Ana SayfaYazarlarLaik-sol muhalefet uyduruk senaryolara neden ihtiyaç duyuyor?

Laik-sol muhalefet uyduruk senaryolara neden ihtiyaç duyuyor?

 

6 Ağustos tarihli, “‘Ben palavrayım’ diye bağıran iddialar ve muhalif ruh hali…” başlıklı yazımın son paragrafı şöyleydi:

“Perşembe günü Türkiye’de gerçek hukuksuzlukların neden ‘muhalif ruh’u ‘kesmediğini’, neden ilave ve fakat uyduruk senaryolar yaratma ihtiyacı duyduğunu kendimce izah etmeye çalışacağım… Cevabı zor bir soru; bu konuda fikirleri olan okurlarımın görüşlerinden istifade etmek isterim.”

Bu yazıda önce bana yazan okurlardan bazılarının görüşlerini özetleyecek, sonra da kendi ilavelerimi dikkatinize sunacağım.

İki okurum, kendi çevrelerinde yaşadıkları ‘uyduruk senaryo’ örneklerini anlatmış. Bu yazıyı çok uzatacağı için o örneklere yer vermeyeceğim. Sizin de katkılarınızla bu tartışmayı sürdürürsek, sonraki yazılarda anlatabilirim.

Bu yazıda sadece ‘neden?’ sorusuna cevap teşkil edecek mektuplar gönderen okurların görüşlerini aktarmakla yetineceğim.

 

Uyduruk senaryolara ihtiyaç duymanın psikolojisi

 

Bir okurum esaslı bir psikolojik tahlil yapmış. Mektubunun o bölümünü kısaltmadan sunuyorum:

“İlk sorudaki ‘muhalif ruhu kesmeyen' gerçek hukuksuzluklar’ laik kesimin psikolojik ergenliğinde eriyip giden detaylardır sadece… Ayakları havada, içinde olduğu toplumu pek tanımayan, kendi hasletlerinin kalitesinden fazlasıyla emin ve hak ettiği dünyanın ona ebediyen sunulması gerektiği beklentisi içindeki laiklerin 'gerçeklerle' yetinmesini nasıl bekleyebiliriz? İtiraf etmem gerek ki bu noktada onlara doğal bir sempati duyuyor, ömrünü malikanesinde geçirmiş, elini soğuk sudan sıcak suya sokmamış eski saraylı hanımefendilere benzetiyorum. Layık oldukları hayatın görkemi ile mukayese edildiğinde, bu hanımefendinin malikanenin bostanında yaşanmış gerçek bir hukuksuzlukla 'gerçek' bir ilişki kurmasını nasıl bekleyebiliriz?

“İkinci sorunun ise söz konusu malikanenin çoğunlukla genç bey ve hanımefendilerinin yaşadığı tatminsizlikle ilişkili olduğunu söylemek isterim. Ebeveynleri gibi kendilerini merkeze alan ve öteki ile arasında aşılmaz bir hiyerarşi kuran bir tavır onları 'kesmiyor'. Onlar bostanda olup biten üzerinde kültürel ve kendilerince enetelektüel hakimiyetlerinin tadını çıkarmak istiyorlar. (Buna literatürde siyaset yapma güdüsü de denebiliyor). Ancak bu istek ötekilerle aralarındaki hiyerarşiyi daraltıyor ve mazAllah olası bir eşitlenmeyi ifade edebiliyor. Dolayısıyla ötekilerin söz konusu eşitliğe imkan vermeyecek şekilde 'alt düzey' davranışlar sergilemesi insanın yüreğini soğuttuğu gibi, akla da yakın geliyor. Ontolojik olarak hak etmeyenlerin 'gerçekte' başarılı olabilmesinin sırrı muhakkak ki söz konusu güruhun, yani ötekilerin 'insanlıktan düşkün bir gerçekliğe' yatkın olmalarındandır… Laik malikanenin sakinleri görmeyip duymasalar bile, ötekilerin bu tür arayış ve davranışlar içinde olduğunu 'bilirler'… O nedenle bu tür uyduruk senaryolar onları şaşırtmamak bir yana, ne denli bilgili ve haklı olduklarının bariz kanıtları olarak zihin ve gönüllerinde kalıcı yer alabilmekte.”

 

Hiyerarşik üstünlük duygusunu tatmin aracı olarak…

 

Okurum, şayet yanlış anlamıyorsam, laik kesimin ürettiği ‘senaryo’ların, bu kesimin hiyerarşik üstünlük duygusunu meşrulaştırmak ve tahkim etmek gibi bir işleve sahip olduklarını söylüyor. Çünkü salt somut hukuksuzluklar ve haksızlıklar zemininde bir muhalefet, zımnen, hiyerarşinin olmadığı gibi bir algıya yol açabilir. İşte muhalif ruh, nedenini anlamaya çalıştığımız uyduruk senaryolara, bu ‘eşitlik tehlikesi’ni bertaraf etmek ve muhalefet ettiği iktidar ile onu destekleyen toplumsal kesimlerin ‘düşük statülerini’ vurgulamak için başvurmaktadır.

Biraz daha açarsak: Salt somut hukuksuzluklar ve haksızlıklar üzerine yürütülecek bir teşhir-propaganda faaliyeti kendi başına ‘karşı taraf’ın düşük statüsünü açığa çıkarmaya yetmez. Çünkü bu türden hukuksuzluklar ve haksızlıklar pekâlâ ‘bizim’ iktidarımızda da karşımıza çıkabilir, nitekim geçmiş iktidarlar(ımız) döneminde böyle örneklere rastlanmıştır.

Fakat uyduruk senaryolarla oluşturulmaya çalışılan ve ‘karşı taraf’ın kimliğinin bir parçası kılınmaya çalışılan şey, ‘bizde’ asla olmayan ve olmayacak olan bir şeydir. Bu özellikler ancak daha düşük statülü bir kimliğin parçaları olabilir ve ‘biz’ o özellikleri onlara yapıştırarak kendimizi hiyerarşik olarak üstün kılarız.

Bence okurumun palavra üretiminin hangi psikolojik ve sosyo-psikolojik ihtiyaçtan kaynaklandığına dair izahı gayet ikna edici.

Feyza Şişman adlı okur ise twitter’da meselenin yine psikolojik yanıyla ilgili sayabileceğim bir tweet paylaşmış. Şöyle diyor:

“Ben de çok yanıt aradım, neden gerçekten? (…) Gerçek nefret kadar keskin; korku, parçalanmışlık ve kaybetmek kadar kesif duygular yaratmadığı için mi?”

Feyza Şişman sanırım, ‘statü’ olarak kendilerinden aşağıda birileri tarafından yönetildiklerine inananların biriktirdiği büyük öfke ve nefrete işaret ediyor ve bu duygularını ancak işte böyle uydurulmuş senaryolarla dindirebildiklerini söylüyor ki, bence bu izahta da önemli bir doğruluk payı var.

 

‘Bostan’da üreyen senaryolar…

 

Galiba meselenin psikolojik boyutu neredeyse bütünüyle laik-sol muhalefetin bu ‘hiyerarşi’ ve ‘statü’ iddiasıyla bağlantılı… Mektubundan alıntı yaptığım ilk okurumun ‘bostan’ metaforunu hatırlayın; birileri malikânede, birileri de bostanda yaşarken hiçbir sorun çıkmıyor, malikânedekiler sinirlenmiyor, dolayısıyla bostandakilerle ilgili uyduruk senaryo üretme ihtiyacı duymuyorlardı. Fakat ne zaman ki malikânedekilerin çocukları ile bostandakiler temas etmeye başlıyor, işte o zaman sinirler de gerilmeye başlıyordu.

Nasıl gerilmesin? Bostandakiler, her şeylerine, hatta ‘çağdışı’ tüketimlerine bile saygı gösterilmesini istiyorlardı. Kendisini “satıhta bir muhalif” sayan başka bir okurumun dediği gibi:

“Parayla iPhone, dildo, kahve almak makbul; ipek başörtüsü, tesbih, Kuran almak değil. Bütün tüketimler eşittir, ama bazıları daha eşittir misali, ölümüne savunulan bireysel hakların, başkalarının ellerinde, onların istediği şekilde bireyselleşmesi bizi çıldırtıyor.” (Bu okurum bana çok uzun ve çok ilginç bir mektup yazmış, belki ilerde tamamını yayımlarım. Fakat burada, kendisini nasıl tanıttığına dair, mektubunun ilginçliği hakkında da ipuçları barındıran satırlarını aktarmadan geçemeyeceğim: “Yaş 32, yer İstanbul, artı mürekkep yalamışlık, artı yurtdışı yaşamışlık, artı beyaz Türklük… Satıhta bir muhalif posteri olarak üretilebilirim. İnançsızlık, var; yabancı dil, iki tane; Batılılık, had safhada. Yaşamımı ‘yerli ve milli’ kaplara sığdırmak nâmümkün. Milli sporcu olmuşluğum var, ama Amerika üniversite şampiyonluğum bana çok daha fazla şey ifade ediyor. Silah altına girmemek için önce kumbara bir üniversiteye, sonra da muaf olmak için direkt devlete para verdim.”)

Bu ‘beyaz Türk’ okurumun benzerleri kahir ekseriyetle ‘uyduruk senaryolar okulu’nda süper metinler yazmaya soyunurken, o kendini bu illetin dışında tutabilmiş.

Onun uyduruk senaryolara neden ihtiyaç duyulduğuna dair izahı da öbür okurların ‘hiyerarşi’, ‘statü’ temelli izahlarına epeyce yaklaşıyor:

“İnsanın iyi bir insan olduğunu hasımına göstermesinde hiç bir haz yoktur. İnsan iyi olduğunu, iyi bildiklerine göstermek ister. (…) Modern muhalif algoritması çalışmaya başladığı zaman, sonucu hep aynı veriyor. Çocuk gibi geliyor değil mi kulağa? Ama gerçek. Önce iyi insanla kötü insanı ayrıştırıyorlar, sonra olguları pay ediyorlar. Ondan sonra da yapılanı kutbuna göre bir kesime mal ediyorlar.”

 

Siyasete bakış ve uyduruk senaryolar ihtiyacı 

 

Meselenin psikolojik boyutu konusunda benim, okur mektuplarından derlediğim bu izahlara ilave niteliğinde bir sözüm yok. Yani, ben de meselenin psikolojik boyutunun neredeyse bütünüyle laik-sol muhalefetin ‘hiyerarşi’ ve ‘statü’ iddiasıyla açıklanabileceği kanaatindeyim.

Fakat ben psikolojik boyut kadar belirleyici olmasa da, laik-sol muhalefetin siyasi geleneğinin, siyaset algısının ve siyaset yapma biçiminin de uyduruk senaryolar imâlatında bir faktör olduğunu düşünüyorum.

Psikolojik boyutta nasıl laik-sol muhalefet kendisini farklı ve üstün görüyor ve bunun altını çizmek, kendisini iyice ayrıştırmak için uyduruk senaryolara ihtiyaç duyuyorsa, siyasi boyutta tam tersine, kendisiyle ‘onlar’ arasında bir fark göremediği için uyduruk senaryolara ihtiyaç duyuyor.

Biraz kapalı olduğunun farkındayım, açmaya çalışayım…

Eleştirdiğiniz şeyi aynıyla siz de taşıyorsanız, eleştirinizin etkili olmasını bekleyemezsiniz… Dışarıya itiraf etmezsiniz ama, aslında kendinizi bile ikna edemezsiniz…

Tartışma konumuza dönelim… Laik-sol muhalefetin mesela hukuksuzluklar, yolsuzluklar, liyakatsiz atamalar, adam kayırmalar vb. konularda yürüteceği muhalefet ne kadar sahici ve dolayısıyla etkili olabilir? Daha iktidara gelmeden bile benzerlerini kendi desteklediği partilerde gören biri, ‘gerçek’ üzerine kurulu böyle bir iktidar teşhirinden ne kadar etkilenir? (Kaldı ki kendi gündelik hayat pratiği de, yukarıda sıraladığım fenalıklara karşı göğsünü gere gere ‘hayır’ diyebilecek bir arka plan sunmamaktadır; on sene önce kaçak bina yapmıştır, daha dün bile bir işini görmek için tapuda rüşvet arayışına girmiştir ya da ‘elektriği kaçak olarak nasıl kullanabilirim’ diye beyin cimnastiği yapmıştır, vb.)   

Öte yandan, kullandığı hak ve özgürlükleri ‘hak verilmez alınır’ düsturunca söke söke almış değildir, onlar ona bahşedilmiştir ve dolayısıyla öznesinin sadece kendisinin olduğu uzun süreli, sabırlı bir siyasi mücadele yürütme yeteneğinden yoksundur.

Yani kendisinin, kendi siyasi geleneğinin, reel olarak desteklediği partilerin defoları ortada dururken… İlaveten siyasi tembellik, yüz yıldır birike birike artık bir ihtiyat haline gelmişken, o koşullarda gerçek hukuksuzluklar temelinde yürütülecek bir muhalefet ne kadar etkili olabilir? Bu temelde yürütülecek bir muhalefet, ondan beklenecek ‘öfke yaratma’ işlevini ne ölçüde yerine getirebilir?

Kanaatimce, ‘öfke yaratma’ kapasitesi yüksek uyduruk senaryolar, işte bu siyasi arka plan ve koşullar nedeniyle de bir ihtiyaç olarak beliriyor.

 

 

 

 

 

- Advertisment -