Ana SayfaYazarlarReina katliamı ve hayat tarzı tartışmaları

Reina katliamı ve hayat tarzı tartışmaları

 

20 Temmuz 2015 Suruç katliamından beri terör saldırılarından başımızı kaldıramıyoruz.

 

2017’nin de farklı geçmeyeceği, beş gün arayla yaşadığımız Ortaköy Reina Gece Klübü ve İzmir Bayraklı Adliye Sarayı saldırılarından belli oldu.

 

Bu terör saldırılarının seçilen yeri, zamanı ve hedef kitlesi itibariyle, toplam olarak vermeye çalıştığı mesajların anlaşılması da artık o kadar zor değil.

 

Saldırıların tesadüflere bağlı olmadığı,  hangi politik aklın ürünü olduğu, nasıl bir stratejinin parçası olarak icra edildiği, arkaplan destekçilerinin olup olmadığı, eğer varsa bunların kimler olabileceği… günümüz dünyasında uzun süre meçhul kalabilecek şeyler değil.

 

Türkiye’de iktidar mahfilleri de, muhalefet de, toplum da, bu konuda hiç de küçümsenmeyecek bir kanaate sahip.

 

İster Batı’da olsun, ister bölgemizde; herhangi bir ülkenin öyle kolaylıkla göğüsleyemeyeceği ağır bir durumla karşı karşıyayız.  Özellikle sınırlarımızda yaşanan siyasal kaosla doğrudan bağlantılı olan; onun yarattığı nedenler ve sonuçlarla birleşen bu durum, Türkiye’yi birçok yönden açmaza alıyor ve köşeye sıkıştırıyor. 

 

Saldırılar ters sonuç veriyor

 

Karşı tedbirler ne ölçüde alınmış olursa olsun, ülkenin ekonomisi, siyaseti, iş yaşamı, güvenliği ve toplumsal hayatı, ister istemez bu girdaba zaman zaman ve değişik ölçülerde kendini kaptırabiliyor. Aylar ve yıllar boyu süren, normal hayat koşullarını berhava eden, katlanılması zor acılara yol açan bu sürekli terör tablosunun üstesinden gelinmesi öyle kolay da olmuyor.

 

Bununla beraber, son yaşananlara bakarak bu saldırıların Türkiye’de özellikle toplumsal iklim bakımından hesaplanan sonuçların giderek tersine yol açtığını söylemek, sanıyorum abartı olmaz.  Büyük acılara ve zaman içinde derin travmalara yol açıyor olsa bile, söz konusu stratejilerde öngörülen derin istikrarsızlık gerçekleşmiyor; terör eylemleri, toplumsal fay kırıklarını harekete geçirmek şöyle dursun, halk arasında daha fazla dayanışma ve duygudaşlığı geliştiriyor.

 

Tabii bunun tersi yönde gelişmeler de yok değil. Örneğin Reina katliamı sonrası sosyal medyada ileri sürülen kimi görüşler, ciddi bir iç gerilimin ve hayat tarzına müdahale endişesinin başladığı şeklindeydi.

 

Bazı gazetelerin yılbaşı öncesi yaptıkları mânâsız yayınlar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Müslüman olmayan diğer yurttaşları hesaba katmayan mutat açıklaması, Noel Baba kovalayan kendini bilmezler, okullarda yeni yıl kutlamalarını yasaklayan işgüzar müdürler ve benzeri saçmalıklar, bu algıyı besledi.

 

IŞİD’in (DEAŞ veya DAEŞ’in) üstlendiği Reina katliamı bu yönüyle özel olarak ele alınsa bile, önceki saldırılar nedeniyle toplumda benzer bir tartışmanın uç vermemiş olduğunu da dikkate almak icab eder.

 

Aralık ayı geçmek bilmedi

 

Çok gerilere gitmeden, 2016’nın Aralık ayında meydana gelen üç büyük olayı hatırlayalım. İkisi PKK, diğeri FETÖ kaynaklı saldırılardı.

 

Dolmabahçe Vodafon Arena Stadyumu ve Kayseri 1. Komando Tugayı saldırılarıyla, Çevik Kuvvet polisi ve komando eğitimi gören askerler hedef alınmıştı. İstanbul’un metropol etkisi ve Kayseri’nin milliyetçi ve muhafazakar sosyolojisinin harekete geçirilmesi hesaplanmış olsa bile, sonuçları itibariyle her iki olayda da geniş yelpazeli bir toplumsal tepki ve dayanışma iklimi doğmuştu. Bazı illerde HDP binalarına saldırılmakla beraber, bunun pek destek görmeyeceği çabuk görülmüştü.

 

Yani, saldırıyı planlayanlar toplumda ne tür yarılma yaratmayı hesaplamış olurlarsa olsunlar, gelişme tersi yönde oldu ve halk teröre karşı topluca aynı doğrultuda tavır aldı. Toplum bu saldırıları sırf belli kesimleri hedefleyen eylemler olarak görmedi ve terörü yapan odaklardan tepkisini esirgemedi.

 

Rusya’nın Ankara büyükelçisine yönelik suikastte de benzer bir durum doğdu. FETÖ’nün mevcut stratejisinin halk açısından biraz daha anlaşılır hale gelmesine yol açtı. Rus yönetimi ve diplomatik çevrelerinin olayın asıl amacını deşifre eden tutumları da bunu kolaylaştırdı. Hem Türkiye ile Rusya arasında yeniden gelişen ilişkilerin bozulmak istendiğini, hem de bu ülkenin güvenli olmadığı ve kendisine emanet edilen elçileri dahi koruyamadığı algısının yaratılmaya çalışıldığını anlamak, toplum açısından fazla zor olmadı.

 

O bakımdan, bu üç saldırı teröre karşı toplumsal tepkinin genel olarak yükselmesine, saldırıya uğrayıp yaşamını kaybedenler  ve yaralananlara yönelik sahiplenme duygusunun derinleşmesine, hattâ iktidar kesiminden bu tür saldırıların önüne geçmek adına demokratik teamülleri aşan şeylerin (örneğin İçişleri Bakanı Soylu’nun “intikamlarını alacağız” sözü gibi) telaffuz edilmesinin dahi bir tür “anlayışla” karşılanmasına yol açtı. Bunlar, bu tür eylemlerle Türkiye’de toplumsal fay hatlarını harekete geçirmenin en azından şimdilik o kadar kolay olmadığını gösteriyordu.

 

Reina katliamı neden yaşam tarzı tartışmasına yol açtı?

 

Reina saldırısına gelince, neden farklı sesler çıktı; ona biraz daha yakından bakalım. Bu gece kulübü gerek gelir düzeyi epey yukarılarda olan bir toplum kesimine, gerekse az çok zengin turistlere hizmet vermesiyle tanınmış bir eğlence mekânı. Büyük küçük çok benzeri de hem İstanbul’da, hem diğer turistik bölgelerde bulunuyor.

 

Bu mekânın böyle bir terör saldırısı için seçilmiş olması, onun Batılı eğlence anlayışının öne çıkmış bir örneği olmasına bağlanabilir şüphesiz. Zamanın yılbaşı olması da, saldırı odağı tarafından şüphesiz bir ilave unsur olarak, düşünülmüştür. Böylelikle taraftarlarına kendi inanç ve zihniyet dünyasından birşeyleri aktarmaya çalışmıştır. Türkiye’nin, özellikle de İstanbul’un turizm kapasitesini iyice kaybetmesi de hesaba katılmış olabilir.

 

Yani asıl amacı başka olmakla beraber, hedef seçtiği mekân, zaman ve kitle üzerinden dolaylı bir ideolojik mesaj vermeye de çalışmış olabilir. Türkiye’de belli bir sempatizan kitlesi ve örgütsel ayağı olduğu düşünülürse, onlara böylesine bir mesaj vermek ve halen böylesi işleri kotarabilecek kadar güçlü ve büyük olduğuna inandırmak gibi hedefleri de bulunabilir.

 

IŞİD öldürürken Hıristiyan-Müslüman ayrımı yapmıyor

 

Ama IŞİD’in alâkasız zamanlarda, alâkasız mekânlarda, Müslüman-Hıristiyan ayrımı yapmadan sayısız saldırıda bulunduğu ve binlerce insanın ölümüne yol açtığı düşünülürse, hayat tarzı tartışmaları etrafında Reina saldırısına büyük bir yer atfetmek pek anlamlı görünmüyor.

 

Selefiliğin en uç örneğini temsil eden, radikalizmi tavan yapmış, vahşette ve kıyımda ölçü tanımayan bu örgütün, en küçük farklılık gösteren Müslüman kitlelere yaptıkları da birçok ülkede bütün örnekleriyle ortada. 

 

O bakımdan, yukarıda sözünü ettiğim bazı olayların bu saldırıya zemin hazırladığını ileri sürmek, olgulara ve IŞİD’in sergilediği saldırganlığın politik muhtevasına çok uygun düşmüyor. Kendi ideolojisi ve inanç yapılanmasıyla küçücük bir farklılaşmayı bile kabul etmeyen bu örgütün, en ağır saldırılarının Müslüman ülke halklarına karşı olduğunu unutmamalıyız.

 

İktidar her durumda bütün toplumsal farklılıkları gözetmeli

 

Reina saldırısının eylem tarzı itibariyle Atatürk Hava Limanı’na yapılan saldırıyla benzerlikleri de dikkate alınırsa, El Bab’taki kuşatmaya karşı misilleme yapmak, turizme darbe vurarak ekonomik zarara yol açmak ve güvensiz ülke algısı yaratmak, büyük ihtimalle bu örgütün asıl hedefi olmalı. Bu algının kökleşmesi halinde, Türkiye’nin döviz geliri sağladığı en büyük sektörün tamamen çökeceği ve bu durumun örgüte dönük mücadelesinde gevşemelere yol açacağını zannedilebilir.

 

Türkiye’deki yaşam tarzı tartışmaları, iktidarın son dönemde biraz uç veren İslamizasyon eğilimlerinden; yönetici konumundakilerin diğer yurttaş kesimlerinin inanç ve hayat tarzını hesaba katmayan dikkatsiz, saygısız ve savruk konuşmalarından; büyük ölçüde yerel yönetimlerin ve işgüzar yöneticilerin keyfi uygulamalarından besleniyor.

 

Reina sonrasında özellikle cumhurbaşkanı ve başbakan bu konuya dikkat çeken, farklı yaşam tarzlarına demokratik ve insan hakları bakımından saygıyı ifade eden cümleler sarfetti. Sistematik bir müdahalenin söz konusu olmadığını ve olamayacağını belirterek yatıştırıcı tutumlar aldılar. İyi oldu.

 

Hiç şüphesiz IŞİD’in bu saldırısına hayat tarzına müdahalenin yol açtığını söylemek çok zorlama olur. Ama bu konuda durumumuzun çok da güllük gülistanlık olmadığını; orada burada kendini muktedir konumda gören çok sayıda sorumsuz kişinin, bu algının doğması ve güçlenmesine neden olacak hukuk dışı sözler söyleyebildiğini, uygulama ve zorlamalarda bulunduğunu da kabul edelim. Bunun da üstesinden gelecek olan, hiç şüphesiz iktidarın tavrı, (istikrar kazanması gereken) dikkatli ve kucaklayıcı uygulamaları olacaktır.

 

Yakın tarihimizde anlamlı dersler var

 

Bu konuda tarihimiz bize çok şey söylüyor. Türkiye bilindiği gibi Osmanlı’dan birçok farklı kimlik devraldı. Ama Cumhuriyet bu farklı kimliklerin demokrasi içerisinde ve eşit olarak birarada yaşamaları konusunda çok fazla mesafe alamadı. İktidara gelen, farklı olanın inancına, kültürüne, diline ve etnik kimliğine sürekli olarak şurasından burasından müdahale edip kendine benzetmeye; olmadı, kendi tercihlerinin toplumsal hayatı kuşatmasına çalıştı.

 

Hemen bütün Cumhuriyet dönemi boyunca böyle oldu. Çok partililiğe geçiş dönemine kadar, Tek Parti iktidarının tek kimlik dayatmasıyla ve bir tür resmi din modeliyle, özellikle dindarlar ve Kürtler bir hayli baskı gördü. Demokrat Parti döneminde kısmen özgürlükçü adımlarla işler yolunda giriyor derken, bir süre sonra hava tersine döndü ve muhalefet benzer şeyleri yaşamaya başladı. Buna karşılık 27 Mayıs 1960 darbesi askeri müdahaleler dönemini açtı. Böyle böyle, farklı olanı sindirme ve kendi inancını, kültürel kodlarını ve yaşam tarzını dayatma tavrı, iktidara gelene bağlı bir döngü olarak değişik derecelerde günümüze kadar devam etti.

 

Bugün on dört yıldır Ak Parti iktidarı altındayız ve bu kez benzeri şikayetler özellikle laik kesimden yükseliyor. İktidarın uygulamalarıyla hayat tarzlarına müdahale edildiğini ileri sürüyorlar.  Giyim kuşam, gündelik yaşam, eğitim, inanç, kültürel tercihler, eğlence ve benzeri alanlarda bu müdahalelerin yaşandığını düşünüyorlar. Bunları umursamamak, anlamaya çalışmamak, ya da amansız bir polemik üretmek, yukarıda özetlemeye çalıştığımız yakın tarih hatalarından hiç ders çıkarmamak anlamına gelecektir.

 

Evet, tarihimizde iç savaş tanımına girecek olaylar neredeyse hiç yok. Ama  olur olmaz sebeplerle bir hayli kıyımın yaşandığını da görmezden gelemeyiz.

 

IŞİD’e karşı güvenlik tedbirleri almak yeter mi?

 

Türkiye epey zamandır bu terör örgütüne karşı hem içeride, hem güneyimizdeki Suriye ve Irak’ta ciddi mücadele veriyor. Hattâ özellikle Suriye’de bu mücadeleyi sanki tek başına yürütüyor gibi.

 

Ama ülkemiz nüfusunun çok büyük bölümünün Müslüman olması nedeniyle, sadece güvenlik alanında sürdürülen mücadelenin yetmeyeceği de görülmelidir. Serbestiyet’in bu haftaki yazıları arasında özellikle Cengiz Kapmaz, IŞİD ve ideolojik ihmal başlığıyla bu önemli konuya dikkat çekmiş.

 

Türkiye, IŞİD’in sadece yurt dışından gelen yabancı mensuplarının değil, bazı şehirlerde kümelenmiş ve kimliğini bir biçimde perdeleyen yerli mensuplarının da hedefinde. Çağdaş iletişim imkânlarını da kullanarak taraftar kazanmaya çalışmadığını hiçbirimiz söyleyemeyiz. Bu alanın boş bırakılması, cemaatlerin ferasetine terkedilmesi veya sadece Diyanet İşleri Başkanlığı’nın arada sırdaa yayınladığı, her tarafa çekilir hutbe ve açıklamalarla yetinilmesi doğru olmaz.

 

AK Parti iktidarı kendi taraftar kitlesi içinde yaratacağı soru işaretlerini de hesaba katarak risk almalı ve Türkiye’nin yetişmiş insan gücüne yönelik geniş bir aydınlatma seferberliği için gecikmeden harekete geçirmelidir. 

- Advertisment -