Ana SayfaYazarlarDemokratların 15 Temmuz bölünmesi

Demokratların 15 Temmuz bölünmesi

 

Başlıktan da anlaşılacağı gibi, bu yazım da yarın yıldönümü olan 15 Temmuz darbe girişimi üzerine. “15 Temmuz’la değişen şeyler” başlığı altında üç bölüm halinde yayımlanan yazı dizisinin bir yerde devamı niteliğinde. Çünkü 15 Temmuz’la kökten değişen şeylerden birini de kendilerini liberal veya sosyal demokrat olarak tanımlayanların darbe girişimine bakışları bakımından ayrışmaları oluşturuyor. Bu ayrışma aslında 15 Temmuz’dan çok daha önce gayri meşru yollardan devirmeyi de kapsayan bir Erdoğan karşıtlığına farklı tepkilerle şekillenmeye başlamıştı. Erdoğan karşıtlığının ete kemiğe bürünmüş askeri bir darbe girişimine dönüşmesi demokratlar arasındaki bu ayrışmayı iki tarafın bir daha ortak bir paydada buluşamayacakları noktaya getirmiş görünüyor.

 

15 Temmuz’un yıldönümüyle ilgili son yazımda konuyu ele almamın nedeni ilkesel temelde olmaması gerektiğine inandığım demokratlar arasındaki bölünmeyle ilgili toplumdaki yanlış algılamaları gidermek. Muhafazakâr kesimde, medyanın özen göstermeden genelleme yapması nedeniyle kendisini sosyal veya liberal demokrat ya da sadece “demokrat” olarak tanımlayan herkesi, bir bölümü FETÖ ile bağlantısı nedeniyle tutuklu yargılanan, bir bölümü de Erdoğan karşıtlığını her şeye karşın sürdüren kişilerle aynı kefeye koyan yanlış bir algı var. Ama Erdoğan karşıtı muhalif kesimin bu konuda farklı düşünen liberal ve sosyal liberallerle ilgili algısının çok daha yanlış, hatta aşağılayıcı olduğunu kabul etmek gerekir.      

 

CHP seçmeninin tanıdığım varlıklı ya da orta sınıfa mensup olan ve kendisini Solcu gören kesimi yıllardır sadece AK Parti’ye değil, daha önce başka Sağ partilere de oy vermiş dini hassasiyetleri yüksek insanları çeşitli sıfatlarla aşağılamaya alışkın olduğundan olsa gerek, sorgusuz, sualsiz, Erdoğan karşıtlığına teslim olmayan herkese bu sıfatları layık görüyor. Bu durum, kendileri gibi toplumun “crème de la crème” tabakasının mümtaz bir üyesi olduklarını düşündükleri ama mahalle baskılarına boyun eğmeyen ve arkadaşları ve dostlarıyla aynı siyasi konumlanmayı kabul etmeyenler için de geçerli ne yazık ki.

 

Oysa evrensel demokrasi ilkelerini öteden beri önceleyen herkesin kolaylıkla fark edebileceği gibi, uluslararası kamuoyuna, dört-beş yıldır, Batı medyasının tek merkezden güdümlü olduğu her dildeki “kes-yapıştır” türü yayınlarından anlaşılan abartılı bir Erdoğan karşıtlığına dayalı bir “newspeak” ya da Fransızcasıyla “novlangue” (yenidil) pompalanıyor. George Orwell’in “1984” romanında uydurmuş olduğu bu sözcük, “gerçeği gizlemek veya çarpıtmak suretiyle belli siyasi amaçlara hizmet eden bir diskur ya da anlatım tarzı” olarak romanın konteksti dışında da kullanılıyor.

 

Bu “yenidil” Erdoğan’ı ilk önce otoriter ilan ediyor. Konuşma tarzı ve zaman, zaman sert çıkışlarıyla bir anlamda hoş görülebilir bir karikatürleştirmeyi yansıtan bu imaj giderek daha da karalanıyor. Türkiye’de anayasal bir değişiklik olmadığı halde, önce Başbakan, sonra ilk turda yüzde 52 ile Cumhurbaşkanı seçilmiş Erdoğan “diktatör” ve “Sultan” ilan ediliyor. Bu yenidil karalanan Erdoğan imajına paralel olarak, Daesh’e “yardım ediyor” yalanıyla başlayan bir Türkiye karşıtlığını da körüklüyor. Böylelikle uluslararası kamuoyuna “Erdoğan’ın keyfi olarak yönettiği radikal İslamcı terörle iş birliği yapan Batı’nın düşmanı bir Türkiye” imajı şırınga edilmiş oluyor.

 

Bu yenidilin yoğurduğu uluslararası kamuoyu Türkiye’de bir diktatörün askeri bir darbeyle devrilmesine evrensel demokrasi ilkeleri bağlamında büyük bir tepki göstermeyecekti. Olasılıkla Irak’ta Saddam’ın, daha önce Romanya’da Çavuşesku’nun devrilmesinde olduğu gibi, demokrasi ve insan haklarını ayaklar altına alan bir diktatörü iktidardan eden darbeyi alkışlayacaktı. Bu konularda bugüne kadar çok yazdığım ve Batı medyasının dezenformasyon yüklü manipülatif yayınlarının hayra alamet olmadığını çok vurguladığım için üzerinde fazla durmak istemiyorum.

 

9 Temmuz’da France Culture radyosunda Philippe Meyer’in sunucusu olduğu Türkiye ile ilgili tartışma programını izledim. Programın konuğu Mart ayında Fransa’da “La nouvelle Turquie d’Erdoğan” (Erdoğan’ın yeni Türkiye’si) başlıklı kitabı çıkan Profesör Ahmet İnsel’di. Lyon Başkonsolosu iken tanıştığım, sosyal demokrat olarak bilinen İnsel’in gerek kitabında gerek bu programda 15 Temmuz’la ilgili olarak dile getirdiği şu görüşlere katılmam mümkün değil: “darbenin başarısız olması özellikle bu girişimin arkasında olmakla itham edilen Gülen dini cemaati ile Kürt toplumunun temsilcilerine karşı bir baskı dönemi başlattı. (…)  Türkiye’de bugün daimî bir olağanüstü hal rejimi var. (…) 16 Nisan anayasa değişikliği Cumhurbaşkanı’na yargıçları atama ve azletme yetkisi tanıyor. Bu değişiklik toplumun yeniden İslamlaştırılması sürecinin son aşamasını oluşturuyor.”

 

Bir saatlik bir programın, demokratların şiddetle lanetlemesi gereken 15 Temmuz’u birkaç dakikayla geçiştirip daha çok seçilmiş Cumhurbaşkanı’nın eleştirilmesine yer vermesi doğal değil. (https://www.franceculture.fr/emissions/lesprit-public/la-turquie) Türkiye’de bir yıldır uygulanan Olağanüstü Hal’in France Culture’ de “daimî bir olağanüstü hal rejimi” olarak nitelenmesi ise ayrıca oldukça ironik bir durum. İronik çünkü “Fransa 'zehirli hap'la normalleşecek” başlıklı yazımda altını çizdiğim gibi, Fransa’da hükümet tam da şu sıralarda Kasım’da iki yılını dolduracak Olağanüstü Hal'in 'istisnai' niteliğini normal, geçici karakterini de 'daimi' hale getirecek yeni terörle mücadele yasa tasarısı hazırlıkları içerisinde bulunuyor.  (https://www.serbestiyet.com/yazarlar/akin-ozcer/fransa-zehirli-hapla-normallesecek-803203)

 

Anayasa değişikliğiyle Cumhurbaşkanı’na yargıçları atama ve azletme yetkisi verildiği bir kere doğru değil. Anayasa Mahkemesi ve HSK’ya (Hakimler ve Savcılar Kurulu) atama yetkisi ise Fransa dâhil tüm demokratik ülkelerde mevcut. Örneğin Fransız Cumhurbaşkanı eski Cumhurbaşkanlarının doğal üyeleri olduğu 9 üyeden oluşan Anayasa Konseyi’nin 3 üyesini atıyor. Türkiye’deki HSK’ya tekabül eden Yargı Yüksek Konseyi CSM’e (Conseil Supérieur de la Magistrature) de Cumhurbaşkanı’nın üçte bir oranında atama yetkisi var. Hatta Fransa Cumhurbaşkanları 2008 anayasa değişikliğinden önce yargı bağımsızlığını güvence altına alan bu konseyin başkanlığını da yürütüyordu.

 

Toplumun yeniden İslamlaştırılması süreci ise artık kabak tadı veren bir hikâye. Le Monde’da bir süre önce Erdoğan’a yüzde 52 oy çıkmasını Türkiye’de İslamcılar’ın güçlenmesi olarak nitelendiren bir değerlendirme okumuştum. Aynı gazete 15 Temmuz’da darbeye direnenleri “demokrasiyi savunanlar” değil de “Erdoğan taraftarları” olarak aksettirmişti.   

 

Yukarıda dile getirdiğim birkaç eleştiri demokratlar arasındaki bölünmenin hangi aşamaya varmış olduğunu gösteren somut örnekler. Bir yanda, askeri bir darbeye maruz kalan bir Cumhurbaşkanı ve iktidarını deviremediği için yargılananların temel hak ve özgürlüklerini savunmayı demokratik görev addedenler. Öte yanda, arkasında geçmişte olduğu gibi başta CIA olmak üzere bazı Batı Avrupa istihbarat örgütlerinin bulunduğu demokrasinin özüne aykırı bu darbeyi lanetleyen demokratlar. Paris’te profesör bir lise arkadaşımın dediği gibi Fransa (ve belki de tüm Batı) artık “post-demokrasi” dönemine mi geçti bilmiyorum ama demokratlar arasındaki bölünme bu kadar keskin ne yazık ki.                         

 

 

- Advertisment -