Ana SayfaYazarlarİzlanda tarzı direniş

İzlanda tarzı direniş

 

330 bin nüfuslu İzlanda’nın İngiltere’yi eleyerek Avrupa Şampiyonası’nda çeyrek finale yükselmesi bütün dünyada sevinçle karşılandı. İzlanda yenince, adeta bütün ülkeler de yenmiş sayıldı, tabii İngilizler hariç!

 

Bu küçük ülkenin son 5-6 yılda gerçekleştirdiği futbol seferberliği, birçok futbolsever gibi benim de ilgimi çekiyordu. Alt yapıda ve lisanslı futbol antrenörlüğünde gerçekleştirdikleri büyük atılımdan az çok haberim vardı, fakat önceki günkü (27 Haziran) İngiltere maçından sonra bu başarının altında, çok daha derinde bazı kültürel-insanî özelliklerin de yatıyor olması gerektiğini düşündüm.

 

Parantez: Alt yapı ve lisanslı antrenör atağı

 

Beni bu tarzda düşünmeye sevk eden en önemli etmen, İzlanda millî takımının, dünyanın en güçlü millî takımlarından biri olan İngiltere’ye karşı sergilediği direnişin özel niteliği oldu. Fakat bu yazının asıl konusunu oluşturan ‘İzlanda tarzı direniş’ten neyi kast ettiğime geçmeden önce, bir parantezle bu büyük atılımın teknik alt yapısına dair birkaç bilgi aktarmak istiyorum (bilgileri, Alper Öcal’ın geçtiğimiz yıl Habertürk’te yayımlanan ‘İzlanda futbolu nasıl sıfırdan zirveye çıktı’ başlıklı yazısından derledim).

 

Şimdilerde FİFA sıralamasında 20’li sıralarda bulunan İzlanda futbol takımı çok değil 2011’de 124. sıradaydı. UEFA sıralamasında, yani Avrupa takımları arasında ise sadece beş  takımın üstünde yer alıyordu: San Marino, Andorra, Malta, Lüksemburg, Kazakistan. 

 

Çok özel, çok yoğun bir alt yapı ve futbol eğitimi seferberliği olmasaydı, bu durumun değişmesi pek de mümkün görünmüyordu. Çünkü aşırı soğuk hava ve çok sert rüzgârlar, zeminde top koşturmayı imkânsız kılıyordu. Salon-sahaların dışında birçok statta durum hâlâ öyle.

 

Geçtiğimiz yıl İngiltere’den İzlanda’ya transfer olan İngiliz futbolcu Henry Moyes, sahanın kuruluğundan şikâyet edip görevlilerden sahayı sulamalarını rica edince şu cevabı almış:

 

“Haziran’a kadar mümkün değil, aksi takdirde toprak donar.”

 

İzlanda Eğitim Direktörü Arnar Gunnarsson’un şu sözleri de İzlanda’nın futbol alt yapısının 1990’larını çok güzel anlatıyor:

 

"20 yıl önce futbol oynadığımda, kışın haftada sadece 1 kez antrenman yapabiliyordum. Basketbol ya da hentbol oynayarak kendimi hazır tutuyordum."

 

Rüzgârı ve karı defetmenin, yani sahanın donmamasını temin etmenin tek bir yolu vardı: Sahanın üzerini kapatmak. Böylece kapalı futbol sahaları projesi yürürlüğe kondu ve ilki 2000 yılında Keflavik şehrinde hizmete girdi. 15 yılda ülkenin çeşitli yerlerine 7 adet daha kapalı futbol sahası yapıldı. Bunların dışında ülkede 50X70 metre ölçülerinde 33 adet doğal/suni çim saha ile 13X23 metre ve 18X33 metre ölçülerinde 150’den fazla mini kapalı futbol stadı bulunuyor.

 

Bütün bunların sonucu olarak 7-8 aylık kış sezonunda profesyoneller dahi eskiden haftada bir kez idman yapabiliyorken artık 6-10 yaş grubu çocuklar haftada 3 kez, 10-14 yaş arası olanlar 4 kez, 14-18 yaş arası gençler 5 kez ve yetişkinler de haftada 6 kez çalışabiliyorlar.

 

Geçtiğimiz yıl itibariyle İzlanda’da toplam lisanslı futbolcu sayısı 21.508’di. Bu da nüfusun yüzde 7’sine tekabül ediyor. Aynı oran Türkiye’de binde 3.

 

İzlanda’nın olağanüstü futbol atağının bir ayağını da UEFA lisanslı futbol antrenörleri oluşturuyor. Ülke genelindeki teknik direktörlerin yüzde 70’inde B, yaklaşık yüzde 30’unda da A lisansı var. Nüfusa oranlandığında, Avrupa’da bu sayıya yaklaşan hiçbir ülke bulunmuyor.

 

İzlanda tarzı direniş

 

Fakat yukarıda dediğim gibi, İzlanda millî takımının, dünyanın en güçlü millî takımlarından biri olan İngiltere’ye karşı sergilediği direnişi izledikten sonra, bunun sadece alt yapıyla sağlanamayacağını düşünmeden edemedim.

 

Peki, ben nasıl bir direnişten söz ediyorum? Bu direnişin kendine haslığı nereden geliyor? Sanırım önce bu noktaya bir açıklık getirmeliyim.

 

Çok güçlü bir takıma karşı oynarken öne geçen takımların, galibiyeti korumak için nasıl geriye yaslanıp futbolu katlettiğini hepimiz biliyoruz. Fakat İzlanda takımı, futbolu galibiyetten çok ‘güzel oyun’ için izleyen has futbolseverlerin bile her zaman anlayışla karşıladığı bu genel kabul görmüş direnme biçimine prim vermedi: Bir yandan savunmanın gereklerini yerine getirip rakibe pek az pozisyon verirken, diğer yandan gol kovalamayı sürdürdü. Hayır, savunmayı ceza sahası çizgisi üzerinde kurup kontratakla gol arayan bir takımdan söz etmiyorum. Tersine, İzlanda takımı, kendi sahasından çıkmakta olan İngiltere’yi her defasında sahanın tümüne yayılmış olarak karşıladı. Bu, mutlak favori olan bir takıma karşı öne geçmiş ‘zayıf’ bir takımın oyun anlayışı değildi ve daha önce böylesine hiç rastlanmamıştı.

 

İzlanda takımının sergilediği bu direniş biçimi, oyuna ve oyunu izleyenlere duyulan saygının galibiyetten daha önemli olduğu ‘yüce’, ‘şövalyece’ bir anlayıştan mı kaynaklanıyordu… Yoksa, galibiyetin, hep yapıldığı gibi ‘Çanakkale geçilmez’ savunmasıyla değil, kendi oyununu bozmadan ve gol aramaya devam ederek daha iyi korunabileceğine ilişkin bir futbol anlayışından mı?

 

Birinci ihtimal neden gerçekçi değil?

 

Birinci ihtimal için ‘ah, keşke’ desem de, bunu gerçekçi bulmuyorum. Çünkü biliyorum ki, dünyamız, reklam yazarlarının ‘Sizce hayatta ikinci olmanın bir anlamı olabilir mi?’yi (bir inşaat firmasının 2012 kışında televizyonları esir alan sloganı) ve benzerlerini serâzâd kullanabildiği bir dünya…

 

Keşke dünyamız, bırakın ikinci olmayı sonuncu olmayı da anlamlı sayan bir dünya olsaydı, fakat öyle değil.

 

Keşke dünyamız, yıldızlık kadar sıradanlığın da anlamlı sayıldığı bir dünya olsaydı, fakat öyle değil.

 

Gerçek şu ki, dünyamız herkesin galip, herkesin cesur, herkesin yıldız olmaya çalıştığı ve sadece bunların anlamlı sayıldığı bir dünya…

 

Mağluplardan nefret eden galibiyet canavarlarıyla dolu bir dünyada, hele futbol dünyasında bir takımın, olağanüstü bir galibiyeti riske atacak bir yücelik, bir şövalyelik  sergileyebileceğine inanmıyorum, keşke inanabilseydim.

 

Galibiyet en iyi böyle korunur!

 

Bence ikinci ihtimal geçerli. Yani İzlanda takımının, İngiltere gibi bir takım karşısında öne geçtikten sonra bildiğimiz savunma biçimini tercih etmemesi, doğrudan doğruya bir futbol anlayışından kaynaklanıyor. Belli ki İzlandalı teknik adamlar, oyuncularına, galibiyeti korumak için korkmadan onları galibiyete taşıyan oyunlarını oynamaya devam etmeleri gerektiğini anlatmışlar ve futbolcuları buna ikna etmişler. Eh, galibiyeti korumanın her şeyden önemli olduğu bir âlemde, oyunun tadının kaçmaması için bu da çok büyük bir kazanç sayılmalı. Bu anlayışın kabul görüp yaygınlaştığını düşünün; bu durumda, galip takımın geriye yaslandığı, futbol dilencileri için çekilmez o son yirmi dakikalar, yarım saatler yaşanmayacak demektir. Az şey mi?

 

Bir an bile çirkefleşmediler

 

Yine de İzlanda takımının hakkını yememek için bir noktanın altını çizmeliyim: Takımın direnme biçiminin, icabında galibiyeti riske etmeyi göze aldıracak bir ahlakî duruştan değil de galibiyeti korumayı hedefleyen bir futbol anlayışından kaynaklandığını söylüyorum ama, bu direnme sırasında takımın bir an bile ‘çirkefleşmediğini’ ilave etmezsem olmaz.

 

Benzer durumda başka bir takım düşünün. Sakatlanma numarasıyla yerde kıvranan futbolcular, futbolcuların birbirlerine ikram ettiği taçlar sayesinde tüketilen dakikalar, akla gelmeyecek ‘yaratıcılıktaki’ maç sonu numaraları… Bunların hiçbirini bu takımda görmedik.

 

Sanki salt mücadele etmekten zevk alan, bu türden ‘numaralar’a başvurduklarında aldıkları hazzın azalacağını düşünen birileri vardı o gün sahada. Başarıyı önemli bulsalar da, onu güçlerini sonuna kadar zorlamadan elde ettiklerinde başarıdan alacakları hazzın azalacağını düşünen birileri…

 

İzlanda çok sert bir iklime sahip. Öyle ki, bu ülkede okula yürüyerek giden çocuklar genellikle rüzgâra karşı güçlükle adım atarken resmediliyorlar. İzlanda’nın İzlandalı eş teknik direktörü Heimir’in şu sözleri, mücadele ruhunun İzlandalılar için anlamını çok iyi özetliyor:

 

“Biz her zaman için sıkı çalışmaya ve potansiyelimizin üstüne koymaya hazırız. Bence bu durum ülkedeki her bireyin karakterinde yer edinmiş durumda. Biz kötü havaya alışığız. Hava sert ve rüzgârlıyken okula yürümeyi küçüklükten itibaren hayatın bir parçası olarak görüyoruz. Genellikle hayata karşı kafa tutabilmeye ve mücadele edebilmeye genç yaşta alışıyoruz. Sonuç almak adına daha da sıkı çalışmaya her zaman için hazırız. Bence bizim en büyük avantajımız da bu.”

 

İzlandalıları mücadele etmekten ve direnmekten haz duyan insanlar haline getiren şey, bu gündelik hayat koşulları olabilir mi?

 

 

- Advertisment -