Ana SayfaYazarlarSevgili Elhaç Mehmet Efendi

Sevgili Elhaç Mehmet Efendi

 

Bilmem kaç asır öncenin kişizadesi ve zevci Fatma Hatun, ikinize de arz-ı hürmet eder, ellerinizden öperim, ata dedem ve ata babaannem.

 

Çok firaklı, revnaklı oldu bu söyleyiş, haşmetinize yaraştı.

 

Yirmi birinci yüzyıldan mektup yazıyorum size, taa hicri 1162 yılına.

 

Ama bu tarih padişahın başınızı aldığı tarih, ondan öncesi de var, İzmir’e Konya’dan göçünüz, Konya’dan öncesi, pek çok yüzyıl demek bu…

 

Zamanınızda name denen, sonra mektup, aslında arz-ı hal.

 

Ne diyeyim şimdi ben size, hangi ortak noktamızdan vurayım tellere?

 

Yüzünden, sesinden, huyundan, huysuzluğundan, kalbinden habersiz olduğumuz , variyetli, kudretli, akıllı ve güzelliği dile destan bir ayan efendiye, nelerden sözedeyim, bilemiyorum …

 

Memleketin kalkmış oynar halinden dem vurayım, İzmir şehrinin perişanlığını anlatayım bari.

 

Kendi hikayemizin serim, düğüm ve sonuçsuzluğundan bir de…

 

İzmir’den yazıyorum, bu da denk düştü işte, İzmir’in ve Karaburun’dan Antalya’ya uzanan geniş coğrafyanın sahibi, padişahın güvendiği adamı olduğu için Ege’nin ayan’ı, validen daha geniş yetkili kişisi olana, kendi memleketinden seslenmesi…

 

Variyet de asalet de kırk kat, bize kalan ne? Hiçbir şey…

 

Sülalenin ömür boyu ’pek asiliz’ çalımı, halı büyüklüğünde (ve yere serilip de okunan) bir soyağacı sarkacında gitti geldi, fukara ömrümüz. Ki artık son gidimlerdeyiz, yolun sonu görünüyor, memleketin kara bahtının aydınlanmasının da şafağındayız neyse ki.

 

Bizde kayıt tutulmaz, malumunuz, doğumlar gül yahut harman vaktine ayarlıdır, böyle kayıtlı secereli bir soyda cim karnında noktacık olmak farklı duygulara sürüklüyor insanı. a) Biz neymişiz be abi? b)Herşeymişik be kirve c)Yoksuluz, ama İzmir bizim d)Her şeyimize devlet konmuş e)Hiçbiri

 

Sanırım son şık’tayız…

 

Variyetinizi ve dönen dolapları ucundan kıyısından anlar gibiyiz, şok’tayız.

 

Yaşamakta olduğumuz zamanı ve İzmir’in hal-i pür melalini anlatmaya kalksam sizi de hafakanlar basar, hiç bilmeyin, toprağınız ağır gelmesin.

 

İlk konağınız Hisarönü’ndeymiş, deniz artık oralardan çekildi, konağın orada bir Katipzade mescidi var, altında dükkanlar.Her yere ya bir camii ve kiraya giden dükkanlar kondurulmuş, ya kamuya yararlı bir bina.

 

Tamam vakfetmiş, kısmen haltetmişsiniz, olur da bu kadar mı olur?

 

Stadyum yapılmış misal, sanki maçlar bedava, resmen katmerli kar edilen yer işte, soyunuz dışında herkes sebepleniyor. Alsancak stadyumunun yerine yeni stad yapılmasın isterdim, Yaşasın AVM, kahrolsun stadyum diye yürüsek? Ayıp mı? Efkar-ı umumiyeye sizi rezil mi ederiz?

 

Yapmayınız reca ederim. Zaten bi torununuz kalktı, kendi iktidar dertleri arasında bir de bununla üzülmesin diyerek, üstelik de vakfedilmemiş, temiz tapulu arazilerine kamu binaları kondurulmasına dilden izin verdi, Konak’ta… Sonra oralara şehremini binalarını diktiler. Yalnız Uşakizade ailesi hakkını alabildi. Yıllardır süren evlad olma davam bi sonuçlansın, sorucam ben onlara…Ve olur da alırsam gasp edilen hakkımı, belediye binalarının yerine üç farklı amaç için üç bina dikeceğim , ibret-i alem için…

 

Susayım mı, zinhar hem de, sustum tamam, ama, anladınız siz onu…

 

Sonra o torununuzu astılar, yaaa, o da sizin diyarda, biliyor olmalısınız, başbakan asan bir geleneği var devletin, sanki sizin başınızı alan farklı bir gelenekt…Tarih boyu tırışkadan ve edinme evlatlar servet yürütmüş,Vakıflar seyretmiş, hatta teşvik etmiş.

 

Soyunuzda asılan devlet adamlığı geleneği sizle başlıyor, küçük kızım Midilli’deydi, Osmanlı mezarlığında gövdenizin gömüldüğü yere gidemediğine hayf’lanıyor, ben bunu yazarken. Midilli açıklarındaki donanmada, kan kardeşiniz ve dönemin deniz kuvvetleri komutanı sizi halletmekle görevli, gemiye yemeğe çağırıyor. Siz, durumu sonradan çakarak kılıç çekip, çarpışsanız da boşuna, başınızı kesip, bal torbası içindeki başınızı padişaha sunuyorlar. Ki, o bile, yakışıklılığınıza yazıklanmış, öyle anlatırlar…

 

Sizin katlinizle başlayan gelenek, başbakan torununuzla sürüyor, sonra Aydemir yarıbuçuk ihtilaline karışan subay torun var, başkaldıran, farklı yerde duran erkekler soyusunuz, ama, üçkağıtçı da çok.

 

İnsanlar da tıpkı şehirler gibi biçim, huy, asalet değiştiriyor, haklısınız.

 

Hisar ve Bozyaka konaklarınızın çizimlerini gördük, Konak’taki konağınızın kötü kopyalarını gördük. Bahçeli ilk halinin resimlerini, yani çizimlerini bildiğimiz hükümet konağı, şimdi bahçeleri yer ile yeksan, çevresine kötü sur çekercesine yapılmış devlet suratlı resmi daire çok katlı binaları arasında esir…İlk hali yangınla yokolmuş, sonradan tekrar yandı, canım mermer sütunlar gitti, alçı mıdır, beyaz çimento mudur, pek sakil sütunlar diktiler…

 

Darbe evet, beydede, bu memlekette olağan işlerden olan ihtilal yani…

 

Peşisıra örfi idare, sonra gelsin asker abiler ve hiç gitmesin, maaile kazık kaksın…Biz bu kötü filmi çok gördük, neyse ki artık yürürlükten kalktı derken, erken sevinmişiz demek, 15 Temmuz’da ülke işgal edilmek istendi.

 

Hem son sandığımız 12 Eylül darbesi hem 15 Temmuz’da İzmir’den dönüş yolundaydım…Her ikisinin de tam içinden geçtim, kalbim çok yerden yaralı da, bu iki tarihten ortadan yarılı, unutmam mümkün değil , affetmek sözkonusu bile değil…

 

Bu sizin İzmir de bir alem yani…Son saldırının ağlak imamı da buradan, zati İzmir’i başkent yapacakmış, başaraymış, kendi hilafet devletinde…

 

Aaa, onun bunun çocuğu demeyiniz beydedeciğim, yakışıyor mu size, ama, evet, o dediğinizden…Kestane pazarında palazlandırdılar, Hisar’da çocuk zehirledi, yani ihtilalin bile bir mantığı olmalı değil mi? Kendi insanına silah çevirip, bomba yağdıran, üstüne tank süren soysuzlardan nasıl mı kurtulduk?Tankın altına yattı insanlar, üstüne çıktı, kürem kürem öldü, ilk kez bir ihtilal, liderinin peşindeki halk ordusuyla ve silahsız geri püskürtüldü…

 

Bir gün İzmir’de, pek sıcak bir yaz günü, yorgun argın, Konak hükümet konağı merdivenlerine iliştim, çevredeki bütün sıralar doluydu. Er geldi, uyardı, ‘kalk ‘, diye. Kalkamam, dedim, hem burası benim dedem Elhaç beyin konağı, birazcık otursam ne var?

 

Aman bir güleç, bir anlayışlı çıksın, oğlancık…’Haa öyle mi, peki otur o zaman,’ dedi, gitti…Aldı beni bir gülmek…

 

Karakalem bir resminiz var evde, dolaba kaldırdım artık, maziden atiye soluk bir iz…Geniş yüzlü, geniş alınlı, değirmi sakallı, başı sarıklı üstü kaftanlı bir resim. Boylu boslu, güzel insanlar olduğunuz söyleniyor. Zulüm faslını ben bilemem, padişah emretmiş, siz yerine getirmişsiniz .Darağacı semtinde…

 

Ben nasıl düzelteyim dedeciğim, tarih öyle yazıyor, siz artık mecbur zulümcüsünüz.

 

Tamam, Balkanlar’ı imar etmişsiniz, her yapının altın anahtarını padişaha sunmuşsunuz,taltifle, terfien İzmir sunulmuş size, ayan olmuşsunuz, ama, ne zaman Ali kıran başkesen olmuşsunuz, olmak zorunda mı bırakılmışsınız, güçlendikçe göze mi batmışsınız, ben o kadarını bilemem…

 

Kızlar dışında kökünüz kurutulmuş.

 

Padişah soyunuza ne ettiyse, şehreminiler de İzmir şehrine onu etmiş.

 

Gelen vurmuş, giden vurmuş, bir şehir ancak bu kadar berbadedilebilir.

 

Varıp sorsan en çağdaş, en laik, en esaslı kendileri, Fetö öpünce böyle olunuyor demek ki… Fetö ne mi? Sizin dönemde yapaydı bize yaptıklarını, padişahın size yaptığının on katı layık görülürdü ona, öyle bir yedi deniz artığı.

 

Ömür boyu nohut oda bakla sofa minicik evde yaşadı, torunlarınız, gene de İzmir bizim çalımından vazgeçemediler. Züğürt ağalar hepsi, züğürt ne mi? Hiçbir şeysiz demek.

 

Onların asaleti benim Kilimci’liğim kadar, soyun tamamı kilim/halı/bakır tüccarı, bende bunlar nanay. Nanay da ayıp bi kelime, hakk-ı aliniz var.

 

Ama olsun, bizde söz var, kelamı kayda düşmek, kitap yazmak falan var, üç de çocuk, elinizden öper, her ne kadar işlerimin hepsi züğürtlüğe çıkıyor ise de…Devlete hizmet ettim, bir ömür boyu, boğazımdan haram geçirmedim…Aferin bana, evet, sonra bir torba para verdi devlet, aynı haftadevalüasyon oldu, ikramiyenin yarısı tebahür edip uçtu bu yüzden. Hayır, Osmanlı değiliz, bu sonraki devlet, ona demokrasi diyoruz, artık biz seçiyoruz efendim, bizi şey edenleri…Hayır, ağzıma biber sürmeyiniz vallahi şeyediyorlardı tuttuklarını…Gerçi biz de hep aynılarını seçerek şeyedilmeyi şeyettik ama…Tamam, asaletime uygun şeyedeceğim, af buyurun.

 

Altın vermedi Osmanlı, nasıl versin, ortada ne altın var ne de Osmanlı, alt tarafı bi memuruz, üst tarafı sefalet. Hayır, atımız yok, ata binmiyoruz, atlar tedavülden kalktı, Kordonboyu’nda karaçoya koşulu artık atlar.

 

Onlarda bi tuhaf edilmiş, rengarenk lambalarla süslü, en yükseğe ayarlı arabesk şarkılarla çıtsam gümpat diye gidiyor, atlar sinirlenip kuyruk şaklatıyor, sürücü onlara kamçı şaklatıyor, yolcular memnun olmalı böylesinden, yahut şehremini habersiz… Artık taşıma araçları var, enva-i çeşit, uçak icadoldu, uçan halı gibi gökyüzünde yani fezada fink atıyor, insanlık uzaya çıktı, ne diyorsunuz siz, mehtaba da çıktık…Sesimizi uzaklara ileten telefon bulundu, suretimizi şıpın işi kağıda aktaran fotoğraf, telefonun cepte taşınanı bile var, içimizi gösterten cihazlar var, hayır sırlar ve aşklar aşikare olmuyor, derde derman aramak için bunlar…

 

İstanbul İzmir arası bir solukluk yol, hele ki şimdi, gevezelik değil, iş yapanlar ne yollar açtı, hem dağdan aşan, hem akıllar açan ne yollar…Hayır, Balkanlar bizim değil, imparatorluk çekti, ufaldı, zorunan budanıp indirildi.

 

Sonra Amerika nam bi meret icadoldu, şimdi dünyanın patronu o…

 

Şimdi sekte-i kalpten mi gideceksiniz? Ama siz zaten gittiniz, iki kere gidilir mi?

 

Osmanlı değilsek biz ne miyiz? Bilmem ki, benziyor gibiyiz ama tam o değiliz. Söylesem çare olmaz, sussam gönül razı değil. Desem şey’ederler. En iyisi yaşasın Cumhuriyet!

 

Sizden sonra tek evladınız kayıtlara göre büyük müderris Katipzade Hacı Ahmet Reşit efendi.

 

Katipzade Ağa denmekle marufmuş.Hane-i zevcesi İsmihan kadın geliyor dünya sahnesine.’Celileyi melekleri’ diye şerh düşülmüş, secerede, adının yanına.Tek evladla süren soy, onlarla şenlenmiş.

 

Mehmed, Halil, Osman, Emin ve Ebubekir gümrahlaşarak sürdürüyor soyu.Biz üçüncü oğlun soyundanız, yedi çocuk yapmış olanın…Keşke o soyağaçlarına yüzler, kaderler, hünerler de not düşülse…Kuşaklar atlatarak, bambaşka kaderlerin izini sürdüklerini bilsek…

 

Kimi diyor, Yeniçeri ocağı dağılınca Istanbul’dan İzmir’e gelen ata dede Fransız.Biz tam olarak alamasak da o genleri, öylesine güzeller ki, olabilir yani…Kimi diyor, Necip dede Yemen’de sekiz yıl askerlik yaparken bu kilim ticaretine başladı, Şadırvanaltında Fazlıoğlu handa bu işe başladı, nam edindi. Soy aslında Kırım’dan, oradan Konya, son durak İzmir…

 

Diyen diyene.Bu Anadolu köprüsünde bütün kavimler omuz omuza, gönül gönüle değil mi zaten?

 

Hacı Mehmet Necip beyle Gülfem hanımın dört çocuğu oluyor, Naciye, İsmet, Mahmut Celaleddin ve Ömer Necmeddin Kilimcizade. Ömer amca muteber avukatlarından İzmir’in. İki yabancı dil biliyor, Şam’da İngilizlere e sir, serbest kalınca Şam üniversitesinde ders veriyor. Necip dedenin kardeşi Ahmet Kilimci Kilim Otel ve İzmir Palas’ı kuruyor, onun torunlarında aman bir çalım, bir çalım, ne has iseler? Kendileri Yağcıbedir halısı olsa gerek, biz Demirci kilimi, hörmet bizden otelci hısımlar, aloo! Yakışmadı mı, aman beydedeciğim siz de yani…

 

Aileye damga vuran yazı, resim, müzik gibi felaketlerin hepsi benim çocuklara rast geldi, memur olduğuma bakmadan. Memuru mamur sanıyor olmalısınız beydedeciğim…Kızım müzik okudu, hayır, çalgıcı olmadı, okuluna gitti. Oğlan iletişim okudu, bu işin de okulu açıldı artık.

 

Ayşe Sıddıka hanım, babaannem yani, ev tezgahında kendi dokumuş, annesinin yardımıyla, gelinlik iç kaftanın. Ham ipekten, bosbol, yakası hiç açılmamış, kol ve etek ucu bi karış iğneoyalı. Uzun kumral bir saç teliyle teğel atarak da, iç kaftan ın eteğine imzasını atmış, onu dokuyan. Halam beni edibeden saydı, bana yakıştırıp verdi, antika uzmanına gösterdim,’ iyi sakla’ dedi, ülke kendi bahasına erişince, el ürünleri de değerini bulurmuş…

 

Hep para mı diyorum, e öyle ama, para diye diye helak olduk. Bi hikayem filme çekilecekti, parasızlıktan kaldı. Hayatlar parasızlıktan yaşanamıyor. Edebiyat ve hikaye ne işe mi yarar, kaç para mı eder? Bakın siz de para demeye başladınız. Bazı iş para için bazısı aşk… Benim bel bağladığım işler aşk ile yapılır, tek kazancı da aşktır. Aşk ne mi? Vallahi aşkın kitabını yazdım ama tanımlayamam… Tarık Dursun K.nın dayısına aşık olup kaçan Gülfem İsmet halama sorun siz, aşkı. Ninemin Kumruları hikayesinde bunu pek güzel anlatsa da Tarık abi, dedemin yüreğine inmiş.

 

Avam işi mi desek, ne desek? Açıklanamayan yanlışları süsleme püsleme şeysi mi? Ah, keşke buyurduğunuz gibi ilacı olayıdı… Olsa Lokman bilirdi zaten, demek ki yok, yanıp tütmekten başka…Sizden sonranın icadı olmalı, buharlı motora benzediğine bakılırsa,aşk, on altıncı yüzyıldan bu yana, aşk…

 

Torunlarınız güzel, boy, bos, endam sadadan güzel.Kayınvalidem amca çocuklarıma bakıp iç çekerdi, ‘senin baba tarafın beri benzer güzel, sen anne tarafına çekmişsin’ derdi. Babam beni niye mi bu sözünü bilmez ham ervahlara verdi? Babama kim sordu da?

 

Artık kızlar verilmiyor, onlar seçiyor, çalışıyor, hayatın geçimin tezgahını kızlar dokuyor. Kızlar, kadınlar asıl kahraman şimdi.

 

Benim gidip vardığım aile de hayır İzmir’de kimlerden olmuyor, Çukurov‘da hiç kimselerden oluyor, onların dedesi de asiymiş.

 

Gittiğim yer Osmanlı toprağıydı evet, ama, biz artık Osmanlı değiliz, siz hele, hiç sözetmeyin ocağınızı söndürenlerden…

 

Gurbete gelin gittim, evet, şimdi herkes gurbetçi, hem söyler misiniz bana gurbet nedir?

 

Gurbet kimileyin insanın kendi gönlü, kimileyin kapının ardıcığı değil mi?

 

Siz hele, yüzyıllar boyu acının, yitirmenin, gurbetin, baş vermenin ilmini yapmış kişiyken… Gurbetle çeliklenmek iyidir iyi…

 

Ayanı olduğunuz, uğruna baş verdiğiniz şehriniz İzmir’i ne siz sorun, ne ben söyleyeyim…Tamir kabul etmez biçimde tarümar, ah…

 

Bulunduğunuz asıl alemdeki tüm atalara ve hak edenlere selam ederim.

- Advertisment -