziyaretlerimde de sürmüştü.

 

O zaman şöyle bir sonuca ulaşmıştım: Türkiye’nin Ortadoğu’da uygulayacağı stratejik derinlik, coğrafyaya liderlik ve öncülük etmek değildir. Üreteceği kültürel yaşam formları ve ekonomik gücü, en büyük stratejik derinliğidir. Bunun için bölgenin çalkantılarından uzak durup kültürel yaşam formları, ekonomik kaynaklar ve ekonomik modellerle bölgeye gitmek en rasyonel ve doğru olan politikadır.

 

Gıpta edilen rol modeliydi

 

AK Parti, Arap Baharına kadar bu strateji ve düşünceyi uyguladı. Bölgenin siyasi iç sorunlarına karışıp taraf olmaktansa, bölgeyle daha çok ekonomi üzerinden konuşmayı tercih etti. Ortadoğu için AK Partili Türkiye (İran, Irak, Suriye, Ürdün’deki şahsi gözlemlerim de bunu destekliyordu), hem evrensel değerlerle hem yerel-milli değerlerle uyumlu, gıpta edilen bir ülkeydi.

 

Ancak AK Parti’nin bu stratejisi, bazı kanaat önderlerinin (benim de katıldığım) değerlendirmelerine göre, Arap Baharından sonra değişmeye başladı. AK Parti Libya’da taraf olduğunu yüksek sesle seslendirdi. Mısır’da iktidara gelen Müslüman Kardeşler çizgisini, onu desteklemeyen kitlelerde öfkeye yol açacak şekilde coşkuyla selamladı. Suriye’de ise rejim değişikliği için direkt savaşın tarafı oldu. Aslında AK Parti tüm bunları “zamanın ruhu bunu istiyor” diyerek destekledi.

 

Esnemeye izin vermeyen katılık

 

Ancak Arap Baharında halkın ABD ve Batı’yı sorgulayan parti ve aktörleri öne çıkaracağının işaretlerinin görülmesi, ABD ve Batı’da tutum değişikliğine yol açtı. Bu gelişmeden sonra AK Parti, Ortadoğu halklarının arzuları ile Batı’nın tercihleri arasında sıkıştı kaldı. Batı’nın “hadi bizimle birlikte ol” serzenişleri ve dayatmalarına karşı direndi. Suriye politikası ile de, Arap Baharında Batı’nın yanında yer almama siyasetini Batı karşıtı bir pozisyona dönüştürdü. Bu tutumuyl,a etrafında kim varsa kendine düşman etti. Ama neden?

 

Gürbüz Özaltınlı, bunu iki faktöre bağlıyor. (1) AK Parti’nin Batı yanında yer almamaktan Batı karşıtı pozisyona geçmesi, güçler dengesine göre esnemeye izin vermeyen bir katılığa yol açtı. (2) Ortadoğu için izlenen siyaset, iktidar katlarında yeterince tartışılmadı. Birincisine katılıyorum; ikincisinin doğru olduğuna ihtimal vermek istemiyorum.

 

İdeolojik yargılar oluşturuldu

 

Tunus ve kısmen İhvan dışarıda tutulursa, Arap Baharının çoğulcu ve özgürlükçü bir demokrasi dalgası doğurduğu önermesi ideolojik bir önermedir ve doğru değildir. Dalga Batı’nın beslediği otokratik rejimleri sarsacaktı; ancak yerine daha özgür bir rejim inşa edeceği beklentisi gerçekçi olmayan bir hayaldi. AK Parti dalganın otokratik rejimler karşıtı olmasını ve İslami tonlar içermesini yeterli bir veri olarak değerlendirdi. Bence bu ideolojik bir yargıydı ve hatalıydı.

 

İdeolojik tutum Suriye’de Kürtlerin güçlenmesinin yarattığı endişe ile de buluşunca katılığa dönüştü. Katılık da olguların seyri içinde tutum değiştiren Batı ile senkronize olamama, yani esnek davranamama hali doğurdu. AK Parti’nin Suriye’deki davranışına bu zaviyeden baktığımızda daha anlaşılır bir zemine oturtabildiğimizi düşünüyorum.

 

Hayati kararları nasıl alıyoruz?

 

Eğer meselelere belirli bir ideoloji penceresinden bakarsanız, “yanılmaz ve haklı olduğunuz” yanılsamasına düşersiniz. O yüzden kendinizi, edimlerinizi sorgulama gereği duymazsınız. Bu değerlendirme bizleri çok hayati, çünkü sonuçları hepimizi ilgilendiren şu soruya götürür: Türkiye çok önemli ulusal meselelerde kararları nasıl alıyor? Tartışarak mı, yoksa Özaltınlı’nın ifade ettiği gibi “yeterince” tartışmayarak mı? Örneğin Suriye politikamızı belirlerken nasıl karar veriyoruz? Şu şekilde mi: Önce Hariciye, askeriyeye, istihbarata, devletin başka ilgili birimlerine, stratejik düşünce kuruluşlarına “sizin eylem planınız nedir?” diye bir soru soruyor; sonra da gelen farklı düşünce ve alternatifleri masaya yatırıyor; daha sonra da bu seçenekler içinde en doğru ve rasyonel olana karar veriyor(uz). Böyle olsaydı, farklı bakış açılarının zenginleştirici ufku yaratılabilseydi, Arap Baharı ile birlikte tutumumuz ideolojikleşmez, ideolojik tutum da katılığa dönüşmezdi. Libya’da Fransa… Mısır’da ABD, İsrail… Suriye’de ABD ve Rusya, karşıya alınmazdı.

 

Peki, Sayın Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildikten sonra kararların alınması ve tartışılmasında nasıl bir süreç işletiliyor? Son karar Beştepe’de veriliyorsa, oradaki karar alma süreçlerinde de çoklu bakış açısı işletiliyor mu? Hükümetten Beştepe’deki karar alma süreçlerine çoklu bir bakış açısı taşınıyor mu? Yoksa Sayın Cumhurbaşkanı’nın yakın çevresi ile yaptığı sınırlı istişareler ile mi sonuçlara ulaşılıyor?

 

İmkansızı başardık!

 

Türkiye Arap Baharından sonra aldığı kararlar ile ABD’yi, İsrail’i, Irak’ı, İran’ı, Suriye’yi, Rusya’yı, Avrupa’yı karşısına aldı. Futbolda bazan bir pozisyon olur; spiker pozisyonu “golü kaçırmak atmaktan daha zordu” diyerek anlatır. Biz de futboldaki gibi imkansızı başararak, çıkarları ve amaçları bu kadar birbiriyle çatışan ülke ve blokları karşımıza almayı başarabildik.

 

Bizi yönetenlerin aldıkları kararları ne şekilde aldıkları, kararların kendisinden daha önemlidir. Karar alma süreçlerine çoklu bakış açısının aktarılması, hem alınacak kararları daha rasyonel kılar, hem de ülke menfaatlerinin optimal düzeyde korunması sonucunu doğurur.

 

- Advertisment -