Ana SayfaYazarlarModernleşmenin değil Batılılaşmanın sonu

Modernleşmenin değil Batılılaşmanın sonu

 

Türkiye’nin İran ile yakınlaşma yönünde bir irade sergilemesi, Türkiye’nin kayıtsız şartsız Batı dünyasına teslim olmasını savunan kalemlerde rahatsızlığa yol açmış görünüyor.

 

Bu düşünce sahipleri “İran'la flört”ün Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştıracağını; bu yüzden “Batı'nın göstereceği refleksi” önemsemek gerektiğini ifade ediyor.

 

Türkiye’nin dış politikada çeşitlendirmeye giderek büyük devletler karşısındaki kırılganlığını azaltmaya çalışmasını “Batı ne der” parantezine alarak okumak, sığ bir bakış açısıdır. Batı ile değişen ilişkilerin mahiyetini görmemektir.

 

Türkiye ile Batı ittifakı arasında şiddetlenerek artan kriz, son dört yılda veya AK Parti iktidarı döneminde birdenbire ortaya çıkmadı. Bu krizi birbirine paralel iki olgu tetikledi.

 

İlk olgu, Türkiye’nin genel olarak modernleşme yönünde değil özel olarak Batılılaşma yönünde yaptığı tercihin yarattığı kültür krizidir.

Batılılaşma 19. yüzyılda Osmanlı’da modernleşme isteğiyle başladı. Amaç Osmanlı’yı içinden bulunduğu zor durumdan çıkarmaktı. İki düşünce birbiriyle kıyasıya çatıştı. İlk düşünce modernliğin Batı’dan sadece teknik ve bilim ile gelmesi gerektiğini seslendiren görüştü. İkinci görüş modernliğin sadece teknik ve bilim ile değil kültür ile de birlikte gelmesi gerektiğiydi.

 

Jön Türklerle birlikte bu denge ikinciler lehine değişti. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte resmi ideoloji haline geldi.

 

Maalesef bu durum ideal bir pozitif toplum yaratmak yerine toplumsal dokuda amorf sosyal süreçler yarattı. Örneğin 70’ler ve 80’lerde Türkiye’ye damgasını vuran arabeski, Batılılaşmanın yarattığı bir sonuç veya toplumun Batılılaşmaya karşı geliştirdiği bir refleks olarak görebiliriz.

 

Tarih toplumun mümkün olanı arzulamasıyla yazılabilir. Bu bağlamda Türkiye, modernliği karanlık bir geleneği dağıtan bir ışık kaynağı gibi   görüp yaşamak yerine, Daniel Brown’un dediği gibi, “geleneği modernliğin prizmasında kırılan bir ışık hüzmesi” olarak yaşasaydı, durum farklı olurdu.

 

O zaman Türkiye’nin kültür kodları ile Batı’nın kültür kodları bir sentezi besleyebilecekti. Türkü barlar olgusunda olduğu gibi. Türkü barlar, sosyal bilimci Hasan Turunçkapı’nın yerinde tesbitiyle, Türkiye’nin Batılı modernleşmeye karşı kendi kültürel kodlarıyla verdiği bir modernleşme yanıtıdır. Discolarda müzik eşliğinde başlayan eğlence anlayışına karşı Türkiye’nin kendi toplumsal dokusuyla verdiği bir reflekstir.

 

Modernleşmede, teknik ve bilim bir ideal ve hedef olarak ortaya konmalıydı. Ama kültürde böyle bir hedef olmamalıydı. Kültür tamamen topluma bırakılmalıydı. Türkiye’nin Batılılaşma serüveninin tarihi hatası bu oldu.

 

Batı ile değişen ilişkilerin doğası

 

Türkiye’nin Batı ile yaşadığı krizin diğer boyutunda ise siyasi kriz var. Bu krizi Erdoğan’ın oylarını konsolide etmek için yaptığı sert Batı eleştirilerine bağlamak da yüzeysellik olur.

 

Batı ile ilişkiler Erdoğan Batı’yı eleştirdiği için bozulmuyor. Türkiye artık Batının bazı taleplerine hayır dediği için bozuluyor.

 

Bizi bu duruma getiren üç parametre oldu. Birinci parametre Sovyet tehlikesinin sona ermesiydi. Bu gelişme ortak düşmana karşı bir araya gelmenin temellerini ortadan kaldırdı. Ikinci parametre, Türkiye’nin mesele kendi çıkarları olunca Batılıların Türkiye'nin çıkarlarını hiç umursamadıkları, hattâ zararına çalıştıkları gerçeğini yaşayarak görmesi oldu. Kıbrıs ve Küba füze krizi (Sovyetler Küba’dan füzelerini geri çekince ABD’nin de Türkiye’de konuşlandırdığı füzeleri çekerek Türkiye’yi Rus tehdidine açık bırakması), birinci ve ikinci Körfez savaşları, nihayet Suriye vakası, tam bu anlama geldi.

 

Üçüncü parametre Batı ittifakı içinde olmanın yarattığı avantajların bir türlü ortaya çıkmamasıydı. Türkiye yetmiş yıldır Batı ittifakı içinde. Bu ittifakın Türkiye’ye refah, huzur, istikrar ve güvenlik getireceği düşünülüyordu. Ancak bunların hiçbiri gerçekleşmedi.

 

Ne Türkiye refah açısından gelişmiş ülkeler ligine çıkabildi, ne on yılda bir rutine bağlanan askeri darbelerden kurtulabildi, ne de kırk yıldır sürmekte olan iç savaş olgusuna bir çözüm ve sonuç getirebildi.

 

Eğer Batı ve ABD, Türkiye’nin iç istikrarını gerçekten önemseselerdi, PKK üzerinde baskı kurup müzakere sürecini sonlandırmasını engellerlerdi. Bu konuda hiçbir adım atmamayı tercih ettikleri gibi, PKK’yi çatışmalara özendirmekten de çekinmediler.

 

Aydınlar ve teslimiyet

 

Türkiye’nin 200 yıllık Batılılaşma serüveni, hem zihinsel hem siyasal alanda yeni bir Türk-Batı ilişki formunu kaçınılmaz kılmakta. Aydın despotizmine bağlı olarak geliştirilen “Batılılaşarak modernleşme”nin sonuna gelindi. Artık halkın arzusuna ve toplumsal dokuya bağlı olarak gelişen bir evrimsel modernleşme dönemi başlamış bulunuyor.

 

Bu çerçevede, Türkiye'nin dış politikasını çeşitlendirmesi, daha bağımsız, daha karakterli bir kişiliğe büründürmesi, kendi başının çaresine bakması da kaçınılmaz hale geldi.

 

Realite böyleyken ortaya çıkan krizi Türkiye’nin Batıdan uzaklaşması olarak yorumlamak, “Batı ne der” telaşına kapılarak “sömürgeleştirilmiş bir zihniyete” savrulmak, Türk entelektüelleri için çok talihsiz bir durum.

 

Aydınlara düşen, bu krizde topluma öncülük ederek yeni yol ve yöntemler önermek. Teslimiyeti dayatmak değil.

 

- Advertisment -