Ana SayfaYazarlarDavutoğlu’nu eleştirirken ‘ama’yı cümlenin neresine koydun?

Davutoğlu’nu eleştirirken ‘ama’yı cümlenin neresine koydun?

 

Öyle gelişmeler olur ki, onları “ama”lı cümlelerle değerlendirmeye kalkanlar kendi kendilerini pek müşkül bir duruma sokarlar. Taze bir örnek olarak Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik linç girişimini gösterebiliriz… Doğru, bırakın “ama” diyerek saldırıyı önemsizleştirmeyi, saldırıyı haklı bulanlar bile oldu. Fakat biliyoruz ki, onların dahil olduğu toplum kesiminin henüz delirmemiş kahir ekseriyeti de saldırıyı gerçekten de “ama”sız bir dille kınadı.

 

Toplumda genel kabul görmüş ahlaki standartalara aykırı sayıldığı için tartışılmaksızın karşı çıkılan böyle durumların yanı sıra, toplumsal kesimlerin ya da kişilerin farklı fikirlere sahip olduğu tartışmalı durumlar da vardır. Böyle durumlarda, özellikle konuyu birkaç açıdan değerlendirmek isteyen birinin, tam tersine, fikirlerini “ama”ya baş vurmaksızın açıklayabilmesi imkânsızdır. İşte böyle durumlarda “ama”nın cümlenin neresine konduğu büyük önem taşır.

 

“Ama” mevzuunu en iyi anlatan örnek…

 

Ne kadar çok şey ifade ettiğini ilk kez yıllar önce Gürbüz Özaltınlı’nın bir yazısında gördüğüm ve o gün bu gündür ara ara kullandığım “'ama'nın cümle içindeki yeri” ölçüsüne, Ahmet Davutoğlu’nun 15 sayfalık deklarasyonuna karşı getirilen eleştirilerin bir türünü ele alırken bir kez daha baş vuracağım.

 

Gürbüz Özaltınlı, yukarıda işaret ettiğim, “ama”nın cümle içinde şurada değil de burada kullanılmasının o cümlenin vurgusunu nasıl değiştireceğine dair yazısını, 2008'de Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AK Parti) karşı açılan kapatma davası karşısındaki “ama”lı tavra karşı kaleme almış, şöyle yazmıştı:

“Bir yazar, önce parti kapatmanın, darbeci entrikaların kabul edilemeyeceğini söyleyip ardından ‘ama’yı yerleştirerek diğer tarafın (AK Parti’nin –A.G.) kabul edilemeyecek özelliklerini sıralıyorsa, beni esas olarak ikinci noktaya dikkat göstermeye davet ediyordur. (…) Aynı temalı bir yazının ‘ama’sının öncesine AKP’nin anti-demokratik, fırsatçı politikalarının yerleştirildiğini ve ‘ama’ dendikten sonra darbe girişimlerine karşı çıkmak gereğini işaret eden bir söylem üzerine kurulduğunu düşünelim. Bu ikisi arasında yazarın önceliği bakımından ciddi fark olduğunu, vurgusunun yer değiştirdiğini algılarız.”

 

Muhalefetin “bunların hepsi bir”ci versiyonu

 

Davutoğlu’nun, adını anmasa da Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelttiği açık olan eleştirileri, muhalif ruh halinin “bunların hepsi bir”ci versiyonuna bağlı olanlar için haliyle hiçbir anlam ifade etmedi. Dolayısıyla onlar “ama”ya hiç ihtiyaç duymaksızın 15 sayfanın tamamını, muhtemelen de hiç okumadan çöp kutusuna atıverdiler.

 

Muhalif ruh halinin bu versiyonu, her zaman yaptığı şeyi böylece bu örnekte de yapmış oldu: Siyasi olguları nispî kıymetleriyle değerlendirmeyip (ki bu siyasi risk almak demektir), “kötü” ya da “iyi” biçiminde mutlaklaştırmak ve onun sağladığı entelektüel huzur içinde rahat etmek… Ahmet Davutoğlu’nun 15 sayfalık deklarasyonundan sadece siyasi bir öfke peydahlayanlar, siyaseti akıldan çok duyguyla yapılan bir faaliyet olarak görmeye devam ettiklerini bir kez daha gösterdiler. 

 

Deklarasyonu çöpe atmasalar da  “ama”yı yanlış yere koyanlar

 

Fakat bir de deklarasyonu tümden önemsiz bulmayan, dolayısıyla da onu eleştiriye tâbi tutan kesimler var. İşte bunların “ama”yı cümlenin neresine koydukları önemliydi.

 

Sözünü ettiğim kesimlerin, Davutoğlu’nun geçmişiyle şimdi dile getirdiği eleştirileri birlikte mütalaa ettikleri cümlelerde “ama”yı cümlenin neresine yerleştirdiklerine baktığımda, vurguyu Davutoğlu’nun dile getirdiği eleştirileri önemsizleştirecek biçimde onun geçmişi üzerine yaptıklarını görüyorum. Yani cümleyi, “Davutoğlu eleştirdiği geçmişin bir parçasıydı ama, bu, eleştirilerinin önemini ortadan kaldırmaz” şeklinde değil de, “Davutoğlu’nun eleştirileri önemli ama, kendisi de eleştirdiği bu geçmişin bir parçasıydı” şeklinde kuruyorlar.

 

Kolayca görülebileceği gibi cümlenin ikinci versiyonu tercih edildiğinde, vurgu Davutoğlu’nun “sorunlu geçmişi” üzerine yapılmakta, dikkatimiz oraya çekilmektedir. Buradaki “dolayısıyla ciddiye almıyoruz” imâsı açıktır. Oysa birinci versiyonda vurgu tam tersine “eleştirilerin önemi” üzerindedir ve dikkatimiz esasen oraya çekilmek istenmektedir.

 

Deklarasyonu tümden çöpe atmayan çevreler, cümlelerini ne yazık ki “eleştirilerin önemi”ni vurgulayacak tarzda kurmadılar.

 

Ben, “bunların hepsi bir”ci kanattan daha makul bir muhalifliği temsil etse de, muhalif ruh halinin bu versiyonunun da sorunlu olduğunu düşünüyorum.

 

Bugünün Türkiye’sinde muhalefetin temel hedefi, herkesin kabul ettiği gibi otoriter iktidarı teşhir etmek ve geriletmekse, bu hedef doğrultusunda şunlardan hangisi daha işlevseldir: Davutoğlu’nun gerçek bir teşhir niteliğindeki deklarasyonunu yayımlaması mı, yoksa yayımlamaması mı?

 

Muhalefete düşen, bu deklarasyonun iktidar tabanındaki etkisini artırma yönünde davranmak mıdır, yoksa “ama o da…” diyerek deklarasyonun etkisini azaltmak yönünde davranmak mı?

 

Erdoğan’la Davutoğlu bir mi?

 

Deklarasyondaki açık ve cesur ifadeler, Davutoğlu’nun demokrasi anlayışıyla Erdoğan’ınki arasında ciddi farklar olduğunu gösteriyor. Fakat şu da var: Deklarasyonu bir tarafa bırakıp, haklı olarak eleştirilen “geçmiş”e baktığımızda gördüğümüz şey de Erdoğan’la Davutoğlu’nun demokrasi anlayışlarının çok farklı olduğu ve zaten Başbakanlıktan da bu nedenle uzaklaştırıldığıdır.

 

Geçmişteki bu çatışma noktalarından dördünü burada hatırlatmak isterim…

 

Dolmabahçe mutabakatı: Ahmet Davutoğlu, Ağustos 2014'te Başbakanlığa getirildi. Yaklaşık altı ay sonra, 28 Şubat 2015’te Çözüm Süreci’nin nihai belgesi olan Dolmabahçe Mutabakatı’nı imzalayan hükümet üyelerinin âmiri olarak memnuniyetini kamuoyuna defalarca duyurdu.

 

Ne var ki birkaç ay sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan deklarasyonu çöpe attı. Bu inisiyatif ortaya çıkmasaydı Çözüm Süreci muhtemelen devam edecekti. (Etmeseydi de bunun müsebbibi, Davutoğlu ve onun hükümetinden çok Kürtlerin legal partisinin 7 Haziran 2015 seçimlerindeki büyük seçim başarısının hemen ardından “halk savaşı” ilan eden KCK ve PKK olurdu.)

 

Yolsuzlukla suçlanan bakanlar meselesi: Ahmet Davutoğlu, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) kuruluşunda ilan edilen “yolsuzluğa karşı olma” prensibine hep sadık kaldı. Bunu da, 17-25 Aralık’ı izleyen aylarda yolsuzlukla suçlanan dört bakanla bizzat konuşup, onların kendi istekleriyle Yüce Divan’a başvurmalarını sağlamaya çalışarak ispat etti. Ne var ki bu girişim de tıpkı Çözüm Süreci’nde olduğu gibi Erdoğan’ın araya girip, iktidar basınının sözleriyle “Yüce Divan tuzağı”nı bozması nedeniyle sonuca ulaşamadı.

 

Şeffaflık paketinin serencamı: Başbakan Ahmet Davutoğlu, Yüce Divan ricatının ardından, 14 Ocak 2015’te bir basın toplantısı düzenleyerek çok önem verdiği “Kamuda Şeffaflık Paketi’ni” açıkladı. Paket, kimsenin tahmin edemeyeceği kadar radikal bir içerik taşıyordu.

 

Paket, bir yanıyla Yüce Divan meselesinin zihinlerde yol açtığı olumsuzluğu dengelemek amacını taşıyordu ve bu nedenle özel bir sunumla kamuoyunun gündemine getirildi; sanki Başbakan, “kardeşimiz olsa kolunu koparırız” çizgisini sürdürmek ister gibiydi.

 

Davutoğlu, paketi ilan etmekle kalmadı, 7 Haziran 2015 seçimlerinden önce mutlaka çıkarılacağını da ekledi, fakat ne yazık ki bu büyük hamle de Erdoğan kayasına çarptı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Davutoğlu’nun vaadinden kısa bir süre sonra Saray’da ağırladığı AK Parti Grup Yönetim Kurulu üyelerine yaptığı konuşmada pakete karşı olduğunu söyledi. Ardından paket kadük oldu; Davutoğlu, açık vaadine rağmen konuya bir daha dönmedi, dönemedi.

 

Davutoğlu’ndan “vize müjdesi”, Erdoğan’dan “vize resti”: Başbakan Davutoğlu, Nisan 2016’da Avrupa Birliği liderleri ile doğrudan yürüttüğü bir dizi görüşmenin ardından, Türk vatandaşlarının Avrupa Birliği ülkelerine vizesiz seyahat uygulamasının başlayacağını duyurdu. Bu, vize konusunda Avrupa Birliği’nin öne sürdüğü temel koşulun Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nce kabul edildiği anlamına geliyordu. Yani Haziran 2016’dan önce, Terörle Mücadele Kanunu’da gerekli değişiklikler yapılacak ve şiddet içermediği takdirde hiçbir ifade açıklama biçimi “terörist faaliyet” sayılamayacaktı.

 

Bunun bardağı taşıran damla olduğu, Davutoğlu’nun 5 Mayıs’ta Başbakanlığı ve AK Parti Genel Başkanlığı’nı bırakacağını açıklamasından bir gün sonra Erdoğan’ın Avrupa Birliği’ne çektiği “vize resti”yle belli oldu:

“Cumhurbaşkanı Erdoğan, AB’nin muafiyet için en önemli şartı olan Terörle Mücadele Yasası’ndaki terör tanımının değişmesi şartına kırmızı ışık yaktı. Erdoğan, AB’nin şart koştuğu Türk yasalarındaki terör tanımının değişmesi konusunda AB’ye ‘biz yolumuza, sen yoluna’ restini çekti. Erdoğan, AB ile vize muafiyeti anlaşmasının ‘mimarı’ olan, AB ile bu konuda üç ayrı liderler zirvesine katılan Davutoğlu’nu da, isim vermeden eleştirdi. Davutoğlu sonrasında Başbakanlığa gelecek ismin, vize muafiyeti konusunda Davutoğlu kadar ılımlı olmayacağının işaretini de veren Erdoğan, AB’ye, ‘gidip kiminle anlaşabiliyorsan anlaş’ resti çekti.” (Zeynep Gürcanlı, Sözcü, 6 Mayıs 2016).

 

Bütün bu örnekler, çok önemli başlıklarda Erdoğan’la Davutoğlu’nun bakışları arasında dağlar kadar fark olduğunu ve ikilinin bu nedenle çatıştıklarını açık bir biçimde gösteriyor. Bu örneklere bakıp da “ha Erdoğan ha Davutoğlu, yok birbirlerinden farkları” demek mümkün mü? Bu bakışla siyaset yapmak mümkün mü?

- Advertisment -