Ana SayfaYazarlarBiz nasıl insanlarız?

Biz nasıl insanlarız?

 

Geceyarısı saat 03.15…

Bir kafede çalışan 29 yaşındaki C.G. evine dönüyor.
Sokak lambasının altına geldiğinde aynı yaştaki bir adamın saldırısına uğruyor.
Adam bıçaklıyor kadını…

Genç kadın bağırmaya, mahalleyi ayağa kaldıran çığlıklar atmaya başlıyor.
 

Çevredeki 10-15 katlı apartmanlarda ışıklar yanıyor, perdelerin ardında karaltılar seçiliyor.
Birisi balkona çıkınca saldırgan uzaklaşıyor.

 

Ama apartmanlardaki ışıklar sönünce geri geliyor. Ve C.G.’yi yeniden bıçaklıyor. 
Yere düşen kadın yine çığlıklar atıyor; “Yardım edin, ölüyorum…”

Ardından ayağa kalkıyor, sendeleyerek, karnını tutarak yürümeye çalışıyor.
 

Saat 03.35… Saldırı sürüyor… 
Adam kadını evine kaçarken üçüncü kez yakalıyor.

 

Çığlık çığlığa, bitmek bilmeyen haykırışlarla yardım isteyen kadını üçüncü kez bıçaklıyor, cüzdanındaki 80-90 lirayı alıyor ve can çekişen kadına tecavüz ediyor.
Saat 03.50’de “işini” bitiriyor saldırgan… 
Polis ilk ve tek ihbar telefonunu olaydan bir saat kadar sonra alıyor.

Olay yerine geliyor, ama C.G. çoktan ölmüş.

Polisler çevredeki apartman sakinleriyle görüşüyor, görgü tanığı arıyor.

Ama onca apartmanın olduğu mahallede bir tane bile tanık yok!

Hiç kimse ne bir şey duymuş, ne de görmüş…
 

Bir süre sonra vicdan azabına dayanamayan bir tanığın ifadesi, gerisini çorap (vicdan) söküğü gibi getiriyor… 
Olaya en az 38 kişinin tanık olduğu yeniden alınan ifadelerle resmen ortaya çıkıyor.

 

Ve hepsinin evlerine gelen polislere ilk ifadelerinde, “Evde değildim, mevsim kış olduğu için pencereler kapalıydı, uyuyordum, ilaç almıştım, TV izliyordum, hiç bir şey duymadım, görmedim” filan dediği…

New York’ta 13 Mart 1964’de öldürülen genç kadının ismi Catherine Genovese… 
Kamuoyunda infial yaratan saldırının ve duyarsızlığın ardından ABD’liler Catherine’e “Kitty” lakabını takıyorlar.
Katili Winston Moseley yakalanıyor. 

 

Daha önce iki kişiyi daha benzer şekilde öldüren, tecavüz eden katilin gazetelerde yayınlanan ifadesi tanıkların -yaşadığı/yaşamadığı- vicdan azabına bir bıçak daha saplıyor: 
“Apartmanlardaki komşuların bizi gördüğünü fark ettim, aslında çekip gidecektim ama hepsi pencerelerini kapattılar, uyumaya gittiler, ben de rahatça işimi gördüm…”

 

(Ömür boyu hapse mahkum edilen Moseley’in şartlı tahliye talepleri 18 kez reddedildi. 28 Mart 2016’da, 81 yaşında cezaevinde öldü.)

Katil, “işini” en az 38 kişinin gözünün önünde, kulağının menzilinde tam 35 dakikada görüyor.
Ve manşet 27 Mart’da The New York Times’dan geliyor:
“Biz Nasıl İnsanlarız?”

Bu inanılmaz trajedi, 2009’da Didier Decoin’nın “Kadınlar Böyle mi Ölür” romanına konu oluyor.
Romanı 2012’de sinemaya uyarlayan Lucas Belvaux’nun “38 Şahit” filmini izlemiştim.

 

Filmin başrol oyuncusu da defalarca bıçaklanarak öldürülen, çığlıklarıyla mahalleyi ayağa kaldıran Kitty’nin katline tanık olur.

Ama ilk ifadesinde “Evde değildim” der.
 

Vicdan geri gelince, ikinci ifadesinde duyduğu çığlıkları şöyle anlatır:
“Her yeri, duvarları, betonu, pencereleri delip geçen çığlıklar… Ellerimle kulaklarımı kapattım, ama ellerimi bile delip geçen çığlıklar… Kafama işleyip, kafatası kemiğimi, beynimi parçaladı, tıpkı bir kurşun gibi…
Ama hiçbir şey yapmadım, öylece durdum. Damarlarımdan kan akmıyormuşcasına…
Tek kişi değildim. Herkes duydu, bütün mahalle…”

 

Bir süre sonra olaya en az 38 kişinin tanık olduğu ortaya çıkınca savcı, yasal açıdan durumu ve “dumur”u şöyle özetler:
“Hiç bir şey yapmayan tek şahide alçak denir, ama 38 kişi olunca, ‘herkes’dir. Korkaklıktan mı dava açayım?”

 

Ardından aynı yerde, apartmanlarda yaşayanların hepsinin gözleri önünde cinayet yeniden canlandırılır. 
Olayı canlandıran kadın polis çığlık atmaya başlar, dakikalarca… Aynı yerde…

 

Tanıklar bu kez “Çığlıklar daha güçlü, daha uzundu” gibi kan donduran ayrıntıları vererek katılır “canlandırma”ya…
Her şey olup bittikten sonra konuşmak kolaydır çünkü.

 

Vicdanın öyle temize çekileceğini sanırız ama müsvedde defterinin sayfaları dolmuştur bir kere.
 

Kitty’nin öldürülmesi, sosyal psikoloji literatürüne “Genevose sendromu (Seyirci etkisi)” olarak geçer.

Ve insanların çevrede başkaları varken bir olaya müdahale etmekten, hatta tanık olmaktan, “olaya bulaşmaktan” kaçınmalarını irdeler:
“Bir olayda seyirci sayısı arttıkça, sorumluluk paylaştırılır ve kişilerin yaşanan trajediye müdahale etme süresi de artar.” 
 

Ömer Cansızoğlu’nun Aylık Çevrimiçi “Açık Bilim Dergisi”ndeki “Hello Kitty” makalesini de okumuştum.

Bunun aslında bir “okuma” değil, hep birlikte bir “tanık olma” hâli olduğu duygusuyla…

 

Cansızoğlu “Genovese sendromu (Seyirci etkisi)”ni insanı buz gibi donduran satırlarıyla anlatıyor:
“Seyirci Etkisi olarak anılan bu durumun tam olarak tahlilini yapmak zor, ancak bir fenomen olarak hayatımızda yer aldığı da bir gerçek…

Sosyal psikologlar yaptıkları araştırmalarda, seyircilerin müdahale olasılığı ile seyircilerin sayıları arasında ters orantılı bir ilişki olduğunu ortaya koyuyor.

Seyircilerin olaya bireysel olarak müdahale etmemesi ve gruptaki herkesin aynı şekilde düşünmesi, müdahalenin gecikmesi, belki de hiç yapılmaması sonucunu doğuruyor.
Ayrıca -çoğunluğa uyarak- sorumluluğun yayılması da, sorumluluk hissini bireysel olarak daha aza indiriyor.”
 

Böyle “vaka”lar sadece bu sendromdan ibaret değil.

 

Bu duyarsızlık mı, duyarsızlıksa bu toplumsal bir hâl olabilir mi, sosyal apati/donukluk mu, endişe, güvensizlik, otorite fobisi mi…

 

Yılları darbe, üniforma-cübbe travmasıyla geçen bizim gibi ülkelerde bu sendroma neredeyse geleneksel olarak eklenen, “Aman, bizi de şahit yazarlar” endişesi, “neme lazım” korkusundan da söz edilebilir elbet.

 

Daha vahimi vicdan meselesinde ortaya çıkıyor.

Yaptığımız bir çok şeyin de, vicdanımızdan başka şahidi yok.

O şahidi susturabiliyoruz.

 

Kamplaşma, baskı, ağır hamaset, tek yönlü medya bombardımanı vicdanın körelmesini de yaratabiliyor.  

Tek boyutlu yahut bir oksimoron olarak “seçici vicdan”a dönüşmesini de…

 

Vicdanı susturmanın, örtmenin, hatta tanımını, işleyişini cancağızımıza göre eğip bükmenin yolu çok.

Mazeret gerekirse, o da gani.

 

Böyle durumlarda bir olayı, kolaylıkla “mazaretsever aklımız”a uydurup, dönüştürebiliyor, vicdansızlığı bile meşrulaştırabiliyoruz:

“İlkesel olarak reddettiğimiz, olmaması gerektiğine samimiyetle inandığımız bir şeyi (…) bir dizi meşrulaştırma mekanizması üzerinden kabul edilebilir ve onaylanabilir başka bir şeye dönüştürüyoruz ve böylece kendi vicdanımıza ve ahlakımıza aykırı davranıyormuşuz duygusuna kapılmaksızın kendi vicdanımıza ve ahlakımıza aykırı davranma imtiyazını elde edebiliyoruz.” (¹)

 

Vicdan… Varlığını sıkça görmek pek mümkün değil ama yokluğunu karşılaştığımız an  tanıyoruz.

 

 

BİR FİLM-BİR REPLİK

NE KORKUNÇ!

 

– O görüntüleri çekmiş olmanız ve tüm dünyanın görecek olması beni memnun etti. Birilerinin müdahale etmesi için tek şansımız bu.
– Ya kimse müdahale etmezse yine de göstermek iyi bir şey midir?
– Böyle bir canavarlığa tanıklık edip de nasıl müdahale etmezler?

Bence insanlar bu görüntüleri gördüklerinde, “Ah tanrım ne korkunç” diyecekler ve yemeklerini yemeye devam edecekler. (Hotel Rwanda-Yönetmen: Terry George)

 

(¹) Alper Görmüş, “Adaletsizliği, fazla kötü hissetmeden onaylamada yardımcı gerekçeler”, Serbestiyet, 31 Ocak 2019.

* Ana yazı fotoğrafı: Catherine Genovese ve “38 Temoins (38 Şahit)” filminin afişi. 

- Advertisment -