Ana SayfaYazarlarNöbetleşe tahammülsüzlük, nöbetleşe zorbalık...

Nöbetleşe tahammülsüzlük, nöbetleşe zorbalık…

 

Yılbaşı kutlamalarına karşı İslami kesimden her yıl yükselen itirazların dozunun bu yıl biraz daha arttığı, hemen hemen herkesin ortak gözlemi…

 

Laik-seküler kesimler, bunun, kendi hayat tarzlarına karşı tahammülsüzlüğün giderek artmakta olduğunun yeni bir göstergesi olduğu kanaatindeler.

 

Muhafazakâr kesimlerde ise, bu yıl birilerinin sosyal medya üzerinden hadiseyi özellikle “alevlendirmeye” çalıştığı, yoksa ortada önceki yıllardan farklı bir durumun olmadığı görüşü hakim.

 

Gerçek ister öyle olsun ister böyle, laik-seküler kesimlerin hayat tarzları konusunda kötümser bir algı içinde oldukları muhakkak. Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidarları döneminde bu yönde olumsuz fiili düzenlemeler yapılmadığını kabul edenler dahi, önümüzdeki dönemlerde bunların gerçekleşmeyeceği hususunda emin olamadıklarını dile getiriyorlar.

 

Yani, algıları esas alarak konuşursak, toplumumuzun bir “nöbetleşe tahammülsüzlük” ve onun üzerinden yürüyen bir “nöbetleşe zorbalık” toplumu haline geldiğini söyleyebiliriz: Nasıl ki bir zamanlar laik-seküler çevreler “çağdaşlık” adına kendilerininkine benzemeyen hayatlara karşı tahammülsüzdüler, şimdi de aynı tahammülsüzlük bu kez İslam’ın vaz’ettiği doğrular adına kendilerine yöneltilmiş durumda… Algı böyle.

 

Toplumsal korkular bir kez ortaya çıktığında…

 

Toplumsal korkular bir kez ortaya çıktığında, onları giderme potansiyeli taşıyan olumlu gelişmeler, o korkuları besleyecek olumsuz gelişmelerin ağırlığı altında ezilirler; korku sahipleri her zaman olumsuz gelişmeleri öne çıkarma ve onların etkisi altında kalma eğiliminde olurlar.

 

Tam bu noktada, üniversitelerde başörtüsü yasağının kalkmasına karşı olanların büyük korkularının bütünüyle yersiz olduğunun anlaşılmasından sonra, bunun, daha genel hayat tarzı korkularını azaltacak bir unsur olarak hiç zikredilmemesini örnek gösterebiliriz…

 

Şimdi her şeyi unutmuş görünüyoruz, hatırlayalım, üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılmasının tartışıldığı yıllarda en büyük kaygı, bunun gerçekleşmesi durumunda başı açık kız öğrenciler üzerinde büyük bir “kapanma” baskısının oluşacağı ve buna direnilemeyeceği noktasında yoğunlaşıyordu. Tarhan Erdem gibi bir liberal bile, “AKP üniversitelerde türbanı serbest bırakırsa, iki sene içinde hiçbir üniversitede başı açık kız göremezsiniz” diyerek üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılmasına karşı çıkıyordu.

 

O tartışmalar geride kaldı, üniversitelerde “türbanın serbest bırakılması”nın üzerinden koca bir altı yıl geçti. Tablo ortada: Korku yersizmiş… Yersizmiş, fakat on yıllar boyunca bu korkuyla yaşayanların,  bu gelişmeyi daha genel hayat tarzı korkularını azaltacak bir unsur olarak içselleştirdiklerini söyleyebilir miyiz? Gerçeğin bu katılıkta ortaya çıkmasından sonra, bir kez bile bunu dile getirdiklerini duydunuz mu?

 

İstediğiniz kadar “haksızlık bu” deyin, toplumsal korkularda işler böyle yürüyor. O nedenle de, özellikle toplumu yönetenlerin, kendilerini dışlanmış hisseden toplumsal kimliklerin yaşam tarzı alışkanlıklarıyla ilgili olarak konuşurken kılı kırk yarmaları, hassasiyet gözetmeleri şart. Böyle yapmadıklarında da, sözlerinin belki bir olması gereken etkisinin kartopu gibi büyüyerek beşe, ona çıktığını görmeye hazır olmaları gerekiyor. Nitekim geçmişte bu türden sayısız örnek yaşadık. Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde açtığı bir tartışmanın mevcut korkuları nasıl da canlandırıp büyüttüğüne dair bir örneği burada bir kez daha hatırlayalım.

 

Başbakan Erdoğan ve kızlı-erkekli tartışması

 

2013’ün sonbaharını kaplayan “kızlı-erkekli” tartışmasını hatırlayacaksınız… Başbakan Erdoğan, bazı kız ve erkek öğrencilerin birlikte kiraladıkları aynı evi paylaştıklarını, bununla ilgili olarak toplumdan şikâyetler aldıklarını, şikâyetlere hak verdiklerini ve bunu ortadan kaldıracak bir düzenleme yapacaklarını açıklar açıklamaz ortalık karışmıştı. Çünkü özel konutlardan söz ediyordu Başbakan, devletin işlettiği yurtlardan değil. 

 

Tepkiler kartopu gibi büyüdü, AK Parti içine de sirayet etti ve nihayet bizzat Başbakan Erdoğan’ın yardımcısı Bülent Arınç da tartışmaya dahil oldu.

 

Kendi hayatlarını aynı değerlerin izinden giderek kuran ve öyle yaşayan iki siyasetçi arasında çok ilginç bir tartışma yaşandı… Aynı değerleri paylaşıyorlar, aynı hayatı yaşıyorlar, fakat “başkalarının değerleri” söz konusu olduğunda yollar ayrılıyordu… Şöyle konuşmuştu Arınç o günlerde:

 

"(…) Biz de evlat babasıyız, bizim de bir yaşantımız var. Toplumun da bir değerleri var. Bu değerlere uygun ne yaparsak ne konuşursak toplum bunu destekler ama bir de hukuk devletiyiz. Hukuk devletinde bu söylediklerimizi ne kadar yapabiliriz?

 

“Şimdi ev sahibi kiraya vermişse, tutacak insanlar da gelmiş tutmuşsa bunu önleyecek bir engel yok AB normlarında. (…) İyi veya kötü, doğru veya yanlış şimdi bizim standardımız artık bu noktaya geldi. Bu noktadan geriye dönüşü uygun görüyor muyuz? Herhalde görmüyoruz.”

 

AK Parti’nin en tepesinden gelen bu “herkesin hayatı kendine” tavrı, hayat tarzı tartışmalarını kökünden halledecek yegâne yaklaşımı ifade ediyordu. Aslında geniş bir destek de gördü. Muhafazakâr kitlelerin düşüncelerini ve duygularını yansıtan aydınların neredeyse tamamı, reşit insanların nasıl yaşayacakları hususunda devlete hiçbir sorumluluk ve görev düşmediğini yazdılar.

 

O günlerde “Çoğunluğun hassasiyetlerini gözetmeksizin, kendi bildikleri gibi yaşayan azınlıkların ‘mahalle baskısı’na hazır olmaları gerektiğini” yazan ve sert eleştirilerle karşılaşan İslami kesimin önde gelen kanaat önderlerinden Hayrettin Karaman dahi kızlı-erkekli öğrenci evleri konusunda devlet müdahalesine net bir biçimde karşı çıktı.

 

Fakat bunların hepsi unutuldu gitti, geriye sadece “kızlı-erkekli öğrenci evi istemiyoruz” diyen Başbakan Erdoğan’ın  gür sesi kaldı. Bir de, ilerde bunun ve benzerlerinin “şartlar uygun hale geldiğinde” mutlaka gerçekleştirileceğini düşünen ve korkuları kabartılan laik-seküler kesimler…

 

Bazen de söylemek gerekiyor

 

Türkiye’nin “nöbetleşe tahammülsüzlük” sarmalına girmiş bir toplum olmadığını gösterebilecek, sözleriyle ve tavırlarıyla bunu becerebilecek sadece bir kişi var, o da Cumhurbaşkanı Erdoğan.

 

Erdoğan’ın, hayat tarzı tercihleriyle ilgili olarak her fırsatı değerlendirmesi, her defasında, tıpkı Bülent Arınç’ın yaptığı gibi kendi değerlerine ters düşse de “herkesin hayatı kendine” diyebilmesi gerekiyor.

 

Mesela Erdoğan’ın Yılbaşı öncesi laik-seküler kesimlerin kutlama biçimlerine yönelik eleştirilere karşılık olarak, “Size ne, siz inandığınız gibi davranın, başkaları da yılbaşını nasıl kutluyorsa kutlasın” deseydi, nasıl bir toplumsal atmosfer oluşurdu?

 

Erdoğan’ın hangi değerlerin insanı olduğunu biliyoruz, dolayısıyla bu netlikte bir tutum onu içinden yaralayabilir de. Fakat toplumun bir kesiminin korkularını gerçekten izale etmek istiyorsa, bunu ancak bu netlikte davranarak ve sürekli böyle davranarak yapabilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

- Advertisment -