Ana SayfaYazarlar‘Kendi duvarını örmeye’ meyleden Kürdün başına gelenler...

‘Kendi duvarını örmeye’ meyleden Kürdün başına gelenler…

 

Mücahit Bilici’nin çok önemli bulduğum bir makalesinin özeti mahiyetindeki Serbestiyet’teki son yazım, Kürtlerin kendi asli ihtiyaçlarını, sosyalizm ve İslamcılık gibi “evrenselci kurtuluş ideolojileri”nin yararına ikinci plana atma eğilimlerine dairdi: “Kürtlerin ‘bencillik’ hakkı, sol ve liberaller…”

Yazıda kendi tartışmamı, Mücahit Bilici’nin işaret ettiği iki evrenselci kurtuluş ideolojisinden biriyle (sosyalizm) sınırlı tutmuş ve Bilici’nin tamamen katıldığım tezini kendi kelimelerimle şöyle özetlemiştim:

“Kürtlerin kendi geleceklerini ‘sol’un evrensel kurtuluş ideolojisinden ya da liberallerin kapsamlı demokratik ideallerinden bağımsız olarak düşünme hakkı yok mu? Görünüşe ve tecrübelere bakılırsa yok: Kürtlerin kahir ekseriyeti böyle fikirlerden utanıyor ve gönüllü olarak uzak duruyor. Kazara böyle fikirlere kapıldıklarında ise öyle bir ayıplanıyorlar ki, bir daha ‘bencilce’ davranmayacaklarına yemin ediyorlar.”

 

Kürtlerin davranış tipolojisinin kaynakları

 

Bilici, bu davranış tipolojisinin başlıca kaynaklarından da söz ediyordu makalesinde… Bunlardan biri, çok daha kapsayıcı (“yüce”?) bir ideal karşısında kendi zaruri ihtiyaçlarına öncelik tanımanın rahatsız edici psikolojisiydi:

“Kabul etmek gerekir ki evrenselci kurtuluş ideolojilerine itiraz etmek çok zordur. Böyle bir itiraz hem çetindir hem çirkindir. Mesela, hem Kürtleri hem de Türkleri kurtarmak mümkün iken sadece Kürtleri kurtarmaya çalışmak bencillik ve hasislik değil midir? En azından bütün bir Ortadoğu’yu kurtarmak daha iyi olmaz mı?”

Bu davranış tipolojisinin ikinci kaynağı ise, sevilmek, onaylanmak, takdir edilmek ihtiyacındaki azınlık ruhuydu. Bu ihtiyaç, azınlıkları iyi, fedakâr insanlar olmaya sevk ediyor, bu da kendi zaruri ihtiyaçlarını başkalarının hayalleri uğruna geri plana atmalarına neden oluyordu.

Yine de kazara, insanlığın büyük çıkarları yerine kendi “küçük” çıkarlarına öncelik verdiklerinde ise ayıplanıyorlar, onlar da zaten hazır oldukları için büyük bir mahçubiyete gark oluyorlardı.   

 

Bu davranış tipolojisinin dışına çıkıldığında?

 

Buraya kadar, önceki yazıyı okumamış olabilecekler için bir hatırlatma yapmış oldum… Sıra geldi, Kürtlerin kazara bu davranış tipolojisinin dışına çıkmaya eğilim gösterdikleri birkaç fiili duruma ve böyle yaptıklarında maruz kaldıkları tepkilere…

Hatırlatacağım üç örneği de Çözüm Süreci yılları içinden seçtim. Neden böyle yaptığımı tahmin edebilirsiniz: Çünkü bu süreç, Kürtlerin en temel, en öncelikli, en zaruri ihtiyaçlarıyla bağlantılıydı ve dolayısıyla onu koruyup esirgemeye çalışmalarından daha doğal bir şey olamazdı.

Üç örnekten ikisi (Gezi, 2013 ve 17-25 Aralık 2013) bütün Türkiye’nin ortak gündemiydi, dolayısıyla onlara kısaca değinip geçeceğim. Üçüncü örnek ise Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AK Parti) ilk kez koalisyona muhtaç bırakan 7 Haziran 2015 seçimleri…

O seçimin sonrasında Kürt siyaseti içinde çok ilginç fakat gün yüzüne çıkmamış bir tartışma yaşandı. Konumuzla  doğrudan bağlantılı bu tartışmayı, ilk ikisinin tersine  daha geniş olarak ele alacağım.

 

Gezi olayları ve 17-25 Aralık soruşturması

 

Abdullah Öcalan, 2013 Nevruzunda yayımladığı mesajda (ki o zaman Çözüm Süreci fiilen başlamıştı), "Türklerle Kürtlerin 1000 yıllık İslam kardeşliği"nden söz etti. Bu, sol ve laik çevrelerde ciddi bir rahatsızlığa yol açtı. Selahattin Demirtaş bu tepkilere ince bir istihza içeren şu cümlelerle cevap verdi:

"Şimdi 1000 yıl önce o topraklarda Kürtler ve Türkler karşılaştıklarında, o toprakları birlikte yurt edindiklerinde, o halkları bir arada tutan şey İslamiyet'ti. Buna atıfta bulunmak niye rahatsız ediyor bazılarını? (…) Şimdi bazı çevreler, bu gerçeği ilk kez duymuş gibi feveran ediyor. Soruyorum, bunlar Türklerle Kürtlerin ilk kez Cihangir'de mi karşılaştığını düşünüyorlar?"

Mücahit Bilici’nin işaret ettiği Kürt davranış tipolojisini düşündüğümüzde, Selahattin Demirtaş’ın sözleri aslında çok cesurcaydı. Çünkü evrenselci bir kurtuluş ideolojisinin mensuplarına, “kusura bakmayın, bu defa kendi ihtiyacımızı öncelemek istiyoruz ve bunda kararlıyız” demiş oluyordu.

Kürtler, bu sözlerden birkaç ay sonra patlayan Gezi olaylarında hükümet karşıtı protestolara katıldılar, fakat aynı anda Çözüm Süreci’ni esirgemeyi her şeyin önüne koyan bir hassasiyet sergilediler. Sonuçta bedelini, “ülkenin demokratik geleceğini önemsememek”, “tek başına kurtulmaya çalışmak” gibi suçlamalara maruz kalarak ödediler.

Benzer bir süreç 17-25 Aralık (2013) yolsuzluk soruşturmalarında yaşandı. Halkların Demokratik Partisi (HDP) bir yandan yolsuzluk iddialarının soruşturulması ve parlamento gündemine taşınması için çaba gösteriyor, öbür yandan birinci yılını henüz doldurmuş Çözüm Süreci’nin zarar görmemesi için çaba sarf ediyordu. Fakat göze batan ve öne çıkarılan bu ikinci oldu; Kürtler bir kez daha “ülkenin demokratik geleceğini önemsememek”le suçlandı ve ayıplandı.   

Bu suçlamalar ve ayıplamalar, Kürtlerin içinde zaten var olan rahatsızlığı harekete geçirdi; mahçup oldular ve hızla “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” şiarının gerektirdiği davranış kalıbı doğrultusunda hareket etmeye başladılar. Bu davranış kalıbının en önemli parçası, Çözüm Süreci’nde partneri olan iktidar partisinden uzaklaşmaktı (aynı isteğin, yeni ittifaklara yönelen iktidar partisi için de geçerli olduğunu unutmadan…).

 

7 Haziran 2015 seçimleri ve AK Parti-HDP koalisyonu ihtimali

 

7 Haziran 2015 seçimlerine işte bu ruh haliyle girildi ve seçim sonrasında belki mümkün olabilecek bir AK Parti-HDP koalisyonu ihtimali böylece ortadan kalkmış oldu.

Kurulabilseydi, Türkiye’de bambaşka bir yakın tarihe imkân verecek olan böyle bir koalisyon, esasen Kürt siyasetinin ‘bencillik’ etmeyip Türkleri de kurtaracak daha radikal bir çözüm peşinde koşmaları nedeniyle gerçekleşmedi. (Ben şahsen böyle bir koalisyon kurulabilseydi, bunun  Kürtler için de Türkler için de en radikal ve en doğru adım olacağına inananlardanım.)

Yukarıda, 7 Haziran 2015 seçimlerinden  sonra Kürt siyaseti içinde çok ilginç fakat gün yüzüne çıkmamış bir tartışma yaşandığını söylemiştim. Bu tartışma, HDP’nin AK Parti ile koalisyon kurmasına dairdi ve bu fikir bir aşamada bizzat PKK’nın fiili lideri Murat Karayılan tarafından açığa vurulup desteklenmişti.

Şimdinin siyasi atmosferinin duygusuyla yaklaşınca, 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra bir AK Parti-HDP koalisyonu deli saçması gibi görünebilir. Hatta o zaman bile öyle görünüyordu; düşünün ki HDP “koalisyon” denince “CHP-MHP-HDP olabilir, fakat AK Parti-HDP asla” diyordu.

Fakat Kürt siyaseti içinde AK Parti’yle koalisyon kurup bu sayede Çözüm Süreci’ni akamete uğratmama ve yönünde bir eğilim de vardı.

 

Karayılan, HDP’nin koalisyon yaklaşımına karşı çıkıyor

 

Murat Karayılan, Fırat Haber Ajansı’nda yayımlanan söyleşisinde bu eğilimi açığa vururken HDP’yi de eleştirmekten geri durmamıştı:

“HDP’nin de bu konuda dar yaklaşımları vardır. (…) Bu konuda ‘ben filan kesimle koalisyona girmem’ türünden açıklama ve tutumlarda da bana göre duygusallık vardır. Bu siyaseten pek doğru da değildir. Öyle kendini bazı şeylere hapsetme yerine ilkeler üzerine konuşmak önemlidir.”

Biliyorsunuz, HDP’nin “koalisyona girmeyeceğini” kesin bir biçimde zikrettiği sadece bir “filan kesim” vardı, dolayısıyla bu eleştirinin nereye gittiği çok açıktı.

Karayılan’ın Fırat Haber Ajansı’na verdiği uzun söyleşinin hemen her tarafına serpiştirilmiş, döne döne tekrar edilen bir nokta vardı: Kürt meselesinin hızla çözüme kavuşturulması ve bu amaçla çözüm sürecinin duraklatılmasının önüne geçilmesi…

Karayılan, söyleşi boyunca bu meselenin her şeyin önünde olduğunu ve onu erteleyecek hiçbir siyasi gelişmenin kabul edilemeyeceğini defalarca tekrarlıyordu.

HDP’ye ve Kürt sorununun çözümünün “Türkiye’nin demokratikleşmesi”nden sonraya ertelenmesini isteyen çevrelere karşı da keza sert eleştiriler getiriyordu:

“Kimse bize, ‘HDP seçimlerde başarılı sonuç elde etti; daha ne istiyorsunuz?’ demesin. Doğru; bu başarı küçümsenecek bir başarı değildir. (…) Ama Kürt sorunu çok ağır ve derinlikli bir sorundur. Bu başarı Kürt sorununun çözümünü dayatmış, çözüm koşullarını olgunlaştırmıştır.”

Karayılan, “Çözüm Süreci”ni unutup “onurlu mücadeleci bir muhalifliğe” soyunmuş görünen HDP’ye de şöyle sesleniyordu:

“Bu devlet bu sorunu çözüp Türkiye’yi demokratikleştirmek istiyor mu, istemiyor mu? Çünkü koalisyonların kurulmasında ana eksen budur. HDP’nin yaklaşımlarının dar olduğunu da zaten bu açıdan belirttim. HDP sanki böyle bir sorun yokmuş gibi, ‘biz onurlu mücadeleci bir muhalefet olacağız’ diyor. Hele önce sorunun çözümünü netleştirelim. Çözüm nasıl olacak? Kürt sorunu çözülmeden Türk devleti ileriye dönük tek bir adım atamaz. Kürt sorunu çözülmeden demokratikleşme namına ne söylenirse palavra olur.”

Yani Karayılan, bir yandan Kürtlerin acil ihtiyaçlarını önceliyor, bir yandan da

Türk solcularını ve liberallerini ‘Bakın bu hepimiz için daha iyi’ diyerek ikna etmeye çalışıyordu.

Ne var ki onun bu sesi (ve muhtemelen temsil ettiği başkalarının sesi) hiç duyulmadı bile. Çünkü gerek Kürt siyasetinin başka temsilcileri ve gerekse de Türk solunun ve liberallerinin kahir ekseriyeti daha radikal bir ‘kurtuluş’un peşindeydi ve böyle ‘bencil’ yaklaşımlara prim vermeleri beklenemezdi.

Kürt siyasetinin, kazara kendi duvarını örme fikrine meylettiğinde başına neler geldiğini gösteren başka örnekler de var, fakat bu kadarının yeterli olduğu kanaatindeyim.

 

 

 

- Advertisment -