Ana SayfaYazarlarNaif bir yazı...

Naif bir yazı…

 

Bütün bir ülkeyi mahvedecek, toplumu ağır bir travma içine sokacak bir bela henüz savrulmuşken; hatta bazı yorumlara göre belanın ardçı sarsıntıları ve yeni dalgaları beklenirken, belaya maruz kalanların ruh hali tam beklendiği gibi seyrediyor: Coşkulu, sevinçli, özgüvenli, öfkeli, sert, tavizsiz, talepkâr kalabalıklarla karşı karşıyayız.

 

Bu kalabalıklar sokaklarda, birinci dereceden pay sahibi oldukları zaferlerini kutlamaya devam ediyor. Böyle durumlarda, o kalabalıklar hakkında kalem oynatanlardan sadece övgü ve alkış beklenir. Böyle durumlarda hem bunu yapıp hem de ‘kitle ruhu’nun taşıyabileceği tehlikelere dikkat çekmek faydasız bir iştir. Çünkü sizi kimse duymayacak, duymak istemeyecektir.

 

İşte bu nedenle başlıkta ‘naif bir yazı’ dedim, fakat olsun, ben yine de düşündüklerimi yazacağım.

 

Kitle ruhu ve kişisel bir tecrübe

 

Kitlesel eylem, duyguların kartopu gibi büyüdüğü, yeterince yoğunlaştığında önüne geçilemez maddi bir güç haline geldiği bir eylemdir. En tipik özelliklerinden biri de, kitleye hangi ruh hakimse, o ruhla pek fazla ilgisi olmayanları da içine çekip dönüştürebilmesidir.

 

Bu çerçevede epey şey okumuştum ama hiçbir teorik bilgi, 1978’de henüz 26 yaşında bir gençken yaşadığım bir tecrübe kadar öğretici olmamıştı.

 

Şimdi uzunca bir parantezle size bu tecrübeyi aktarmak istiyorum:

 

24 Aralık 1978’di, Kahramanmaraş’ta beş gündür devam eden olaylar kanlı bir zirveyle sona ermişti.

 

O zamanlar üyesi olduğum Türkiye İşçi Köylü Partisi’nin (TİKP) yayın organı günlük Aydınlık gazetesi akşam saatlerinde ikinci baskı yapmış, “Maraş’ta 500 ölü” manşetiyle çıkmıştı. Tesadüf, o gün ilçe binasında bir toplantı vardı. Parti merkezinden gelen, “Gazeteden ikinci baskıyı gönderecekler, mahalleleri ve kahveleri dolaşarak satın” talimatı doğrultusunda ilçe binasından kimsenin gitmemesini sağladık. Yaklaşık 100 kişiydik. Bir saat kadar sonra gazeteler geldi ve biz elimizdeki gazeteleri satarak Alibeyköy’de dolaşmaya başladık.

 

O zamanlar Alibeyköy’ün merkezinde bir binanın ikinci katında çalıştırılan, çok dik merdivenlerle çıkılabilen bir kahve vardı. Ben ve dört-beş arkadaşım yukarı çıktık, masaların arasında dolaşarak, tahmin edebileceğiniz sloganların eşliğinde gazete satmaya başladık. Biraz sonra fark ettik: İçerde, bir bölümü eski mahalle arkadaşlarımız olan, fakat yıllardır selamı sabahı kestiğimiz 15-20 kişilik bir Dev-Sol grubu vardı.

 

Kahvede derhal bir gerilim oluştu, fakat hiçbirimiz bize saldırabileceklerini düşünmedik, ne de olsa ortada çok acı bir durum vardı ve onlar kendi gazetelerini satıyor olsalardı, bizim kullandığımız sloganları atarak satacaklardı.

 

Biraz sonra bunun fazla iyimser bir tahmin olduğunu anladık. Aşağıdaki yüze yakın insanın varlığından habersiz, bizim hepi topu beş-altı kişi olduğumuzu düşünen grup bir anda çullandı üzerimize. Biz kendimizi korumaya çalışarak merdivenlerden aşağı koşmaya başladık, o arada kafamıza epeyce sandalye de yedik. Grup, bizi izleyerek aşağıya, binanın dışına kadar geldi ve orada yüz kişinin arasına düşüverdi.

 

Bir kişi hariç, grubun tamamı o ilk şaşkınlık anından yararlanıp kaçtı. Kalan bir kişi öfkeden deliye dönmüş kalabalığın içinde kalıverdi. Demir çubuklar birbiri peşi sıra yerde yatan ve bütün gücünü kafasına darbe almamaya harcayan o tek kişinin üzerine inmeye başladı.

 

16-17 yaşlarındaki Dev-Solcu genci korumak için kendimi boylu boyunca onun üzerine attım, bir yandan da “ne yapıyorsunuz, öldürmek mi istiyorsunuz” diye bağırıyordum. Bizimkiler, davranışıma bir anlam verememiş, şaşkınlık içinde kalmışlardı. O birkaç saniye içinde yerde yatan gencin üzerinden kalktım, kalkarken de kulağına “hemen kaç” diye fısıldadım. O da fırsatı değerlendirdi ve kaçtı.

 

Gazete satışı bitti, ilçe merkezine döndük. Amaç, gazete satışı eyleminin bir değerlendirmesini yapmaktı ama kimsenin öyle bir niyeti yoktu. Herkes benim “eylemimin” eleştirisinin derdindeydi. Bir “sosyal faşist”in hak ettiği cezayı almasını engellemiş, küçük burjuva zaafı göstermiştim.

 

Geçmişte kalmış imajları canlılıklarıyla hatırlayan biri değilim, fakat 1978’de yaşadığım olay bütünüyle gözlerimin önünde… En çok da, yüz kişinin bir kişiye yöneltttiği linç girişimine elinde demir çubukla katılan birkaç karıncaezmez arkadaşımı hatırlıyorum.

 

Böyle bir hatıraya sahip birinin, hak verdiği ve bütün kalbiyle desteklediği kitlesel eylemin coşkusundan çok, taşıdığı potansiyel tehlikelere odaklanması ve ‘aman ha’ uyarısı yapması normal karşılanmalı; umarım öyle olur.

 

Linç girişimleri

 

Yaşanmakta olan ‘demokrasi bayramı’nda beni en çok, eylemcilerin bir bölümünün içine girdiği linç hevesi ürküttü. Zanlıların cezasının hukuktan önce kalabalıklar tarafından verilmesine gelen itirazların zayıflığını ayrıca kaydetmek gerekir.

 

Öte yandan çok daha soğukkanlı ve sakin kalması gereken hükümet ve devlet yetkililerinin, bu nevi olaylar karşısındaki sessizlikleri de dikkat çekici. Ben ilk defa dün Başbakan Binali Yıldırım’dan bir itiraz sesi duydum. Fakat o da, evrensel hukuk ve ceza normları üzerinden değil, Silahlı Kuvvetler’in darbeci olmayan kesiminin mücadele azminin kırılmaması gerektiğine odaklanan bir itirazdı.

 

‘Çeteci askerle vatansever asker karıştırılmasın’ başlıklı haberi (Hürriyet, 18 Temmuz) okuyan bir linççinin, Başbakan onu kast etmese de, “demek ki linç ederken daha dikkatli olmalıyım” gibi bir sonuç çıkarması işten bile değildi.

 

Devlet yetkilileri bu dönemde söyledikleri her cümleye her zamankinden fazla dikkat göstermeli.

 

Darbecilerin sorgu videoları

 

Tamamı general olan ve darbeyi yönetmekle suçlananlarla ilgili yedi dakikalık bir video var, birçoğunuz izlemiştir. Hepsinin ağır bir biçimde darp edildiğini gösteren video Anadolu Ajansı’nın logosunu taşıyor.

 

Devletin resmi ajansının, henüz zanlı sıfatını taşıyan kişilerle ilgili böyle bir videoyu yayımlamasını nasıl yorumlamalı? Galiba, devlet düzeyinde ‘ibret olsun’cu bir yarar umuluyor bu ve benzeri videolardan. İyi de, bu videoyu seyredenler, devletin, resmî ajansı aracılığıyla kendilerine nasıl bir mesaj verdiğini düşündüler acaba? Benim aklıma, ‘vuruş serbest’ten başka bir şey gelmiyor.

 

‘İdam isteriz’ sloganları

 

Belli ki siyasi iktidara yönelik darbeyi engellemede bir numaralı rolü oynayan kitleler, önümüzdeki dönemde bunun karşılığında hukuku zorlayan bazı taleplerde bulunacaklar. Bir başka deyişle, kitlelerin darbelere ve darbecilere karşı direnme azminin kırılmaması ile devletin ‘hukuk devleti’ niteliğini tamamen ortadan kaldıracak talepler arasında bir gerilim olacak. İdam, kuşkusuz bu konuların başında geliyor.

 

Devlet yetkililerini her yakalayışlarında ‘İdam isteriz’ sloganı atan kalabalıklar karşısında Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın ilk tepkileri çok ilginçti.

 

Başbakan Yıldırım, darbe gecesini izleyen sabah kameraların karşısına geçtiğinde bir gazetecinin bu yöndeki sorusuna ‘İdam cezası Türk Ceza Kanunu’ndan kaldırılmıştır’ diye net bir cevap verdi. Fakat birkaç saat sonra Meclis’ten çıkarken, coşkulu kalabalığın ‘idam isteriz’ sloganlarına ‘böyle bir hakka sahipsiniz, biz de konuyu ela alacağız’ mealinde bir cevap vermek zorunda kaldı. Başbakan Yıldırım, dün yeniden ilk konumuna döndü ve “idam konusunun aceleye getirilmemesi gerektiğini” söyledi.

 

Aynı gün Cumhurbaşkanı Erdoğan Kısıklı’da evinin önünde halka hitap ederken iki kez duymazlıktan geldikten sonra üçüncü ‘idam isteriz’ karşısında, kalabalığı hoşnut edecek bir cevap verdi. Erdoğan, dün de CNN International’e, idam cezası kanunlaşıp önüne geldiği takdirde bunu onaylayacağını söyledi.

 

Benim izlenimim, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın şimdilik ‘günü kurtarmak’ üzere hareket ettiği ve bu fasılda ciddi çabalara girişmeyecekleri yönünde…

 

Fakat unutmayalım, kitleler ilk kez güçlerinin farkına vardı. Bundan mutlular, fakat aynı zamanda bu onları çok talepkâr yapmış görünüyor. Israrlarının dineceğini hiç zannetmiyorum. Hükümet ve devlet bu konuda çok zorlanacak.

 

Kitleler intikama inanabilir, fakat devlet, Yunanistan’ın eski başbakanı Karamanlis’in ünlü sözüyle “Demokrasi intikam almaz, hatırlar” demeli.

 

Umarım öyle olur.

- Advertisment -