Ana SayfaYazarlar‘Mış gibi’ sivilliğin serencamı

‘Mış gibi’ sivilliğin serencamı

 

Türkiye’de ‘sivil’ sözcüğü ‘askerî olmayan’ anlamında yaygın (ve yanlış) bir kullanıma sahip… Hiç unutmuyorum, yıllar önce, askerlerce işlenmiş suçların bir bölümünün (darbe girişimi vb.) askerî yargıda değil de adlî yargıda ele alınmasına ilişkin tartışmalar sırasında gazete sayfaları ‘sivil yargı’ sözcüğüyle dolup taşmıştı.

 

Oysa ‘sivil’ kavramı, doğup geliştiği Batı siyasal kültüründe başlangıcından beri ‘devlet alanının dışında kalan’ anlamında kullanılıyor. Bu çerçevede: Evet, Türk Silahlı Kuvvetleri sivil değildir ama, Dışişleri Bakanlığı da Kültür Bakanlığı da ‘sivil’ değildir. Evet, askerî mahkemeler sivil değildir ama onların dışında kalan mahkemeler de sivil değildir; her ikisi de devlet alanının içindedir çünkü.

 

Devletlerin, kendileri dışında inisiyatif kullanıp kendi ‘egemenlik’ alanlarını yaratan sivil toplum örgütlerine sempati duymaması, eşyanın tabiatı… Çünkü sivil toplumun alanının genişlemesi, her zaman devletin alanının daralması anlamına gelir.

 

Devletlerin demokratik nitelikleri ne kadar derinleşirse, sivil toplum karşısında duydukları tedirginlik o kadar azalır. Buna mukabil, sadece devlet alanını değil, toplumsal alanı da gözetlemek, denetlemek ve mümkünse zapt-u rapt altına  almak isteyen otoriter eğilimli devletler, sivil toplum örgütlerini kendi etki alanları içinde tutmak, gerekirse bastırmak için sürekli bir çaba içinde olurlar.

 

Doğrusu, demokratik gelenekleri ve kurumları yeteri kadar gelişmemiş ülkelerin sivil toplum örgütleri de, kendi devletleriyle aralarına mesafe koymaktan ziyade dirsek teması içinde olmayı tercih ederek onları fazla üzmezler.

 

Bunda, güçlü (gerektiğinde kahredici olabilen) devletlerle karşı karşıya bulunmanın getirdiği gerçekçiliğin, ürkekliğin ve yılgınlığın payı var kuşkusuz. Fakat devletlerin ideolojik temelli rıza üretme çabalarını da yabana atmamak lazım. ‘Devlet-millet birliği’ üzerinden yürüyen retorik, devlet alanının dışında etkili bir sivil alanın serpilip gelişmesinin önündeki en önemli ideolojik engellerden biri olarak her zaman devrededir. 

 

Kişisel tecrübe

 

1995’te, ‘ona da ona da lanet olsun’ duygusuyla İstanbul’u ve gazeteciliği terk edip Ayvalık’a yerleşmiş, bir yıl sonra da ‘uzaktan kumanda’yla yürütebileceğim bir ‘light’ gazetecilik işi bulmuştum: Bir sivil toplum dergisinin yayın yönetmenliği… Dergi, ülkedeki sivil toplum örgütlerini çatısı altında toplamayı hedefleyen bir vakfın yayın organı olarak düşünülmüştü. Vakfın tepe yöneticisiyle ilk buluşmada dumura uğradığımı hatırlıyorum. Eski bir eğitimci olan yönetici, “Sivil toplum örgütleri çok önemli” demişti bana, “Yabancı devletler kendi sivil toplum örgütlerini kullanarak bizim devletimizi yurtdışında baskı altında tutuyorlar, biz de kendi devletimize yardımcı olmak için hızla örgütlenmeliyiz!”

 

Türkiye’nin, ‘devlet dışı’ sivil toplum örgütlerinin bile ‘devlete yardımcı’ faslında düşünülen bir ülke olduğunu, bundan daha iyi ne anlatabilir?

 

‘Mış gibi’ sivil!

 

Sonraları, bu tecrübeyi ‘sahada’ doğrulayan muhtelif örneklerle karşılaştık: İktidarda hangi ideoloji varsa, toplum içinde ona yakın sivil toplum örgütleri ‘kendi’ devletlerini desteklemek üzere harekete geçiyor, bu arada da devletten kendilerini güçlendirecek adımların atılmasını talep ediyorlardı.

 

‘Sahada doğrulama’nın ilk örneğinin başlangıç tarihini, bana yukarıdaki diskurun çekildiği 1995 olarak alabiliriz… O tarihte Türkiye’nin İslamî kökten gelen siyasetçileri ilk kez bir koalisyonun parçası olmuş, Necmettin Erbakan da Başbakanlık koltuğuna oturmuştu.

 

Ne var ki, bir zamanlar Bülent Ecevit’in dediği gibi iktidardakiler muktedir değildi; muktedirler gûya iktidarın emri altındaydılar ama temel çalışma alanları, onları iktidardan alaşağı etmek için plan yapmaktan ibaretti.

 

Fakat dünya da değişmişti. Askerlerin eski usul ‘biz geldik’ deyip iktidar değiştirmeleri artık iyice zorlaşmıştı. İşte o aşamadan itibaren, ‘sivil toplum’ ve ‘sivil toplum örgütü’ kavramları, devlet bürokrasisinin (en çok da silahlı kanadının) diline sihirli bir sözcük olarak yerleşmeye başladı. Askerler, iktidarı alaşağı etmek için ‘sivil toplum’u yardıma çağırıyor, elini taşın altına sokma sırasının ‘sivil toplum’a ve onun örgütlerine geldiğini söylüyorlardı.

 

Laik-seküler ‘sivil toplum’ ve onun örgütleri, bu çağrıya büyük bir teveccüh gösterdiler. Öyle büyük bir maharet sergilendi ki, devlet içindeki karanlık örgütlenmelere karşı yürütülen ‘Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık’ eylemleri bile bu çağrının bir parçası kılınacak tarzda manipüle edilebildi.

 

Nihayet, 28 Şubat 1997’deki Milli Güvenlik Kurulu toplantısını izleyen süreçte amaçlanan sonuç alındı. Bu sonuçta, hükümete (iktidar) karşı devletin (muktedir) yanında yer alan ‘sivil toplum’ ile onun örgütlenmelerinin küçümsenmeyecek bir payı vardı.

 

2007: ‘Sivil toplum’ bu kez başarısız

 

2007’de, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını engellemek ve onun üzerinden yeni bir iktidar devirme planını hayata geçirmek üzere ‘sivil toplum’ yeniden göreve çağrıldı. Birincisi Nisan 2007’de Ankara’da gerçekleşen Cumhuriyet mitingleri çok sayıda sivil toplum örgütünün öncülüğünde düzenlenmiş görünüyordu, fakat organizasyonun en tepesinde, birkaç yıl önce Türk Silahlı Kuvvetleri’nden emekli olmuş ‘şahin’ bir general vardı: Şener Eruygur.

 

İlk mitingden bir hafta kadar önce Nokta dergisi, daha sonra sahihliğini Genelkurmay’ın da onaylayacağı 2004 tarihli bir belge yayımladı. Genelkurmay karargâhında hazırlanan ve altında ‘Aslan Güner, Korgeneral, İstihbarat Başkanı’ imzası bulunan belgede, ‘Toplumsal Gelişime Destek Faaliyetleri’ çerçevesinde işbirliği yapılacak sivil toplum kuruluşlarına ihtiyaç duyulduğu belirtiliyor, TSK ile müşterek hareket edebilecek sivil toplum kuruluşları listeleniyordu.

 

Belge, sivil siyasete müdahalenin tıpkı 28 Şubat’ta olduğu gibi o dönemde de sivil toplum örgütleri kullanılarak gerçekleştirilmeye çalışıldığını açık bir biçimde gösteriyordu. Elhak, laik-seküler sivil toplum örgütleri bu dönemde de ‘devlet için’ üzerlerine düşeni fazlasıyla yerine getirdiler, ne var ki girişim 28 Şubat’taki gibi başarılı olamadı.

 

Dindarların iktidarında dindar sivil toplum örgütleri

 

O son girişim başarılı olamadı ve sonrasında bildiğimiz şeyler yaşandı. İktidar, iktidarını konsolide etti ve zaman içinde ‘hükümet’ ile ‘devlet iktidarı’ arasında ayrım yapmak anlamsızlaştı.

 

Yeni dönemde iktidara yakın sivil toplum örgütleri ile iktidar arasındaki ilişki giderek eski ilişkilere benzemeye başladı. İktidar, dindar sivil toplum örgütlerinden mutlak bir destek bekliyor, sivil toplum örgütleri de bu desteği esirgemiyordu. Sivil toplum örgütleri, kutuplaşmanın da beslediği bir hevesle, devletle arada olması gereken eleştirel mesafeyi tamamen daraltmış, bu yanıyla hükümet yanlısı medya gibi salt bir propaganda aracına dönmüştü.

 

İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH) ile hükümet arasındaki İsrail’le anlaşmadan sonra büyüyen gerilim, devletle sivil toplum örgütleri arasındaki ilişkinin karşılıklı rızayla bu şekilde biçimlendiği bir dönemde ortaya çıktı.

 

İktidar, tıpkı önceki iktidarlar gibi ‘kendi’ sivil toplum örgütlerinin devletle tam uyum içinde olması gerektiğini düşündüğü için, İsrail’le anlaşmayı eleştiren İHH’ya sert tepki verdi.

 

İktidarı destekleyen sivil toplum örgütlerinin kahir ekseriyeti de İHH’ya cephe aldı ki, bu da şaşırtıcı değildi. Çünkü onlar da sivil toplum örgütlerinin esas görevlerinin ‘kendi’ devletlerinin aldığı kararlara uyum gösterip onları desteklemek olduğuna inanıyorlardı.

 

En sonunda da zaten, İHH, eleştirilerinin çarpıtılarak yanlış anlamalara yol açıldığından şikâyet etti ve “İsrail’le örtünen çıplak kalır” atasözünü Cumhurbaşkanı’nı eleştirmek için kullanmadıklarını vurgulayarak kamuoyundan özür diledi.

 

Böylece bir kez daha anladık: Toplumun düşüncesinde ve duygusunda devletin yeri böyleyken, o toplumun içinden çıkan sivil toplum örgütleri de ancak bir noktaya kadar ‘devlet alanının dışında’ kalabiliyorlar.

- Advertisment -