Ana SayfaYazarlarDağın etrafını dolaşan şiir ve müzik

Dağın etrafını dolaşan şiir ve müzik

 

Yaşadığımız bölgede adı konmayan bir 3. Dünya Savaşı yaşandığını dillendirenler hiç de az değil. Türkiye de bunun bir parçası olsun isteniyor. Savaşlarda ilk ölen hakkaniyet, adalet, insaf ve merhamet. İstenir ki sanat, edebiyat, düşünce ortadan kalksın söz etkisini hükmünü yitirsin de insan kolayca teslim alınsın.

 

Direnmenin bir yolu söylemenin inceliklerini, kelime haznesinin genişliğini muhafaza etmek. Geçtiğimiz aylarda şair Cahit Koytak’ın evinde bir buluşma gerçekleşmişti. Şairin Mevlüt Ceylan tarafından tercüme edilen uzun Gazze Risalesi İngiliz şair Rogan Wolf tarafından seslendirilmiş ve şiiri iki dilde dinlerken kelimelerin sese dönüşmesine ve anlamın farklı dillerdeki birliğine tanık olmuştuk.

 

Gazzeli Yusuf’a hitaben kaleme aldığı nehir şiirinde “yeryüzünün bütün yufka yürekli şairleri gibi ben de Filistinliyim on günden beri” diye başlamış Koytak. İnsanlığın ortak hissiyatına vurgu yaparken tarihin her döneminde keder de umut da aynı dili konuşuyordu gerçekten de.   

 

Yusuf o kadar çok acı çekmişti ki, artık insanın beyninden, kalbinden, dilinden başka bütün silahları, silah tüccarlarını, silah çetelerini, devletleri, kaleleri, kodesleri, tecritleri önüne katıp savurabilir, bunları bir gül fırtınasına dönüştürebilirdi.

 

Sedat Anar’ı biliyordum ama ilk kez böyle bir gecede canlı olarak dinlemek nasip oldu. Santurunu çalmaya başlayınca bütün sesler son bulmuştu. Anar’ın müziğinde ses ve sözün birbirine karışarak ses veren balçıktan yaratılan insanın sızısına dönüştüğünü söylemek mümkün. Kendi sesinin ve tellerden yükselen nağmelerin varolma yaralarının üzerinden mehlem gibi geçişine tanık oluyorduk.

 

Şanlıurfa Halfeti’de meşhur hikaye anlatıcılarından dengbej İbrahim’in torunu olarak doğmak, yaşadığı sınırlarda Suriyelilerden Arapça Türkmenlerden Türkçe şarkılar öğrenmek, dedesinden şarkıların hikayesini dinlemek. Tebriz’e varıp Navid pir Muhammedi’den ders almak Attar’dan, Rumî’den, Mısrî’den beslenmek onu genç yaşta pişirmiş ve “müziğime Doğu müziği diyebilirim ama asla etnik müzik denmesini istemem, çünkü etnik lafından nefret ediyorum” diyecek bir genişliğe ulaştırmış. İlkokuldayken köylerine tayin olan öğretmenin piyano, gitar ve bağlama çalmasını ve öğrencilerine öğretmesini hangi tesadüf açıklayabilir, ilahi bir tevafuk olsa gerek. Müziğini bir kalp diline dönüştürmek için icra mekanı olarak sokakları seçmesi de ayrı bir sergüzeşt. İbni Arabi’nin “gönülden çıkan bir şey mutlak gönüle girer” sözünün hakikatine en yalın biçimde ulaşma isteği.

 

Ankara sokaklarında Anar’a rastlamak bahtiyarlık olsa gerek. O arkadaşlarıyla sokakta çalıp söylüyorken bir seferinde zabıta başlarından aşağı su döküp enstrümanlarını ıslatmış, santurunu kırmış. Kapalı mekanlarda gözleri açık olsa da sokakta çalarken gözlerini kapadığını, gelip geçenlerin kim olduğunu bilmeyince bir gizemin kapısını araladığını hissettiğini söylüyor.  

 

Geçtiğimiz cumartesi grup Üsküdar Nevmekan’daki konserde Anar’ın Filibeli Ahmet Hilmi’nin Amak-ı Hayal’inden, Yunus Emre’den, Niyazi Mısrî’den yaptığı besteleri seslendirdi.  

 

Konser boyunca neyin santurun sazın bendirin birbirleriyle konuşmasına şahit olduk. Bu ahenkle sürüklendiğimiz çatışmalar yüzünden kurumaya yüz tutmuş varlığımıza su verilmiş gibi oldu. Peygamberimizin bütün üstünlük iddialarını yerle bir eden çağrısı geziniyordu güftelerde. Büyüleyici sözleri kaydetmek imkansızdı ama müzik insanın bütün hikayesini ele veriyor zaten söze gerek kalmadan. İnsanın bu dünyada ayaklarının ucuna basarak yaşamasının yerinde olacağı, baki değil fani olan varlığına göre bir yaşam seçme zorunluluğu değiyordu yüzümüze. Pol ve Virgini’den, Hay bin Yakzan’a bir dizi kitap sesle zihnime üşüşüyordu, Fuzuli’nin Su Kasidesi hatta. Tuncay Korkmaz’dan mızıka solosu dinleyebilseydik bir de gitarın sesini biraz daha duyabilseydik keşke. 

 

Fakat bir ara salonda varlığını duyuran Simurg kuşunu anmak lazım. Attar’ın kendilerine bir yönetici padişah aramak üzere yola çıkan kuşların ötüşünü, onlara öncülük eden Süleyman Peygamberin dostu Hüdhüd kuşuna yollarda açtıkları nice sualleri, vazgeçenler dökülüp gidince geriye kalan altmış kanadın sesini duyuyor sanki insan. Çilelerle aşılan ‘talep aşk marifet istiğna tevhid hayret fakru fena’ vadilerini. Yedinci vadinin sonunda yolun insanın yine kendisine çıkışının hikayesini hep hatırlamalı.

 

“En etkili savunma nedir diye ölüm ustalarına ölüm tüccarlarına sormadan önce kuşlara ağaçlara rüzgarlara yosunlara fillere çimenlere böceklere ve karıncalara sormak gerekmez mi, dünyanın öteki sahiplerine, hayatın kendisine” diyor Gazzeli Yusuf’a seslenirken Cahit Koytak. Öyle ya biz misafiriz ne de olsa bu dünyada.

 

“Konuğun yakıp yıkması

Ve kana boyaması konuk olduğu evi,

Ne yerin hukukuna, ne göğün töresine,

Ne insan onuruna, ne Tanrı buyruğuna

Sığmayacağına göre, Yusuf, oğlum”

 

Konserde şairlerin de mevcudiyetiyle şiir ve müzik ayırt edilemez oldu birbirinden. Bir dağın doruğundan çıkıp yıldızlı gecelerden vahşi ormanlardan çöl fırtınalarından geçiyor Anar’ın müziği, yolda kaybolmadan kurda kuşa yem olmadan emaneti taşıyacağını hissettiriyor. 

 

- Advertisment -