Ana SayfaYazarlarSevgili Nazım Hikmet

Sevgili Nazım Hikmet

 

Sevgili Nazım Hikmet, 

 

Ben sizin Selanik’te 15 Ocak’ta doğduğunuzu sanıyordum, 1902’de. Ondan yeni yılın ilk Pazar mektubunu size yazmak istedim. Nicedir yazmayı kuruyordum gerçi. 

 

Sosyalizm, aşk, vatan hasreti, memleket, millet, memleketimden insan manzaraları (!) denende ilk akla düşenlerdensiniz, ondan canımızı yakıp de giden yıldan sonra, 2017’ye sizle merhaba demek ne güzel. 

 

Ama farklı bir kaynakta doğumunuzun 20 Kasım 1901 olduğunu okudum. Doğruluğunu kanıtlayamam. Kırk gün yüzünden büyük yazılmayasınız diye, 15 Ocak’a ertelenmiş, doğum tarihiniz. 

 

Baba dedeniz Nazım Paşa, vali, özgür ruhlu, şair ve Mevlevi.Babanız Hikmet bey, Galatasaray'da okumuş, işlerin altından kalkamayınca da Kalem-i Ecnebiye’ye (dışişlerine) memur olmuş. Anneniz Celile hanım dil bilen, piyano çalan bir ressam. Eğitimli  aileniz hayattaki tek şansınız. 

 

Kimin karnına düştüğümüz, nerelerde okuduğumuz çiziyor, kaderimizi. Galatasaray’ın taksitleri ağır gelmese, Göztepe Taşmektebe geçmeseniz başka biri olur muydunuz diye üşünmeden edemiyor insan. 

 
Dedeniz Nâzım Paşa etkisiyle şiire koyulmuşsunuz bu arada.Heybeliada Bahriye Mektebi’ni 1919’da bitirip Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak atansanız da askerlikten çürüğe çıkarıldınız. Hececiler arasında sesiniz bilinir olmuştu. Bahriye’de edebiyat öğretmeniniz Yahya Kemal, ondan şiiri öğreniyorsunuz, o da anneniz Celile hanımdan aşkı… 

 

Celile hanım da üstaddan aşkta korkaklığı, tüymeyi öğreniyor… 

İstanbul işgal altında, siz vatan sevgisi ve direniş şiirleri yazıyor. Gençleri ülkenin kurtuluşu için savaşa çağırıyorsunuz. 

 

1 Ocak 1921’de Mustafa Kemal’e silah ve cephane kaçıran gizli bir örgütün yardımıyla dört şair, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya,   Vâlâ Nureddin, ile birlikte Sirkeci’den kalkan Yeni Dünya vapuruna gizlice bindiniz. İnebolu’ya varınca, Ankara’ya geçebilmek için beş altı gün, izin ve yol parası beklerken, Ankara’dan izin size ve Vâla’ya çıkıyor.  

 

İnebolu’da Anadolu’ya geçme izni bekleyen, Almanya’dan gelme genç öğrenciler var, Spartakitler, Misak-ı Milli sınırlarını tanıyan ülke olarak Sovyetler Birliği’nden övgüyle söz eden… Ankara’da verilen ilk görev İstanbul gençliğini milli mücadeleye çağıran şiir yazmaktı. Bu uzun şiiri Matbuat Müdürlüğü on bin adet basıp dağıttırdı. Yankısı büyük olan şiir ortalığı ayağa kaldırınca, Meclise çağrılıp, Gazi Paşayla tanıştırıldınız.

 

Mustafa Kemal’in söylediklerini Vâlâ Nureddin Bu Dünyadan Nâzım Geçti adlı kitabında yazdı: 

“Basmakalıp laflara ihtiyaç duymaksızın, Mustafa Kemal, bizim için çok önemli bir sadede girdi: “- Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız, dedi. 

 

“Daha da konuşacaktı. Fakat bir telgraf getirdiler. Eliyle selamlayıp bizden uzaklaştı.”  

 

Az zaman sonra Bolu’ya öğretmen olarak atandınız.Ama, kalpaklı gezen, camiiye gitmeyen bu iki delifişek öğretmen halka yadırgı kalınca,  Ağır Ceza reisi Ziya Hilmi bey, kol kanat gerdi size.Sonra da eğitti.Fransız devrimini, Lenin’i, Kautsky’yi anlattı. 

 

Düşünüp taşındınız, daha çok okumak, dünyayı anlamak için Paris mi, Berlin mi, yoksa Moskova’ya mı gitmeniz gerektiğini?Batum’da ‘İzvestiya’da  gördüğünüz farklı şiirler okuyup, beğenince, serbest vezini denemek istediniz. 

 

İtalya’da Marinetti’yle başlayan, her şeyi gelecekte gören bir akımın devrimci şairleri gibi Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne (KUTV) yazıldınız ,üniversiteyi bitirince memlekete gene gizlice, sınırdan geçip geldiniz. Baktınız ki polis izliyor, basımevi kurma hayaliyle İzmir’e geçip gözlerden uzaklaştınız. Derken 925’de Şeyh Sait isyanı başlayınca, Takrir-i Sükun kanunu çıkageldi. Dergiler, gazeteler kapanmaya başladı. Çalıştığınız Aydınlık dergisi yazarları İstiklal mahkemesinde yargılanınca, siz de gıyabınızda 15 yıla çarptırıldınız. Saklandığınız İzmir’den gizlice yurtdışı, yeniden Sovyetler Birliği. 

1926’da Cumhuriyet Bayramı nedeniyle çıkarılan af kapsamına girdiğini öğrenince, resmen yurda dönebilmek başvurunuza olumlu yanıt alamadınız. Ama çaktırmadan size gene üç ay mapus cezası kesilmiş bu arada, gizli parti üyeliğinden… 

E, bekle bekle, siz de bu arada1928’de Bakû’da ilk şiir kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü’nü yayımladınız. Hece vezni ilk şiirleri zaten Yeni Mecmua, İnci, Celal Sahir’in çıkardığı Birinci Kitap, İkinci Kitap dergilerinde, Ümit dergilerinde yayımlamıştınız. Bir Dakika şiiriniz Alemdar gazetesinin yarışmasında, 1920’de birinci olmuştu. Aydınlık , Resimli Ay, Hareket, Resimli Herşey, Her Ay dergilerinde de yazdınız, ancak mapusa düştükten sonra uzun yıllar şiir yayınlatamadınız. 940’larda ancak, Yeni Edebiyat, Ses, Gün, Yürüyüş, Barış, Baştan, Yığın gibi toplumcu dergilerde ya imzasız ya takma adlarla, misal İbrahim Sabri, Mazhar Lütfi adlarıyla yayınlatabildiniz. İmzasız Şiirleriniz, Kuvayı Milliye Destanı, İzmir’deki Havadis gazetesinde tefrika edildi. Bu destanı sonunda Yön dergisi yayınlayabildi…  

Ekim 1928’de kelepçeli olarak İstanbul’a getiriliş eleştirilere yol açsa da, Laz İsmail’le birlikte Ankara’ya gene bilekte kelepçe, arkanızda jandarmalarıyla götürülüp hemen sorgulanıp tutuklandınız.Yargı, iki ay sonra sizi salıverdi. 

Başta Şevket Süreyya Aydemir  şairliğinize inanan aydınlar,  Halkevi’nde çalışıp, Halk şiiriyle ilgilenmenizi, Anadolu’yu dolaşmanızı istese de, İstanbul’da Zekeriya Sertel’in çıkardığı “Resimli Ay” dergisinin yazı kadrosuna katıldınız. 

 

Temmuz 1930’da “Salkımsöğüt” ile “Bahri Hazer”i plağa okudunuz, Columbia firmasına. Yirmi günde tükenen bu plağın kahveler, lokantalar gibi halka açık yerlerde çalınmaya başlandığı görülünce, polisin duruma el koyup bazı uyarılara girişmesi sonucu firma plağın yeni basımlarını yapmaktan vazgeçti.  

 

1 Mayıs 1931 günü bir sivil polis bi çağrı getiriyor, ertesi gün Sorgu Yargıçlığı’nda sorgulanı yorsunuz. İçişleri Bakanlığı’nın emri doğrultusunda, ilk beş kitabınızdaki şiirlerde “bir zümrenin başka zümreler üzerinde hakimiyetini temin etmek gayesiyle halkı suça teşvik ettiği” savıyla mahkemeye verildiniz.Ömr-ü hikâyenizde Ocak ve Mayıs ayları sizin için ne anlamlı… 

Savunmanızda ‘diğer iktisadi ve siyasi meslekler nasıl cürüm değilse, komünist mefkûresi de cürüm değildir. Benim bir sınıf halkı diğeri aleyhine tahrik ettiğim iddiası söz konusu değil’dediniz. Aklandınız. 

 

1932’de Benerci Kendini Niçin Öldürdü adlı şiir kitabı basıldığı gibi, 1931-32 sezonunda Kafatası, 1932-33 sezonunda Bir Ölü Evi adlı oyunları da Darülbedayi’de (sonradan İstanbul Şehir Tiyatrosu) sahneye kondu. 

Gece Gelen Telgraf nedense 1933 yılı başında Muallim Ahmet Halit Kütüphanesi’nce yayımlandı.  

 

Gece Gelen Telgraf yayımlandıktan bir süre sonra iki dava açıldı.“halkı rejim aleyhine kışkırtmak” ve hakaret gerekçeli. 

İdam talebiyle başlayan dava 31 Ocak 1934’te 5 yıl hapis kararıyla sonuçlandı. 

 

Cumhuriyet’in onuncu yılında çıkan bağışlama yasasıyla bu cezanın 3 yılı indirilince geriye bir yıl kalıyordu. siz bir buçuk yıldır tutukluydunuz. Mapustan 6 ay alacaklı salıverildiniz. 

 

Istanbul’da Piraye ile evlenişiniz işte bu sıra, Ocak sonunda.Aşktan yana bereketli, ömrünüz, bi mapustan, bi aşktan bir de hayal kırıklıklarından…Daha önce iki evlilik yapmıştınız, biri Rusya’da görevli bi ailenin kızı Nüzhet hanım, öteki bir Rus kızıydı, ölüvermişti.Peki doktor Lena ne zamandı? O sonraki gidişte, kaçıştan sonraydı sanırım… 

 

İlginç olan, hercailiğinize rağmen, iyi koca olmak için çabalamanız…  

 

Piraye, onun da kaderi maceracı, adeta defineci kocalar. İlki tiyatro sevdasıyla yurt dışına tüymüş, iki evladıyla karısını dörme döküm bırakıp.O da andiçmiş, ‘aşka paydos’ diye. Ah Piraye, sizin ilkin büyük aşkınız sonra kızıl saçlı bacılığa tenzil-i rütbe eden yoldaşınız, bizim ömür boyu iç sızımız…Büyük konuşmamalı işte böyle, aşka paydos ha, aşka kim paydos edebilmiş, hele maşuk Nazımsa… 

 

Aşk hoş geldi, safa geldi, elbet geçim kavgası da… Oldunuz Orhan Selim, yazdınız fıkralar, tefrika romanlar… İpek Film Stüdyosu’nda senaryo yazarlığı, dublaj yönetmenliği, film yönetmenliği gibi çeşitli işler 1935’te Taranta Babu’ya Mektuplar adlı şiir kitabını yayımladı, Unutulan Adam adlı oyunu Darülbedayi’de sahneye kondu. 

1936’da Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı adlı şiir kitabı ile Alman Faşizmi ve Irkçılığı adlı çeviri derlemeniz yayımlandı. 
II. Dünya Savaşı öncesinde sağcı ve solcu yazarlar arasındaki gerginlik son haddine varmıştı. Bildiri dağıtmak suçlamasıyla on iki kişiyle birlikte gene tutuklanıp,1937 nisanında duruşmaların tutuksuz yapılma kararı üzerine serbest bırakıldığınız, sonradan  aklandığınız bu işten kısa süre sonra , İpek Sineması’na resmi giysili , provakatör bir Harbiyeli damlayınca, Emniyet Birinci Şube’ye telefon edip “Yapmayın, ben burda çocuklarımın ekmek parası için didinip duruyorum, siz hâlâ benim peşimdesiniz!” dediğiniz doğru olsa gerek…Size nefes aldırmamaya andiçmiş gibiler.Bir gece oturmasında, aylardan gene Ocak, 17’si, akrabanızın evine gelip alıyorlar, tevkifhaneye (!) koyuyorlar.Askeri üstüne isyana teşvik suçuyla, 15 yıl ağır hapis!Marmara’da açıkta bekleyen Erkin gemisine kapatılıyorsunuz… Önce helaya, sonra sintine ambarına… 

Bu kez Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde yargılanıyorsunuz. Birleştirilen iki cezanız 35 yıl, gerekçeli indirimlerle 28 yıl 4 ay… 38 yılının son günleri ve gene Ocak ayındaki  Yargıtay onayı umutların köküne kibrit suyu ekiyor… 40 Şubat’ında Çankırı cezaevi, Aralık’ta Bursa cezaevi… Toplam 12 yıl tutuklu kalıyor, yayınlanamayacak şiirleri yazarak, direniyorsunuz… 

Cezaevlerinde tanıştığınız,  halkın güç koşullardaki yoksul, acılı kişileriyle dost oldunuz. Dört Hapisaneden; Kuvâyi Milliye; Piraye İçin Yazılmış Saat 21-22 Şiirleri; Piraye’ye Rubailer; Memleketimden İnsan Manzaraları; Ferhad ile Şirin; Yusuf ile Menofis ‘i koğuş arkadaşlarınıza okuyor, düşüncelerini soruyorsunuz.Bu arada Piraye ardınızsıra dolaşıp istediklerinizi koşturuyor size. Çocuklarıyla birlikte desteğini hiç eksik etmiyor.Onun bir kamyonet arkasına yüklettiği eşya ve denkler üstünde, naylon çorapları ve tayyörüyle oturup engebeli yollarda gidişi aklımdan hiç çıkmaz… Biz bunları günü gününe izlemedik elbet, bir kuşak sonranın gençleriyken öğrendik, ama, sevgili Nazım siz de bunca çekiye rağmen, ölüp gitmenize rağmen hâlâ ve hep gençsiniz. Bizler yaş alıp ihtiyarlasak da, sizin kuşağın kemikleri çoktan sürme olsa da, siz her dönemin esaslı şairi ve delikanlısısınız… 

 

Adli hatanın giderilmesi ve salıverilmeniz yönündeki tüm ortak çabalar, toplanan imzalar da işe yaramayınca, 1950’de açlık grevine başladınız. Bu arada kalp ve karaciğer sinyal veriyor, bu yükü çekmesi zor, kaptan, diyor size. 12 gün açsınız, kilo kaybetmişsiniz, anneniz Celile hanım Galata köprüsü üstünde imza topluyor, derken İnönü’nün sizi kabul edeceği bildirilince, açlık grevine son veriyorsunuz. Sultanahmet, Paşakapısı gezedururken, sağlığınız gözönüne alınarak bile olsa, salıverilmiyorsunuz… 

 
Gene Mayıs, 1950, ikinci kere açlık grevi… Bu defa, ölene kadar, yahut salıverilene kadar… 

 

12 gün geçiyor, kilo kaybı hızlı, Cerrahpaşa’ya kaldırılıp, Verem pavyonunda tek kişilik odaya alınıyorsunuz. Dışarda imzalar, bildiriler, adınızı taşıyan iki sayfalık bir gazete… İçerde tıbbi müdahalelerle uzatılmaya çalıştıkları hayatınız… Grev sürüyor, ancak meclis bağış yasasını ele alamadan tatile giriyor… Böyle işte, eldeki yara duvardaki kovuk… 

 

Ufukta 50 seçimleri… Seçim sonrasına dek greve ara vermelisiniz, öleceksiniz yoksa… 

 

DP af yasasını tartışırken, mecliste herkes bağışlansın, o hariç, tarzı çirkin konuşmalar da yapılıyor…Neyse işte, biliyorsunuz, mapustan alacaklı tahliye edildiğiniz olay, bu… 

 

Bir başka olay, vukuat da dayı kızı Münevver’e mapusta vurulmanız… Piraye artık kalbinizin kızıl saçlı bacısı… Ah, bivefa Nazım… 
Cezaevinden çıktınız, Piraye’den boşandınız.  

Kadıköy’de, önce annenizin Cevizlik’teki evinde, sonra bir apartman katında Münevver Hanımlasınız. 51 yılında Mehmet doğuyor, siz İpek film stüdyosunda çalışıyorsunuz. Kapınızda bir cip, nereye gitseniz polis ardınızsıra… Büyük gözaltındasınız. Ne kitap yayınlatma, ne oyun sahneleme… Söz var, ancak Kuvayi Milliye’yi basan yok… 

 

Bu kadarla kalsa gene iyi, bir de bakıyorlar ki, askerliği yapmamışsınız… Bahriyeyi bitirdiniz, güverte subayıydınız, hastalanıp çürüğe çıkarıldınız,olsun, haydi Nazım, hazırlan, Sivas Zara’ya… Sağlık kurulu kaporları, ı-ıh, askerliği engellemez ki onlar… Bir yandan kulağa fısıldananlar… Üç gün sonra Romanya’ya ulaştığınız Bükreş radyosundan öğrenilir… 

 

İyi ettiniz, has ettiniz, kurnayı kırıp tas ettiniz… Yoksa ölecektiniz… Hısım Refik Erduran sür’at motoruyla boğazdan Karadeniz’e açılmış, Bulgar sahilinde kıyıya çıkmayı düşünürken, raslantı eseri bir Romen şilep gördünüz iyi ki…Merhaba özgürlük, merhaba dünya, elveda Münevver ve Memet , elveda vatan… 

 

Onlar vatanda tutuklu kaldı, yurt dışına çıkmaları yasaktı. 

 

Gittiniz ve gördünüz ki, orası gençliğinizin o coşkulu, geleceğe umutla bakan Sovyetler Birliği değil… Dergilerde Mayakovski’den söz edilmiyor, Meyerhold’un, Tairov’un adları bile anılmıyor, eski dostlarından kimi sorsa, “Bilmem, nicedir görmedik,” yanıtını alıyordu. 
Şiirlerinin çevirilerinde anlamı değiştiren yanlışlar bulunması canını sıkmaktaydı. 

Sanat yapıtlarındaki Stalin güzellemelerini yadırgadığınızı söyleyince, uyarılıyorsunuz. 

 

Pot kırmayın diye Stalin yerine Malenkov’la görüştürüldüğünüz söylenir. 

Moskova’ya 1951 temmuzunda ulaştınız, Ağustosta, Fadeyev’le birlikte, Berlin’de Dünya Gençlik Festivali’ndesiniz.

 

Eylül’de Bulgaristan Orada Fahri Erdinç’le, cezaevi arkadaşı Betoven Hasan’la Türk köylerini dolaşıp, sorunlarını dinlediyip, karşılıklı Türkçe konuştunuz, bunun ne anlama geldiğini vatan hasreti çekenler bilir… 1-6 Aralık 1951’de, gene Fadeyev’le Viyana’da yapılan Dünya Barış Kongresi Orada Aragon’la, Frédéric Joliot-Curie’yle tanışmak öldü sandığınız, KUTV’dan arkadaş Çinli devrimci Emi Siao (Sİ-YA-U) ile karşılaşma.Ardından Prag, Uluslararası Barış Ödülü… 

 
Sovyetler Birliği’nin desteklediği Dünya Barış Konseyi’nin etkinliklerinde önemli rol oynamak. 

 

25 Haziran 1952’de Asyalı üyelerin toplantısına katılmak üzere Pekin,1-5 Temmuz 1952’de Kore Savaşı’na karşı bir toplantıya katılmak üzere Berlin…Amerikan emperyalizminin kışkırttığı bu savaşa asker göndermesini kınıyor, Kore’de halkımızın Amerikalılar için kan dökmesine neden olanlara karşı konuşmalar yapıyorsunuz. 

5 Ekim 1952’de bir barış toplantısı için gene Viyana, toplantının açılış konuşması… 

12-19 Aralık 1952 tarihleri arasında ise bir kez daha Viyana’da bir araya gelindi. Bu çok büyük toplantıda seksen üç ülkeden 1700 delege vardı. Burada açılış konuşmasını yapan Frédéric Joliot-Curie’den, Aragon’dan başka, Jean-Paul Sartre, Pablo Neruda, Diego Rivera, Arnold Zweig da vardı. 

1952 yılı sonunda Dünya Barış Konseyi’nin yönetici kadrosundasınız. 

 

Çeşitli kentlerde toplantılara katılıyor, bu arada Varşova’ya da gidiyorsunuz Polonyalılarla aranız çok iyi Bir ülkenin vatandaşı pasaportunuz yok, ama, büyük dedeniz Polonyalı Borzenski ailesinden…Hani Kızkulesi açıklarında denize atlayıp Osmanlı’ya sığınan, sonra bir paşanın ‘evlad-ı maneviyesi’ olan… Polonya pasaportu çıkartılıyor hemen ve büyük dede soyadıyla Polonya vatandaşlığına kabul ediliyorsunuz, Nâzım Hikmet Borzenski.  

 

Dünya Barış Konseyi’nin eylemleri aralıksız sürüyor, gittikçe daha büyük kalabalıkların ilgisini çekiyor. 

22-29 Haziran 1955’te Helsinki’de yapılan Dünya Barış Toplantısı’na doksan ülkeden 2000 delege geldi. Nâzım Hikmet bu toplantıda Türk delegesi olarak söz aldıktan sonra bir kez daha Dünya Barış Konseyi’nin yönetici kadrosuna seçiliyorsunuz. 

6 Ağustos 1955’te Japonya’nın Hiroşima kentinde öğrencilerle ev kadınlarının düzenlediği Dünya Barış Konferansı ise soğuk savaş çerçevesinde komünist propagandası filan diye küçümsenecek gibi değil. Hiroşima’ya atom bombasının atılışının onuncu yıldönümü. Nükleer araştırmalara karşı bütün dünyadan 33 milyon imza toplanmıştı. Siz bu toplantıda bir barış delegesi konumunun ötesinde, dünyanın en büyük şairlerinden biri olarak alkışlandınız. 

1956’da, sekiz ay kadar, “özgürlükçü komünizmin örneği” olarak gördüğünüz Polonya’da kal ıp, öbür toplumsalcı ülkelere oradan gidip geldiniz Dünya Barış Konseyi’nin yöneticilerinden olmanız, sürekli yolculuk anlamındaydı. 

Coşkuyla katıldığınız Sovyetler Birliği’nin soğuk savaş adına ağırlık verdiği barış propagandasında içten duygularıyla bir şair olarak yeraldınız. 

Bu yıllarda yazdığınız savaş karşıtı, nükleer silahlar karşıtı şiirleri bestelenerek, Paul Robeson gibi Pete Seeger gibi dünyaca ünlü şarkıcılarca söylendi.  

 

Sovyetler’deki komünizm ve proletarya gerçeğinin  diktatörlüğe dönüşmesinden tedirgindiniz. Açık çasöylemekten çekiniyor, susuyor, başınıza bir şey gelmesin diye inanmadığınız sözler ediyor, yeri geldikçe de tedirginliğinizi, güvendiğiniz kişilere açık ediyordunuz. 1951 yılında, İlya Ehrenburg’a şöyle demiştiniz: 

“Stalin Yoldaş’a saygım var, ama onu güneşe benzeten şiirler okumaya dayanamıyorum, bu yalnız kötü şiir değil, kötü duyarlık.” 
Aslında bir konuk olarak bulunduğunuz Sovyetler’de  gel de Stalin’den korkma!Çevredeki katı komünistler de cabası… Özgür davranışlar ve eleştirilerle zaten göze batıyor, arada bir uyarılıyorsunuz… Disiplinsiz davranışlarınız sürerse, yavaş yavaş zehirlenebileceğiniz ya da bir kazaya kurban gidebileceğiniz kulağınıza geliyordu.Yağmurdan kaçıp, doluya tutulmuştunuz. 

 

5 Mart 1953’te Stalin ölünce Yazarlar Birliği önde gelen şairlerden bu acı olayı yansıtan şiirler yazmalarını istedi. 

Nâzım Hikmet de bir şiir yazdı, ama Stalin’i her şeyin üstüne çıkarıp tek başına putlaştırmayan, Marx, Engels, Lenin’le birlikte, devrimin içindeki yerine koyarak anan bu şiir, sonuçta halkın birliğinin önemini vurguluyordu.  

 

1956 martındaki Yirminci Kongre’de, Kruşçev’in inanılmaz açıklamalarıyla Stalin’in cinayetleri ortaya döküldüğünde ise, Nâzım Hikmet, bunu Lenin’in geri dönüşü olarak değerlendiren “Yirminci Kongre” adlı şiirini yazdı.  

 

1956 eylülünde ağır bir zatürree geçirdiniz… Güçlü bünyeniz ve gençliğiniz bir yere kadar direnebilmiş olmalı, bunca zulme, bunca darbeye, bunca aşka, hasrete, vatansızlığa… 

1957’den sonra, Yazarlar Birliği adına Sovyetler Birliği’nin doğu ülkelerine yolculuklara başladınız. Stalin’in ağır zulmünü gören bu bölgede Türkçe konuşan halklar vardı. İyi dostlar kazansanız da, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan’da görüp dinlediklerinizden rahatsız oldunuz.  

Stalin döneminin ağır bir eleştirisi olan İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu? oyununuz, 11 Mayıs 1957 günü Moskova Yergi Tiyatrosu’nda sahneye kondu. Tek gece oynanıp, yasaklan ması sizi çok üzdü. Bunalımınız, kendinizi öldürmeye varacaktı, nerdeyse…Stalin dönemi baskısı hâlâ duyuluyor, katı komünistler, özgürlükçü komünistlerin önünü kesmek istiyordu.  

1958’de Dino’larla birlikte, Münevver’in genç kızlık şehri Paris’te, ona şiirler yazarak geçirseniz de, 55 yılı biterken çoktan  Vera’ya tutulmuştunuz… 

 
Münevver’le Mehmet’i İstanbul’da bırakıp gurbete çıkalı yedi yıldı. Memet uzaklarda ve fotoğraflarda büyüyordu.  1951 haziranından beri gurbetteydiniz, hem karınızla oğlunuzun hem vatanın gurbetinde, ancak bu başka kadınlara meyletmenize engel değildi. 

1952’de göğüs ağrılarıyla üç ay yattığı Barvikha Sanatoryumu’nda size âşık olan Galina Grigoryevna Kolesnikova adında çok genç bir doktor kıza yakınlık duyup, taburcu edildikten sonra birlikte yaşama kararı alınca,  Yazarlar Birliği’nin de uygun görmesiyle, Dr. Galina  özel doktorunuz olarak görevlendirildi.Gecesini gündüze katıp sizinle ilgileniyor, evi çekip çeviriyor, ilaçlarını veriyor, yemeklerini düzenliyor, dinlenmesini ayarlıyor, yolculuklarda yanında oluyordu. Yllar süren bu yakın ilgi kaç ölümden döndürdü sizi. 
Dr. Galina evli olduğunuzu, karınızı sevdiğinizi biliyor Münevver’in çıkıp gelmesine hazır. Bu olursa şairi karısına bırakıp köşesine çekilecek. Ama işte, kul kurar, kader gülermiş, başka işler oluyor…  

 

1955 yılı sonlarında Soyuz Multifilm Enstitüsü’nden Arnavut giysileri konusunda bilgi almak üzere Nâzım Hikmet’i görmeye gelen Valentina Brumberg’in yanında, Vera Tulyakova adlı genç bir kadın yardımcı var.

Bursa’da 1948 de ne olduysa, tarih onu tekrarlıyordu. Gene “ilk defa” âşık oluyordunuz. Ama bu kez gönül verdiğinizin evli ve çocuklu olduğunu bir yıl sonra öğrenecektiniz. 

Elde çikolata çiçeklerle, Arnavut giysileri konusunda daha fazla bilgi vermek için, Soyuz Multifilm Enstitüsü’ne sık sık gitmeye başladınız. 

Sevdalandığınız kadının babasından altı yaş büyüksünüz.

Şaka sanılan, ciddiye biniyor. Aşk zaten büyük bir şaka, tek kişilik bir tango. 

Ağır zatürree sizi uzun süre Moskova’dan uzak kalmak zorunda bırakınca, aylar boyu Çekoslovakya’daki Yasenik Sanatoryumu’nda sağlığınıza kavuşmayı beklerken aklınız fikriniz Moskova’da. 

 

Vera ayrılırken size bu işi daha ileri götürmek istemediğini, dönüşte bu ilişkiyi bitireceğini söylese de, tam tersi oldu. 

Moskova’da buluşur buluşmaz Sevdalı Bulut’un senaryosu üstünde çalışmaya başladınız. Senaryo kabul edildi,filmin çekimi sırasında onun aşkı çıkageldi.  

Ama siz yolculuklar yüzünden habire Moskova’dan ayrılmak zorunda kalıyordunuz. Bakü, Varşova, Paris, Leipzig… Bir yandan kıskanmak…  

 

Ağustos sonunda Moskova’ya dönünce Vera’ya birlikte bir oyun yazmayı önerdi. Yazılması 1959 boyunca süren oyun 1960 başında Yermalova Tiyatrosu’nda sahnelenirken, evlenmeye karar verdiniz.

Nikâhlı olmadığınız için, Münevver’den boşanmak zor değil. Sekiz yıldır birlikte olduğunuz  Dr. Galina’ya ise  Peredelkino’daki daçanızı, 1957 model Volga limusin otomobili eşyaları, televizyon, radyo, teyp, nesi varsa, kitapları, tabloları her şeyi, noterde kâğıt imzalayarak devrediyor, siz Moskova’daki apartman dairesini alıyorsunuz.Vera’yla Bakû’de  üç ay baş başa  çok mutluydu, ama ,tedirginsiniz.Onu kendine sımsıkı bağlamadıkça, kıskanma bunalımınız bitmeyecek… 

 

Moskova dönüşü Vera  kocasından ayrıldı,  kızını babasına bıraktı.1960 Kasım’ında nikahlandınız. 

 

Münevver’le Mehmet’i n’apacağınızı bilemeseniz de“Bir gönülde iki sevda olamaz / yalan / olabilir”i biliyordunuz. 

 

1961 nisanında Paris’e ikinci gidişi

- Advertisment -