Ana SayfaYazarlar‘Dava’ siyaseti ve insanın körleşmesi

‘Dava’ siyaseti ve insanın körleşmesi

 

Tarihteki bütün büyük ‘dava’lar, ister bir milletin büyük idealleriyle, isterse de bütün bir insanlığın büyük idealleriyle bağlantılı olsun, daima otoriter siyasi sistemleri beslediler, onlara kaynaklık ettiler.

Çünkü büyük davalar büyük (“aşırı”?) haklılık duygusuyla birlikte yürürler ve bu duygu, büyük davanın iktidardaki sahiplerine, davanın hedefleriyle uyumlu olmayanları susturmada esaslı bir meşruiyet kaynağı sağlar.

Peki, toplumsal talepleri ve halkının refahını geri plana atıp bütün enerjisini ‘kutsal dava’nın hedefleri uğruna harcayan bir iktidar, ‘dava’ etrafında bir de toplumsal rıza üretirse ne olur? Ortaya nasıl bir insan çıkar?

Okumayı yeni bitirdiğim bir kitap, işte bu soruya cevap veriyor… Kitabın adı, İkinci El Zaman: Kızıl İnsanın Sonu… Sovyetler Birliği’nin ve Rusya’nın önde gelen gazetecilerinden Svetlana Aleksiyeviç’e 2015 Nobel Edebiyat Ödülü’ni kazandıran kitap, Aleksiyeviç’in, Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinin başladığı 1980’lerin sonundan 2012’ye kadar geçen dönemde, olan bitene fiilen tanıklık etmiş sıradan ‘Sovyet insanları’yla gerçekleştirdiği söyleşilere dayanıyor.

Aleksiyeviç’in kitabında, Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde, zincirlerinden kopmuş milliyetçiliklerin insanları ne hale getirdiğine dair çok sarsıcı tanıklıklar da var. Bir sonraki yazıyı bu tanıklıklara ayıracağım; çünkü bunlar, “bizde milliyetçi boğazlaşma olmaz” iyimserliğine çok da fazla güvenmemek gerektiğini gösteriyor.

Fakat kitapta beni, insanların nasıl olup da milliyetçilik üzerinden bu kadar vahşileşebildiklerinden çok, insanların nasıl olup da kardeşlik ve hümanizm duygularıyla dopdoluyken Stalin ve devamcılarının on yıllar boyunca aralarında kendi anne-babalarının, kardeşlerinin, akrabalarının da olduğu insanlara karşı reva gördükleri zalimliği ‘kabul edilebilir’ bulduğuydu.

Şimdi sizi kitaptan seçtiğim iki tanıklıkla başbaşa bırakıyorum;  Ardından, bu tanıklıklardan yola çıkarak yukarıda sorduğum sorunun cevabını vermeye çalışacağım. (Soruyu bir daha hatırlatayım: “Toplumsal talepleri ve halkının refahını geri plana atıp bütün enerjisini ‘kutsal dava’nın hedefleri uğruna harcayan bir iktidar, ‘dava’ etrafında bir de toplumsal rıza üretirse ne olur? Ortaya nasıl bir insan çıkar?”).

 

Margarita Pogrebitskaya, doktor, 57 yaşında

 

Benim bayramım… 7 Kasım… Büyük, parlak… Çocukluğumdan kalan en parlak iz; Kızıl Meydan’daki askeri geçit töreni…

Babamın omuzlarındayım, elimde kırmızı bir balon var. Gökyüzünde, sütunların üzerinde devasa Lenin ve Stalin… Marx portreleri asılmış… Kırmızı, mavi, sarı balonlardan çelenk ve buketler. Kırmızı renk. Sevdiğim, en sevdiğim. Devrimin rengi, onun adına dökülen kanın rengi… Büyük Ekim Devrimi! (…) Hayatım boyunca şu inançla yaşadım: En mutlu kişiler biziz, görülmemiş ve mükemmel bir ülkede doğduk. Böyle başka bir ülke yok. (…) Neşeliydik! Yarının bugünden iyi olacağına inanırdık, yarından sonrası yarından da güzel olacaktı. Geleceğimiz vardı. Geçmişimiz de. Her şeyimiz vardı! (…) İnanç! İnanç! İnanç! Akıldan yüce olan bir şey. (…) Belki de o bir hapishaneydi, ama içim daha sıcaktı bu hapiste. Öyle alışmışım… (…) Ve, evet! Evet! En büyük hayal, ölmek! Kendini feda etmek. Vermek. Komsomol yemini: “Gerektiğinde hayatımı halkıma vermeye hazırım.” Ve bunlar sözden ibaret değildi, gerçekten böyle yetişmiştik.

Bir sorun… Sormanız lazım, nasıl böyle şeyler yan yana var olabildi: Bir yandan bizim mutluluğumuz, bir yandan da geceleri gelip birilerini almaları, götürmeleri? Kimi kayboldu, kapının ardında hıçkırdı. Bunu nedense hatırlamıyorum! Bahar vakti leylak nasıl kokardı, topluca nasıl gezilirdi, ahşap, güneşle ısınmış kaldırımlar nasıldı onu hatırlıyorum. Güneşin kokusunu hatırlıyorum. Jimnastikçilerin göz kamaştırıcı geçit törenlerini ve Kızıl Meydan’daki jimnastikçilerin vücutları kullanılarak yazılmış, rengârenk çiçekli isimleri hatırlıyorum: Lenin-Stalin. Anneme de sormuştum bu soruyu…

Beriya hakkında ne hatırlıyoruz? Lubyanka hakkında? Annem pek konuşmazdı… Bir keresinde yazın, tatilden sonra babamla Kırım’dan dönüşlerini hatırlamıştı. Ukrayna’ya gitmişlerdi. Otuzlu yıllardı… Kolektifleştirme… Ukrayna’da büyük bir açlık vardı, Ukraynaca, holodomor. (Holodomor: Açlıktan ölüm. 1932-33 yıllarında Ukrayna’da milyonlarca kişinin ölümüne neden olan açlık. Kolektifleştirmeye karşı çıkan Ukrayna köylüsü, aç bırakılarak cezalandırılmıştır. – Yazarın notu.)

Milyonlarca insan öldü. Köydeki herkes ölüyordu… Gömecek kimse yoktu… Ukraynalılar kolhozlara gitmek istemedikleri için öldürüldü. Aç bırakılarak öldürüldüler. Şimdi bunları biliyorum… Orada öyle bir toprak var ki, kazık çaksan ağaç olur. Ama onlar öldüler… Hayvanlar gibi öldürüldüler. Her şeyi aldılar onlardan, evlerin kubbelerine kadar. Toplama kampındaki gibi çevirdi askerler çevrelerini. Şimdi biliyorum… İşyerinde Ukraynalı bir arkadaşım var, ninesinden duymuş… Onların köyünde annesi bir çocuğu baltayla kesmiş, pişirip diğerlerini beslemek için. Kendi çocuğunu… Bunların hepsi olmuş…

(…)

Uzun süre Stalin kızı oldum. Çok uzun süre. Çok… Evet, bu oldu! Benim başımdan geçti… Bizim başımızdan… O yaşam olmayınca ellerim boş kalacak. Hiçbir şeyim olmayacak…

 

Vasili Petroviç N., 1992 yılından beri parti üyesi, 87 yaşında

 

Bizim zamanımız… Benim zamanım… Büyük bir zamandı! Kimse kendisi için yaşamazdı. Bu yüzden güceniyorum işte… Geçende kibar bir hanımefendi bir görüşme yaptı benimle. Beni “aydınlatmaya” başladı, o zamanlar ne korkunç bir dönem yaşadığımız konusunda. O kitaplardan okumuştu, bense orada yaşamıştım. Orada doğmuştum. O yıllarda. Ve bana “Siz köleydiniz,” diye anlatıyor. “Stalin köleleri.” Bacaksız! Köle değildim ben! Değildim! Şimdi de kendimi şüphelerden kurtaramıyorum… Ama köle değildim.

(…)

Orenburg yakınlarındaki Orsk şehri. Gece gündüz yük trenleriyle kulaklar gönderiliyor. (Kulak: Toprak sahibi zengin Rus köylüleri – A. G.). Sibirya’ya. İstasyonu koruyoruz biz. Bir vagonu açıyorum: Köşede yarı çıplak bir adam kemerle asmış kendini. Anne kollarında bir bebeği sallıyor, biraz daha büyük bir çocuk da yanında oturuyor. Elleriyle kendi bokunu yiyor, lapa gibi. “Kapat” diye bağırıyor bana komiser. “Bunlar kulak pislikleri! Yeni hayata layık değil bunlar!” Gelecek… O güzel olacaktı… Sonra güzel olacak.

(…)

Önce karımı tutukladılar… Tiyatroya gitti ve eve dönmedi. Ayakkabı fabrikasında çalışıyordu. Kızıl mühendisti. “Anlaşılmaz bir şeyler oluyor” demişti, “Bütün arkadaşlarımızı götürdüler, bir değişiklik var…”

(…)

Üç gün sonra benim için geldiler. (…) İçeri tıkmalar artık kitlesel oluyordu. Her gün birilerini alıp götürüyorlardı. Korkunç bir durum. Birini alıp götürüyorlar, etraftaki herkes susuyor. Sormak boşuna. İlk sorguda sorgucu bana açıkladı: “Siz öncelikle karınızı ihbar etmemekle suçlusunuz.” Yo, bu hapisteykendi… O sırada hafızamdaki her şeyi gözden geçirdim. Her şeyi… Bir tek şeyi hatırlıyordum… Şehirdeki son parti konferansını hatırlıyordum… Yoldaş Stalin’in selamını okumuştuk ve bütün salon ayağa kalkmıştı. Bağırmıştı hatip: “Yaşasın yoldaş Stalin, zaferimizin organizatörü ve esin kaynağı!” “Yaşasın Stalin!” “Yaşasın lider!” On beş dakika… Yarım saat… Herkes birbirine bakıyor ama kimse ilk oturan olmuyor. Herkes duruyor ayakta. Ben nedense oturdum. Mekanik bir biçimde. Sivil giyimli iki kişi yanıma geldi: “Yoldaş, neden oturuyorsunuz?” Fırladım ayağa! Kurulmuş gibi sıçradım. Ara olunca sürekli etrafıma bakındım. Biri gelip tutuklayacak diye bekledim.

(…)

Sabaha doğru arama sona erdi. Emir verildi: “Toplanın!” Dadı oğlumu uyandırdı… Gitmeden önce onun kulağına fısıldamayı başardım: “Kimseye annen, baban hakkında bir şey söyleme.” Böyle hayatta kaldı işte.

(…)

Bir ay tecritte kaldım. Taştan bir tabut, baş kısmı daha geniş, ayak kısmı daha dar. (…) Ortak hücre… Hücrede elli kişi. Tuvalete günde iki kez çıkarıyorlar. Geri kalan zamanda? Bir kadına nasıl açıklarsın? Girişte kocaman tahta bir kova vardı… Oturup herkesin içinde sıçmayı bir deneyin! Tuzlu balık yediriyorlar ve su vermiyorlardı. Elli kişi… İngiliz… Japon casusları… Köylü bir ihtiyar, cahil. Anlattığı fıkra yüzünden gelen bir öğrenci vardı… “Duvarda Stalin portresi var. Konuşmacı Stalin hakkında bir yazı okuyor. Koro bir Stalin şarkısı söylüyor. Sanatçı Stalin şiirini okuyor. Bu da ne böyle? Puşkin’in yüzüncü ölüm yıldönümü için yapılan bir akşam toplantısı…” Bu öğrenci 10 yıl kampta kaldı, mektuplaşma hakkı olmadan. Stalin’e benzediği için tutuklanan bir şoför vardı. Gerçekten de benziyordu.

(…)

Hapiste eski bir yoldaşımla karşılaştım…Nikolay Verhovtsev, 1924 yılından beri parti üyesiydi. İşçi fakültesinde ders veriyordu. Herkes tanıdık… Yakın bir çevre… Birisi yüksek sesle Pravda gazetesini okuyormuş ve orada şöyle bir bilgi varmış: Merkez Komitesi toplantısında atların döllenmesi sorunu ele alındı. Bizimki de kalkıp ”Merkez Komitesi’nin başka işi kalmamış, atların nasıl dölleneceğini düşünüyor” demiş. Gündüz söylemiş bunu, akşam onu alıp götürmüşler. Parmaklarını kapının arasına sıkıştırıp kurşun kalem gibi kırmışlar. Bugün bunu nasıl anlatıyorum, bilemiyorum… Barbarlıktı bunlar. Aşağılayıcı şeyler. Bir et parçasısın… Çişin içinde yatıyorsun.

(…)

Hapiste en azından bir yıl kaldım. Bir yıl sonra beni yeni sorgucu çağırdı… Davamı gözden geçirmeye karar vermişler. Beni bıraktılar, bütün suçlamaları kaldırdılar. Yani bir hataymış. Parti bana inanıyormuş!

(…)

Verhovtsev’le vedalaştım… Bana kırık parmaklarını gösteriyor: “Burada on dokuz ay yedi gün yattım. Kimse beni buradan çıkarmayacak. Korkuyorlar.” Nikolay Verhovtsev… 1924 yılından beri parti üyesiydi… Kırk bir yılında kurşuna dizildi, Almanlar şehre girince… NKVD’ciler tahliye edemedikleri bütün mahkûmları kurşuna dizdiler.

(…)

Kırk bir yılı. Herkes ağlıyordu… Ben ise mutluluktan şakıyordum; savaş! Savaşa gidiyorum! Bana bunun için izin veriyorlar. Gönderiyorlar. (…) Eve iki yarayla döndüm. Üç madalya ve nişanla. Parti bölge komitesinden çağırdılar: “Ne yazık ki karınızı size geri getiremeyeceğiz. Karınız öldü. Ama onurunuzu geri verebiliriz…” Parti kimliğimi verdiler bana. Ve mutlu oldum! Mutlu oldum…”

 

‘Dava’sız hayatı hayat saymayanlar

 

Svetlana Aleksiyeviç, böyle bir hayatın sonunda parti kimliği kendisine verildiğinde mutlu olan Vasili Petroviç’in sözünü kesip, “bunu anlayamadığını, hiç anlayamayacağını” söylediğinde büyük bir öfke patlamasına maruz kalıyor:

“Mantık kurallarıyla yargılayamazsınız bizi. Muhasebeciler sizi! Anlasanıza! Bizi ancak dini kurallara göre yargılayabilirsiniz! İnanç kurallarına göre! İnancımız sizi kıskandırır bile! Yüce olan neyiniz var sizin? Hiç. Bir tek konfor. Her şey mide için… On iki parmak bağırsağı için… Göbeğini şişiririsin ve keyiflerle çevrelenirsin…”

Aleksiyeviç’in kitabında, ‘yüce’ bir davaya bağlanmamış bir hayatın hayat sayılmayacağına dair çok sayıda başka tanıklık da var.

Toplumsal talepler ve halkın refahı yerine ‘yüce’ bir davanın hedeflerine odaklanmanın kaçınılmaz olarak otoriterlik ürettiğini biliyoruz… Svetlana Aleksiyeviç’in kitabı ise, bu hat üzerinden oluşturulmuş totaliter bir iktidarın, kendi ‘yüce’ davasına ikna ettiği insanların kimyasını ortaya sermede emsalsiz dersler içeriyor.

Bence kitabın bize söylediği esas fikir şu: Bir insan bir fikir için, ‘yüce’ bir dava için canını verecek kıvama gelmişse, o uğurda başka insanların başına gelecek felaketlere aldırmamasına da şaşırmamalıyız.

Eski yazılarımdan birinde IŞİD şiddetini açıklamaya çalışırken başvurduğum izâhın, rejimin ürettiği şiddeti, onun vaat ettiği ‘cennet’in dürbününden gördüğü için ‘kabul edilebilir’ bulan Rus komünistleri için de geçerli olduğunu düşünüyorum:

“Bütün insanlar için ebedi kurtuluş vadeden bir ideolojiniz varsa, bir canavara dönüşmeniz işten bile değildir. Çünkü o kadar yüksek bir toplumsal ideale inanıyorsunuz ki, o idealin bir an önce kuvveden fiile çıkması için engel teşkil edebilecek tek tek bütün bireyler, sizin için üzerine basılıp geçilecek bir nesneden başka bir şey değildir. Size katılsalardı, şiddetsiz, sonsuz bir barış döneminin kutlu kurucuları payesine erişeceklerdi, fakat şimdi şiddete son verecek o ‘son şiddet’in kurbanları haline geldiler.”

 

İnsanoğlu’nun kurtuluş saplantısı

 

Peki, ‘yüce’ davaların devlet düzleminde otoriter-totaliter iktidarlar, toplum düzleminde ise onların ürettiği şiddete katılan ya da sessizce onaylayan bireyler ürettiği yaşanan bunca örnekle sabitken, ‘yüce’ davalar neden insanlara cazip gelmeye devam ediyor?

Rumen felsefeci Emil Cioran’a göre bunun nedeni “insanın selâmet (kurtuluş) saplantısı…”

Ona göre yaşadığımız dünya, “insanın selâmet saplantısının hayatı soluksuz bıraktığı bir yer”, toplum ise bir “kurtarıcılar cehennemi”dir.

Cioran’a göre, insandaki “selâmet saplantısı” neredeyse doğamızın bir parçası… Çünkü insan, “kendisini zamanın merkezi, nedeni ve sonucu zannetmeye bilinçsizce meyilli”dir ve bu insan için bir savunma mekanizmasıdır:

“Reflekslerimiz ve gururumuz, teşkil ettiğimiz et ve bilinç parçasını bir gezegene dönüştürür. Eğer dünyadaki konumumuzu doğru olarak anlayabilseydik; eğer kıyaslamak, yaşamaktan ayrılmaz olsaydı, mevcudiyetimizin ufaklığının açığa çıkması bizi ezerdi. Ama yaşamak, kendi boyutlarına karşı körleşmektir.”

Cioran’a göre, insanoğlundaki “selâmet saplantısı”, tarihin çeşitli dönemlerinde milyonlarca insanı etkisi altına alan kurtuluş ideolojilerine dönüşür; ve her seferinde aynı korkunç sonuçlar doğursa da insanlar kurtuluş ideolojilerinden vazgeçmezler; çünkü bu bir saplantıdır.

 

 

 

- Advertisment -