Ana SayfaYazarlarTaşra nefretini zarifçe göğsünde yumuşattı, ve...

Taşra nefretini zarifçe göğsünde yumuşattı, ve…

 

Bundan 10 yıl kadar önce kaleme aldığım portresinde, Şenol Güneş için “taşra nefretinin paratöneri” ifadesini kullanmıştım… Bakmayın siz bugünlerdeki itibarına; 2002’de dünya üçüncüsü olmuş milli takımın başında olmak dahi onu küçümseyici bakışlardan ve ithamlardan koruyamamıştı… Taşranın taşradan taşmasıyla 1990’larda kabarmaya başlayan taşra nefreti, “taşralılar”ın partisinin 2002’de iktidar olmasıyla birlikte zirveye ulaşmıştı, dolayısıyla o dönemde başarıya ulaşan taşralıların varlığı daha da katlanılmaz oluyordu. Başarılı taşralılara karşı “modernler”in büyütüp besledikleri nefretten Şenol Güneş’e de yüklüce bir payın düşmemesi şaşırtıcı olurdu… Hatta, aşağıda özetleyerek aktaracağım portresini okuduğunuzda, ona özel bir payın düştüğünü anlayacaksınız.

 

Peki Şenol Güneş ne yaptı bu nefretin karşısında? Hiçbir şey; o nefreti bir paratöner gibi emdi, efendiliğini korudu ve sabırla bekledi. Şimdi devran değişti, o artık yalnız “taşralıların” değil, “modernlerin” de el üstünde tuttuğu, saygıda kusur etmediği bir futbol adamı…

 

Şenol Güneş’in hikâyesi haksızlığa, adaletsizliğe, küçümsemeye mâruz kalmışların hak ve adalet mücadelelerinde ellerindeki en etkili silahın tevâzu, sakinlik ve sabır olduğunu gösteriyor. Mücadelelerini ancak böyle yürütenler en sonunda gerçek bir saygıyla anılmaya başlıyorlar, başarıları da teslim ediliyor… Böyle yapmayıp, bir zamanlar kendilerinin mâruz kaldıklarını başkalarına reva görenlerin “başarıları” ise görmezden geliniyor, çünkü Şenol Güneş gibilerin zarifçe üzerlerinden sıyırdıkları “nefret” duygusu öylelerine karşı câri kalmaya devam ediyor.

 

Demek ki Şenol Güneş’in hikâyesi, 10 yıl önce kaleme aldığım halinden epeyce farklılaşmış durumda…

 

Haksızlığa, adaletsizliğe, küçümsemeye karşı herkesin payına Şenol Güneşvari bir mücadele biçimi diliyorum. Bu vesileyle,  10 yıl önce kaleme aldığım, şimdi artık geçerli olmayan Şenol Güneş değerlendirmesinin kısaltılmış bir versiyonunu bir kez de Serbestiyet okurlarının dikkatine sunuyorum.

 

“Taşra nefreti”nin paratoneri (Aktüel dergisi, Aralık 2007)

 

 

(…) Girin internete, Şenol Güneş'in işini, düşüncesini ve yeteneklerini değil de, doğrudan kişiliğini (sık sık da kişisel tercihlerini) hedef alan çok sayıda malzemeye rastlayacaksınız.

 

Türkiye'yi tanımayan biri, ülkenin milli futbol takımını çalıştıran teknik direktörler arasında gelmiş geçmiş en iyi istatistiklere sahip olanının futbol bilgisine ilişkin olarak yazılıp çizilenleri okusa, acaba Türkler hakkında nasıl bir kanaate ulaşırdı? Futbol yazarı Ahmet Çakır, Türkiye'nin Şenol Güneş'in teknik direktörlüğünde dünya üçüncüsü olduğu yıl şöyle yazmıştı:

 

“Aradan 10 yıl geçip bu tartışmaları biri incelediğinde şaşkınlığa uğrayacak. Bakacak ki, futbol tarihimizin en parlak bilançosunu elde etmiş adam, en adi, en aşağılık saldırılara muhatap olmuş. Ama, bu memlekette böyle şeyler oluyor.”

 

Bunu, şununla kıyaslayın: Polonya Futbol Federasyonu, 1974'te ülkesinin milli takımını dünya üçüncülüğüne taşıyan teknik direktör Kazimierz Gorski'yi bütün turnuvalara götürüp alkışlatma kararı almıştı…

 

Orası da ülke, burası da ülke, peki bu fark nereden kaynaklanıyor? Nasıl oluyor da, dünya üçüncüsü takımın başındaki kişi, toplumun geniş bir kesiminde nefret objesi haline gelebiliyor? Futbol kamuoyunda neden bir “Şenol Güneş nefreti” var? Bu nefret salt futbol çerçevesinde kalınarak anlaşılabilir mi? Sanırım benim gibi birçoğunuz da bu soruların cevabını merak ediyorsunuz… Bu varsayımım doğruysa, Şenol Güneş portresinin yukarıdaki sorulara cevap çabasının etrafında örülmesine de bir itirazınız olmayacak demektir. Öyleyse, başlayalım…

 

Bir “taşra nefreti” nesnesi olarak Şenol Güneş

 

Ben, “Şenol Güneş nefreti”nin Türkiye'deki “taşra nefreti”nin futbol alanındaki tezahüründen başka bir şey olmadığı kanaatindeyim. Taşra nefreti, taşranın taşradan taşmasıyla başladı ve günümüzde de bütün şiddetiyle sürüyor. Tabii bu nefretin günümüzdeki akıl dışı boyutlara ulaşması için birkaç aşamadan geçmemiz gerekti. 1960'lar, 70'ler, 80'ler boyunca başta İstanbul olmak üzere büyük kentlere akan köy ve kasabalılar, “biz”e değmeden yaşadıkları sürece fazla bir sorun teşkil etmediler. Bunun en güzel göstergesi, başı kapalı kadınlara yönelik bir öfkenin o yıllarda ortaya çıkmamasıydı. Çünkü o zamanlar da vardılar fakat evlerimizde temizlikçi, okullarda ve işyerlerinde hizmetli olarak vardılar… Keza taşra erkekleri şehirdeydiler fakat henüz şehrin nimetlerinden bir şey talep ediyor değildiler… Ne zaman ki bunu talep etmeye başladılar, “biz”imle aynı caddeleri, sokakları, mekânları paylaşır oldular, işte o zaman külahlar değişti. Başı kapalı kızları üniversitelerde, okullarda, hastanelerde görmek istemediğimizi deklare ettik ve bunu zecrî tedbirlerle uyguladık. Davranışımızın gerekçesi “laiklik”ti ama gerçekte bunun altında  “sınıf nefreti”nin yattığını bal gibi biliyorduk.

 

Nuriye Akman bir söyleşide Şenol Güneş'e bunu bodoslamadan sormuştu: “Bazı kesimlerin sizi Milli Takım antrenörlüğüne layık görmemelerinin sınıfsal bir açıklaması var mı?.. Taşradan gelmeniz, onların İstanbullu oluşu da bir etken mi?”

 

Şenol Güneş'in o söyleşide bu soruya ve başka söyleşilerde benzer sorulara verdiği cevaplar, bu derin öfkeyi onun taa içinde hissettiğini gösteriyor.

 

Onun futbolcu olarak hiç buna benzer bir tepki ve öfkeyle karşılaşmadığının, fakat Milli Takım’ın lideri olduktan sonra bunlardan hiç kurtulmadığının altını özellikle çizmeliyim. Galiba futbol dünyasında futbolculuk, toplumsal hayatta evlerimizde, okullarda ve işyerlerinde çalışan başörtülü kadınlara tekabül ediyor. Ülke çapında bir futbol yöneticisi olmak da başörtülü öğretmenlere, memurlara, doktorlara…

 

Bakmayın siz “karizması yok, oturup kalkmasını bilmiyor, giyimden anlamıyor” sızlanmalarına… Hoş bunlar da belli bir sinirlilik yaratıyor, onu bazı gözlerde ve zihinlerde antipatik yapıyor ama asıl problem her zamanki gibi “kabul edilebilir” bir dindarlığın sınırlarında geziniyor olması… Kendi cümleleriyle şöyle bir dindarlık:

 

“Bizim işimiz futbol. Namazını kılıyorsa gitsin kılsın, başka bir şey yapıyorsa gitsin yapsın. Futbolcunun özgür olmasından yanayım. Dünya Kupası’nda, bulunduğumuz yer itibarıyla cuma namazı kılmak isteyen bir gruba, cami olmadığı için bir hoca gelmesinden niye rahatsız oluyor insan? Ama ben şimdi durup dururken, işimi bırakıp da camiye gidiyorsam o başka.”

 

İnsan tanımadığının düşmanıdır…

 

Geçenlerde bir arkadaşımla, nefret ettiği bir partiden ve o partinin nefret ettiği destekçilerinden konuşuyorduk… Laf döndü dolaştı, partinin mensubu olan ve arkadaşımın da hasbelkader tanıdığı birkaç kişiye geldi… Bu kişiler hakkındaki ortak kanaati, onların “pırıl pırıl” insanlar olduğu ve bu partiye hiç yakışmadıkları idi… Ben de ona, düşman bellediği hiç tanımadıklarının da böyle insanlara benzeme ihtimalinden söz ettim…

 

İnsanlar kendilerini ve çevrelerini işte böyle böyle çölleştiriyorlar… “Şenol Güneş nefreti”nden gözü hiçbir şey görmez hale gelen insanlar, onun iyi insanlığını da es geçiyorlar doğal olarak… Güneş'i çok iyi tanıyan ve internette hakkında çok sayıda makalesine rastladığım Hakan Kulaçoğlu neredeyse yalvarır gibi onun futbol adamlığını istediğimiz gibi eleştirmemizi, fakat insanlığına laf etmememizi telkin ediyor bize.

 

Onun insana duyduğu sevgi ve saygıyı gösteren, benim çok etkilendiğim bir anektodu sizinle paylaşayım (Aslı Ortakmaç'ın Güneş'le yaptığı söyleşinin Kore kariyeri  bölümünden aktarıyorum):

 

“'Yüzleri de isimleri de birbirine çok benziyordu. San-Yon, Çon-Yon, Lee-Yon ve sadece bir harfi değişik pek çok isim. Hem tanı hem çalıştır… Bu konuda daha önceki hocalar, futbolcularına uzun süre numaralarıyla seslenmeyi tercih ederken, tercümanı Sinan Ersoy, Şenol Hoca’nın bu sorunun üstesinden iki günde geldiğini söyledi. Bunun açıklamasını ise yine Güneş yaptı: 'Çünkü isimler önemlidir. Dikkatimi buna verdim…'”

 

Fakat ne böyle incelikleri ne de Hrant Dink'in ailesine taziye ziyaretine gidişi ilgilendirdi futbol kamuoyunu… Varsa yoksa karizma eksikliği, kılığı kıyafeti…

 

Bir defasında “Futbolun da entelektüelleri olmalı, fakat yok” diye yakınmıştı. Hayalini kurduğu entelektüelin tarifini ise şöyle yapmıştı: "Aydın, insanların gözünün içine değil önüne ışık tutmalıdır…"

 

Ne yazık ki o entelektüeller yok henüz. Baksanıza, internet, gözüne ışık tutulmuş on binlerin Şenol Güneş'i aşağılama çabalarıyla dolu!

- Advertisment -