Ana SayfaYazarlarBiraz vicdan…biraz adalet…hepsi bu!

Biraz vicdan…biraz adalet…hepsi bu!

 

Özellikle 1990’larda devlet ve devlet içinde yuvalanmış yarı-resmi çeteler tarafından öldürülüp kaybedilen yakınlarını arayan “Cumartesi Anneleri”nin uzun yıllardır Galatasaray Lisesi önünde yapmakta oldukları barışçı eylem, polis zoruyla, biber gazı ve plastik mermi kullanılarak engellendi.

 

Yaşları hayli ilerlemiş, yılların acısı ve çaresizliği yüzlerine çökmüş kayıp anneleri ve diğer yakınları yerlerde süründürüldü, ters kelepçelerle gözaltına alındı.

 

DHA’nın bir muhabiri, polisin hedef gözeterek ateş etmesi nedeniyle sağ bacağından iki gaz fişeğiyle yaralandı.

 

Muhalefet partileri olarak CHP ve HDP’nin milletvekillerinin araya girme çabaları da sonuç vermedi.

 

Tam 23 yıldır devam eden bu sessiz ve barışçı eylem, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya birden sorun olarak görünmeye başlamış olmalı ki, verdiği ani yasaklama kararı ve şiddetli polis müdahalesiyle Türkiye’yi demokrasi, özgürlük ve adalet taleplerine tahammülsüz ülkeler ligine taşıdı.

 

Doğal olarak yine manşetlerdeyiz…

 

Cumartesi Annesi olmak keyfi bir tercih değildi!

 

Artık duymayan, bilmeyen kalmadı.

Cumartesi Anneleri, o meşum 1990’lı yıllarda PKK’nın silâhlı eylemlerini bastırmak için “düşük yoğunluklu savaş” stratejisini uygulamaya başlayan devletin cevaz vermesiyle kendi içindeki yarı-resmi çetelerin öldürüp bedenlerini ya bir kuytuya attığı, ya kör kuyularda yokettiği, ya da kimsesizler mezarlığına gömdürdüğü insanların anneleridir, babalarıdır, kardeşleridir, çocuklarıdır.

 

Kayıplarını aramayıp da ne yapsalardı?

 

Bu yüz karası dönemin öne çıkan sorumluları Başbakan Tansu Çiller, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş ve İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’dı.

 

İzledikleri korkunç politikanın sonuçları vahim oldu. Kaçırılıp kaybedilenlerin haddi hesabı yoktu. İnsan hakları örgütleri on binin üzerinde sayılar verirken, Milliyet gazetesi kesinleşmiş 1901 sayısına işaret ediyordu.

 

Kayıplarla ilgili öyle inanılmaz iddialar vardı ki, bir Cumartesi Annesiyle tanışmadan, onu dinlemeden bunlara asla inanmazdınız.  Helikopterden atılanlar, asit kuyularında eritilenler, kalorifer kazanlarında yakılanlar, ıssız bucaksız yerlerde öldürülüp çukurlara gömülenler… Yani mezarsız ölüler…

 

Yeşil’li, beyaz Toros’lu yıllar

 

Yeşil’lerin, faili meçhullerin, beyaz Toros’ların, velhasıl devlet korumalı Susurluk çetelerinin en aktif yıllarıydı, anneleri derin acılara boğan ve çaresizliğe mahkûm eden bu yıllar.  

 

20 Mart 1995 günü Hasan Ocak’ın her zamanki gibi evine gelmesi bekleniyordu.  Ama gelmedi ve tam 55 gün sonra, işkenceyle öldürülüp kimsesizler mezarlığına gömüldüğü öğrenildi.

 

Bu korkunç olay, bugün Cumartesi Anneleri diye bildiğimiz insani çığlığın duyulmasını sağlayan barışçı sivil girişimin başlatılmasına neden oldu.

 

O zaman kadar yakınları bu şekilde öldürülmüş, yok edilmiş ve failleri bulunamamış aileler, otuz kadar kadın, 27 Mayıs 1995 Cumartesi günü saat 12:00’de Galatasaray Lisesi önünde sessiz ve barışçı bir oturma eylemi yapmaya başladı.

 

30 dakika sessiz duruyor ve sonrasında bir bbasın açıklaması yapıp dağılıyorlardı. Siyasi parti, kurum ve çevrelerden bağımsız olmaya ve davranmaya özen gösteriyorlardı.  Oturma alanına siyasi içerikli pankart veya logo gibi şeyler getirmiyorlardı. Kaybolan yakınlarının fotoğraflarını hüzünle göğüslerine bastırıp taşımak onlara yetiyordu.

 

Bir de, tıpkı Arjantin’de darbe döneminde yakınları kaybedilip öldürülen Plaza Del Mayo (Mayıs Meydanı Anneanneleri) gibi (onlar beyaz eşarp takıyordu), bize özgü, barışı simgeleyen birer tülbent takıyorlardı.

 

Cumartesi Anneleri adını da kendileri seçmemişler, medya uygun görmüştü.

 

Kayıplarının bulunması ve adaletin sağlanması için insan vicdanının ve hukukun harekete geçmesini istiyorlar, bunun için de toplumsal hafızayı canlı tutmaya çalışıyorlardı.

 

Susturmak, görünmez kılmak nafile!

 

Arjantinli Plaza Del Mayo Anneanneleri’nden 95 yaşındaki Rosa Tarlovsky Türkiye’ye gelip onlara destek vermiş; yapılan bir röportajda  “Hafıza, hakikat ve adalet”  uğruna tam 37 yıl çileli bir mücadele verdiklerini anlatmıştı.

 

Arjantinli nineler, darbe sırasında gözaltına alınıp kaybedilen kadınlardan yaklaşık 500’ünün hamile olduğunu; bunların doğum yaptıktan sonra öldürüldüklerini ve bebeklerinin de rejim yanlısı kişilere verildiği öğrenmişlerdi; bu torunları da arıyorlardı. Bunlardan 115-120 kadarı bulunabilmişti. Şimdi artık çok yaşlanan anneannelerin yanında, bulunan bu torunlardan da bazıları uğraşıyı sürdürüyordu.

 

Tahmin edileceği gibi, Cumartesi Anneleri ilk aylardan itibaren iktidarlardan yoğun baskı ve tehdit gördüler. Polis onları da, destek veren insan hakları aktivistlerini de asla rahat bırakmadı. Eylemin sivil ve barışçı bir eylem olması iktidarlar için fark etmiyordu.

 

Devletin karanlık yüzünü açığa çıkaracak böyle bir eylemin ve talebin toplumsal bir destek bulması istenmiyordu. Ama engellemelerin pek etkili olmadığı da görüldü.

 

 Annelerin çığlığı Ahmet Kaya’nın Beni Bul Anne şarkısında, Sezen Aksu’nun Cumartesi Türküsü’nde, Grup Bandista’nın Paşanın başucu şarkıları adlı güçlü eserinde, şair Sunay Akın’ın  dizelerinde, fotoğraf sanatçısı Veysi Ateş’in karelerinde yankısını buldu. Dalga dalga vicdanlara yayıldı ve hafızalara kazındı.

 

İnsanlık ölmemişti ve kayıplarla ilgili birçok dâvâda AİHM hep Türkiye’yi suçlu buldu.

 

Destek genişliyordu ama en yoğun saldırı ve engellemeler de 15 Ağustos 1998 – 13 Mart 1999 arasında görüldü. Genç yaşlı, engelli engelsiz demeden 1093 kişi gözaltına alındı. Siyasal baskıların ağırlaşması nedeniyle, müdahale edilen 200’üncü oturma eyleminden itibaren 31 Ocak 2009’a kadar yaklaşık 10 yıl ara verildi. Bu tarihte yeniden hatırlatma, sorma ve adalet arama süreci “1915 Ermeni Tehciri”nin kaybedilmiş ve öldürülmüş aydınları da dahil edilerek, kaldığı yerden devam etmeye başladı.

 

Berfo Ana’ya verilen sözün değeri…

 

Aslında konu çok açık ve devlet yaptıklarını biliyor.

 

Hatırlarsınız, JİTEM diye, adı dillere destan olmuş karanlık bir devlet yapılanması vardı; hattâ şimdi bile, bazı değişikliklerle varlığını sürdürdüğü ileri sürülüyor. Kaçırma, öldürme ve yok etme gibi fiillerin önde gelen aktör kurumlarından biri buydu. TBMM’nin komisyon raporlarında hakkında inanılmaz bilgiler var. Kaçıp İsveç’e sığınan eski bir mensubu, aynı zamanda bir PKK itirafçısı olan Abdulkadir Aygan,  o dönemde 29 kişiyi nasıl öldürüp nerelerde kaybettiklerini hikâye anlatır gibi anlattı. 

 

Olayın çapı ve gerçek derinliğinin farkında olan Başkan Erdoğan, başbakan olduğu 2011’de Dolmabahçe’deki ofisinde kayıp Cemil Kırbayır’ın annesi 103 yaşındaki Berfo Ana’yı kabul ederken, konunun üzerine gitme ve kayıpları bulma sözü vermişti.  

 

Halen ne kaybolanlar bulundu, ne haklarında bilgi verildi, ne de sorumluları yargı önünde çıkarıldı.

 

Elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin; Cumartesi Anneleri evlâtlarını, eşlerini, kardeşlerini, canlarının  bir parçasını aramayıp da ne yapsın?

 

Köşelerine çekilip de otursunlar mı? Böyle yapınca devlet üç günde onları bulup, sorumlularından hesap mı soracak?

 

Şimdiye kadar neyi bekledi? 23 yıl kar kış demeden yitirilen canlarını arayanlara, devletin söyleyecek iyi bir sözü, vereceği bir umut kırıntısı yok mu? 

 

Cumartesi Annelerini susturmak, Türkiye’ye ne kazandıracak?

 

Elbette 1990’lı yılların insanlık ve hukuk dışı politikasını, hiçbir siyasi iktidarın bir miras olarak sahiplenmek isteyeceğini ummam. 

 

Ama onu aratmayan bazı uygulamalar bunları akla getirmiyor diyemem. 

 

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, “700. gösterilerini yapmak istediler, izin vermedik. Çünkü artık bu istismarın ve kandırmacanın son bulmasını istedik. Galatasaray Meydanı’nın terör örgütlerinin sözde ortak meşruiyet alanı haline getirilmesine müsaade etmeyiz. Bu millet yüzyıl önce bunların ağababalarına bu ülkeyi teslim etmemişti. Bugün onların paçozlarına da teslim etmez. Bunu herkes böyle bilsin” diyor.

 

Beyoğlu Kaymakamlığıda yasaklama gerekçesinde “PKK’ya müzahir bazı sosyal medya adreslerinden yapılan eyleme katılma çağrısı”nı gösteriyor.

 

Cumartesi Anneleri ve ona  destek verenler bu ülkenin vatandaşı.  Eylemleri barışçı ve yasal sınırlar içinde. Eğer, eylemin yasal çerçevenin dışına çıkması söz konusu olursa, bunu pekâlâ önleyecek kadar polis gücünüz ve alacak tedbirleriniz var.

 

Böyle hoyrat politikalarla Türkiye dünya uygarlığı içinde, demokratik değerler üzerinde yükselen bir yere taşınamaz.

Üstelik Cumartesi Anneleri’nden ilelebet susmalarını istemek, adalet peşinde koşmalarını engellemek kimsenin hakkı da olamaz.

 

Cumartesi Anneleri ne istiyor?

 

Kaybedilen yakınlarının bedenlerinden geriye kalanların bulunmasını; devlet arşivlerinde kayıtlı kayıpların akıbetlerinin açıklanması ve faillerin yargılanmasını; Türk Ceza Kanunu'nda zorla kaybetme suçunun insanlığa karşı suç kapsamında, yani zaman aşımına uğramayacak şekilde düzenlenmesini; Türkiye'nin Birleşmiş Milletler Gözaltında Kayıplar Sözleşmesi'ni imzalamasını ve iç hukukta gerekli uygulamanın başlatılmasını istiyorlar.

 

Bunlar, bizim için bir dönemi kapatacak ve Türkiye’yi dünya ülkeleri arasında demokratik bakımdan ayrıcalıklı bir yere taşıyacak talepler değil mi?

 

Türkiye dünya listelerine öyle göğüs kabartacak işler ve başarılarla giremiyor. Hiç olmazsa, bırakılsaydı da barışçı ve demokratik bir eylemin 700 hafta sorunsuz bir şekilde yapılabildiği bir ülke olarak dünya klasmanında kendimize bir yer bulsaydık.

 

699 haftadır kimseye bir zararı olmayan barışçı bir eylemin, bir çığlığın 700. haftada Türkiye’yi kaosa sürükleyeceğini mi iddia ediyorsunuz?

 

Yapmayın! Buna kimseyi inandıramazsınız.

Anneleri rahat bırakın! Onların kayıplarını bulun. Bulun ki, bir demet çiçek koyacak, bir damla su dökecek mezarları olsun!

 

- Advertisment -