Ana SayfaYazarlarDindarlar ve laikler arasındaki ilişkiler

Dindarlar ve laikler arasındaki ilişkiler

 

Nüfusumuzun iki önemli blokunu meydana getiren dindarlar ve laikler arasındaki ilişkiler bir biçimde yoluna girmediği müddetçe Türkiye’nin kolay huzur bulmayacağını düşünenlerdenim.  Bunun çözümünü de sadece iktidar kaynaklı bir takım olumlu politikaların yürürlüğe sokulmasında görmüyorum.

 

Bu haftaki yazımda başlı başına bu konuyu ele almak istiyordum. Ama burası Türkiye ve hızla değişen gündemin sizi nereye çekeceği hiç mi hiç belli olmuyor.

 

CHP  “adalet” için yollarda

 

CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun MİT Tırları davasından 25 yıl ceza alarak tutuklanması nedeniyle Türkiye’nin hayli gerileceği anlaşılıyor.

 

Dosyanın henüz temyiz aşaması bile başlamamışken, kaçsa şimdiye kadar çoktan kaçabilecek biri hakkında tutuklama kararı verilmesi haklı tepkilere yol açtı.

 

CHP, Türkiye’nin birçok kentinden İstanbul Maltepe Cezaevi’ne uzun bir “Adalet Yürüyüşü”  başlattı. Umarım iktidar bunu engelleme ve yoluna gitmez, haklı tepkiyi mecrasından çıkarma amaçlı girişimlere meydan vermez.  

 

Kabul edilse de, edilmese de OHAL şartlarında adalet sistemimiz vicdanları kanatmaya devam ediyor.

 

CHP yönetimi de milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasının sadece HDP’lileri hedeflediğini sanarak nasıl bir gaflete düştüğünü umarım anlamıştır.

 

Bir yanda dindarlar, diğer yanda laikler

 

Asıl ele almak istediğim konuya gelince, genel olarak hayatları birbirine değmeyen, birçok konuda tercihleri farklı olan, destekledikleri partileri çoğu kez karşı karşıya gelen, çatışmalı sert mevzularda aralarında mutabakat oluşturulması fazlaca başarılamayan dindarlar ile laikler arasındaki ilişkiler toplumumuzun önemli sorunlarından biri olduğudur.

 

Bu durumun tarihsel, siyasal, sosyal ve kültürel birçok nedenleri olduğu elbette biliniyor. Bilinmesine rağmen giderilmesi için öyle sıkı ve samimi bir çaba ne iktidarlardan, ne muhalefetten, ne de etkili sivil kurumlardan pek gösterilmiyor.

 

Herkes kendi mahallesinde sanki halinden memnunmuş gibi yıllar geçip gidiyor.

 

Ama toplumsal hayatımızın son iki yüz yılına damgasını vuran, 19. yüzyılın başından itibaren neredeyse bütün önemli gerilimlerde öne çıkan bu iki sosyoloji arasındaki anlaşmazlığın tâyin edici olduğu herkes tarafından da kabul görüyor.

 

Çatışmalar için elverişli enstrüman

 

Sadece kabul edilmekle kalsa yine iyi; politik ihtiraslar uğruna sık sık bu farklılığın acımasızca birbirine karşı kullanıldığı da biliniyor ve büyük ölçüde seyrediliyor.  

 

Öte yandan, sayıları fazla olmasa da kimi araştırmacılar ve bilim insanları aslında aradaki farklılaşmanın sanıldığı kadar olmadığını; tersine, bir hayli ortak nokta bulunduğunu; kentleşme, modernleşme ve bireyleşme süreçlerinin yarattığı alanlar, kurumlar ve kültür alışverişleri nedeniyle mesafenin ihmal edilebilecek boyutlara yaklaştığını belirtiyorlar.

 

Halen olur olmaz her konuda iki kesim arasında sık sık kamplaşma yaşandığına göre, sosyologların ve siyaset bilimcilerin daha uzun süre bu konuyu araştırmaya ve irdelemeye devam edeceklerini söylemek yanlış olmayacak.

 

Bununla beraber,  temel toplumsal sorunların kangren haline gelmeden çözümü hususunda bu iki sosyolojiyi birbirine yaklaştıran politikalara, alanlara, mekânlara, kurumlara ve kültürel zeminlere her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğu da ayan beyan ortada.

 

Endişelenmek yersiz mi?

 

Bu yönde samimi olarak bir şeyler yapılmadığı müddetçe, politik kamplaşmaların ve ötekileştirme davranışlarının sürüp gideceği; sorunların ortak hayatı inşa edecek şekilde çözümlenmesinin kolay olmayacağı da besbelli.

 

Başta Ortadoğu olmak üzere farklı kimlik kümelerinin hem dış faktörler hem iç sorunlar nedeniyle yıllar boyu birbirlerini tüketen çatışmalarına bakınca, üzülmemek ve kendi ülkemiz için endişelenmemek elde değil.

 

Demokratik ve çoğulcu bir kültürün bir türlü filizlenmemesi, en sıradan olaylarda bile mutabakat sağlanamaması umutları kırıyor. Barış içinde bir arada yaşamanın koşullarının yaratılamayacağı; mevcut durumun bütün hayatımızı daha uzun yıllar derinden etkilemeye devam edeceği korkusu kendini gösteriyor.    

 

İlk buluşmalar

 

Yakından takip edenler bilir; 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında dindarlarla laiklerin kulaklarının birbirine açılması, anlamak istemeseler bile birbirlerini göz ucuyla takip etmeleri çok zayıf da olsa başlamıştı.

 

28 Şubat 1997 “postmodern darbe”sini takip eden dönemde ise bu eğilim biraz daha gelişti. Özellikle başörtüsü yasağı, kıyafet yönetmelikleri, ikna odaları ve mağdur öğrenciler konusunda dindarlar ile liberal aydınlar ve özgürlükçü solcular arasında hem dayanışma, hem de ağırdan da olsa birbirini anlama ve ilişkileri olabildiğince sürekli kılma çabaları arttı.

 

Türkiye’nin kadim meseleleri ve güncel konuları üzerine birlikte düşünmek ve tartışmak, farklı kimliklerin çatışmadan barış içinde bir arada yaşamasının dili ve tavrına ilişkin normlar ve modeller geliştirmek hususunda samimi çabalar oldu. Özellikle iki kesimden kadınların geliştirdiği ilişkiler dikkat çekiciydi.

 

Türkiye’nin geneline şamil olmasa bile özellikle bazı büyük kentlerde, her iki kesimin tanınmış şahsiyetleri arasında dikkat çeken samimi buluşmalar ve ortak duruşlar yaşandı.

 

Girişimciler kendi cemaatleri içinde azınlık

 

Gözden kaçmayan nokta, her iki kesimden de bu çalışmalarda yer alanların hem kendi cemaatleri içinde, hem de toplumun geneli içinde sınırlı bir kesimi, küçük bir azınlığı teşkil etmeleriydi.

 

Buna rağmen, söz konusu iki sosyolojinin içinden az sayıda aydın nitelikli insanın böyle amaçlarla bir araya gelmesi, Türkiye’nin düşünce ve siyaset hayatında yeni bir dönemin başlaması anlamına geliyordu.

 

Nitekim bazı çalışmaların izleyen genç nesiller üzerinde yine de son derece olumlu etkisi oldu.

 

Çatışma yanlılarının gözde konuları

 

Ancak, tarihten devraldığımız ve her daim çatışmalara malzeme olan etnik, dinî, kültürel, mezhebî vb sorunların, doğrudan devletin ve siyasal güçlerin oyun alanlarına dahil konular olduğu da ortada.

 

Buralara nüfuz edecek daha âdil — demokratik, özgürlükçü, çoğulcu, eşitlikçi ve hakkaniyetli — sivil duruş ve davranışların geliştirilmesi bu bakımdan kolay da değil. Emek, sabır, istikrar ve kararlılık istiyor. Farklı toplum kümelerinin birbirine olumsuz bakış ve yaklaşımının giderek değişmesi böylelikle mümkün olabilir.

 

Güçlüklerine rağmen, geleneksel politikanın ve devlet yapılanmasının oluşturduğu duvarları aşmanın dünyada başarılı örneklerinin olduğunu; sivil zeminde ortak söz ve davranış oluşturma çabalarının çoğu zaman en katı iktidarları bile etkileyebildiğini biliyoruz.

 

Birbirini tanıma ve anlama

 

Türkiye’deki ilk temas ve karşılaşmalarda da, iki toplumun birbirinin dünyasını pek tanımadıkları, o zamana kadar bu yönde pek bir çaba göstermemiş oldukları, birbirine değmeyen ve ayrı mecralarda akan hayatlar yaşadıkları, üzerinde hemfikir olunan önemli noktalardan biriydi.

 

Bunu ortadan kaldırması umulan devletin, iktidarların ve siyasal mahfillerinin, tam tersine, çoğu zaman konuyu ince hesaplarına dahil edip, buralardan üretilen ötekileştirmeleri ihtiyaç halinde başvurulacak manipülasyon ve kavga enstrümanları olarak her daim hazır tuttuklarını görmek ve anlamak, kimse için zor olmadı.

 

Laik ve dindar topluluklar arasında oluşan “zihinsel uçurum”un;  ön yargılılık, kültürel farklılık ve iletişimsiz yaşam hallerinin; birbirinden kopuk ve bilgisiz akıp giden hayatların… bunların hepsinin toplamından türeyen siyasal kamplaşma ve kutuplaşmaya elverişli varoluşun, uzun yıllar içinde oluştuğu ve öyle kısa zamanda, hızlandırılmış çabalarla ortadan kalkmayacağı da açık bir gerçek olarak görülüyordu.

 

Son gelişmeler olumsuz etkiledi

 

AK Parti iktidarının üçüncü dönemine kadar, sınırlı sayıda liberal ve sol aydın ile bazı dindarların sivil platformlar, konferanslar, vakıflar ve meclisler şeklinde sürdürdüğü son derece önemli çabalar gelecek için umut vermeye ve örnek olmaya devam etti.

 

Lakin 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu ve onu takip eden dönemden itibaren hava tersine döndü. MİT Tırları, Ergenekon dâvâları, Gezi olayları, Gülen’in 17/25 Aralık hamleleri, araya giren seçimler, Barış ve Çözüm Süreci’nin çöküşü, 15 Temmuz darbe girişimi ve FETÖ vakası ile sonrasında yaşananlar…

 

Siyaset baskın çıktı, hayal kırıklıkları yaşandı ve hava önemli ölçüde tersine döndü.

 

Bütün bunlar, ilk karşılaşmaları başlatanların yakınlaşma, birbirini anlama ve barış içinde bir arada yaşamak için ortak akılla çözüm aramalarına bir biçimde ket vurdu. Karşılıklı inanç ve güvende sarsılmaya yol açtı, ortak hareket alanlarını daraltı, birçoğunu yeniden kendi mahfil ve cemaat dünyasına çekilmeye sevketti.

 

Çünkü siyasal zeminde tercihler farklılaşmış, kamplaşma artmış, toplum gerilmiş; özellikle AK Parti iktidarından umulan  “demokratik hamle ve dönüşümlerin sonuna gelindi” ve “diktatörlüğe dönüldü” fikri baskın çıkmaya başlamıştı.

 

İlişkileri ısrarla sürdürenler

 

Söz konusu girişimler ve o girişimlerde çalışma yürütenler, iktidarın uygulamaları ve partilerin tercihleri ile kendi zeminleri arasındaki mesafeyi ayarlamakta ve özerk bir alan yaratmakta güçlük çektiler.

 

Hiç şüphesiz iktidarda referansını büyük ölçüde İslamiyetten alan bir hükümetin bulunması; derin bir demokratikleşme talebi ortada dururken, parlamenter sistemi geliştirip güçlendirmek yerine anayasa değişikliğini hayli güçlendirilmiş ve otoriterleşme kapasitesi yüksek bir başkanlık modeline yöneltmesi; nihayet OHAL ve uygulamaları… hayal kırıklığı yaratan, birlikte düşünme ve ortak çözüm arama motivasyonunu zedeleyen bir durum meydana getirdi. 

 

Bu gelişmeye direnen, olumsuz şartların yarattığı sonuçlardan etkilenmemeye çalışan, iki sosyolojinin buluşmasının yaratacağı tarihî sonuçlara inanan, birlikte düşünme ve davranmanın toplumsal etkilerinin Türkiye’nin önde gelen ihtiyacı olduğunu bilenler de vardı. Onlar birlikteliklerini sürdürmeye, geliştirmeye ve yaymaya halen devam ediyorlar.

 

Hiç şüphesiz dindarlarla laikler arasındaki ilişkinin geliştirilmesi ve kalıcı kılınmasına siyasetin ve iktidar tercihlerinin bu kadar olumsuz biçimlerde nüfuz ediyor olması da üzerinde durulacak bir nokta. Tamamen siyasetten bağımsız bir faaliyet öngörmek hem gerçekçi değil, hem de hatalı olur. Ama bu tür çalışmaların uzun vadeli amaçları bakımından bir denge noktası bulmak da gerekiyor.

 

Mevcut iktidar politikaları ve siyasal odakların hali hazırdaki tercihlerinin ötesinde, özenle ve ısrarla sürdürülmesi gereken bir çabadan söz ediyoruz. 

 

Günlük siyasal ihtiyaçların ötesine bakabilen bir ortak davranış normu oluşturulduğunda, aradaki mesafenin kapanabileceği, Türkiye’de yıllardır iki ayrı uçta yer alan toplum kesimlerinin barış içinde bir arada yaşama kapasitesinin yükseleceği hesap edilmelidir.   

 

Herkesin kendi mahallesine kapanması, çıkmaz yol

 

Buna karşılık son dönemde baskın çıkan kimlik politikaları nedeniyle bu çalışmalara inancın ve yönelimin zayıfladığı; her kesimin ancak kendi cemaati içinde yapacaklarıyla sonuç alabileceği şeklinde bir fikrin geliştiği görülüyor.

 

Bu yaklaşımda son 7- 8 yılın iktidar politikalarının yarattığı hayal kırıklıklarının ağırlıklı etkisi olduğunu  ileri sürmek yanlış olmaz. Ancak 16 Nisan anayasa referandumunda özellikle dindarların yekpare bir tavır göstermediği gerçeği hesaba katılırsa, iki sosyolojiyi birbirine yakınlaştırma çabasının sanılandan daha önemli ve etkili olabileceği ortaya çıkar.

 

Son birkaç yıldır bu iki toplumsal özneyi birbirine yaklaştırmak için sivil zeminde sergilenen çabaların ilk dönemeçte tökezlemesiyle birlikte, herkesin kendi evine dönmesinden başka çare olmadığı düşüncesi güç kazandı. Bu olumsuz gelişme arka plandaki bazı gerçekliklere işaret etse de, ısrarı bir yana bırakma ve doğru bir yönelimden vazgeçmenin çözüm getirici bir adım olacağı son derece şüphelidir. Herkesin kendi mahallesine dönmesi, sonuçları itibariyle ayrı mahallelerde yaşamaya ve çatışmacı odaklar için potansiyel olmaya devam etmek demektir.

 

Yerel yönetimleri, vakıfları, mahalli dernekleri, üniversiteleri, araştırma kurumlarını, sivil platformları, hattâ siyasi partileri bu alanlarda yapıcı örnekler oluşturmaya zorlamak gerekiyor.

 

Dindar ve laik sosyolojilerin farklı mecralarda, bambaşka ideolojik ve politik formasyonlar içinde ayrı ayrı gelecek tahayyüllerinin peşinden gitmesi yeni değil. Geride bambaşka açılardan yaşadıkları dönem ve olaylar, kendilerine özgü mitler ve kahramanlar, farklılaşan tarihler bırakmışlar. Türkiye’nin açmazları bunların üzerinde yükselmiş. Bu realiteler siyasal davranış normlarını ve kültürel kodları oluşturmuş.

 

Bunun değişmesi tabii kolay değil. Ama zaman içinde değişmesi biraz da bizim gayretlerimize bağlı. Bu nedenle en ideali, her kesimin hem kendi mahallesinde, hem de birlikte böyle bir çabanın içinde olmasıdır.

 

- Advertisment -