Ana SayfaYazarlarHrant’ın anlamı: Üç burç yıldızı

Hrant’ın anlamı: Üç burç yıldızı

 

Üç yol var önümüzde üçe ayrılıp yürüyeceğimiz. Kimi uzun kimi kısa. Ama üçü de Hrant’a çıkıyor. Menzile erken varan diğerlerini beklesin.

 

Önce uzun yol.

 

Bizzat tanığı olduğumuz bir çağda Doğu-Batı Kuzey-Güney demeden hemen bütün kültürlerde kendine göre bir yuva ve hayat kuracak olan modern çağın mega kavramları (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik), din, felsefe, sanat ve iktisatta geçirdiği oldukça uzun bir kuluçka evresinin ardından, esas olarak 1789 Fransız Devrimiyle (Liberte, Egalite, Fraternite) kamusal ve kitlesel bir varlık kazanır.

 

Bu kavramlar (nasıl nitelendirirsek nitelendirelim) üç bayrak, üç değer, üç burç veya üç kutup yıldızı sıfatında hızla modern toplum tahayyüllerinin kurucu metinlerine (1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, hemen öncesindeki 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, sonra ülke/ulus-devlet anayasaları, sonra yeryüzünde bütün kişi, kuruluş ve ülkeleri bağlayıcı nitelikte 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, vs.) yerleşti.

 

Modernliğin zaman içindeki varlığında bugünden geçmişe doğru boyuna bir kesit alsak, bildiğimiz bütün düşünce form, akım ve disiplinlerinde (liberalizm, iktisat, anarşizm, milliyetçilik, sosyalizm, felsefe, sanat, edebiyat, şiir, din, vs.) ya da iktidar olmayı başarmış veya iktidar kovalayan muhalif, alternatif, eleştirel hareketlerde, resmi veya sivil kurumlarda, legal veya illegal örgütlerde bir şekilde (kelime, slogan, kavram, değer, kategori halinde) bunlarla karşılaşırız.

 

Aynı şey modernliğin herhangi bir anında enine bir kesit aldığımızda da geçerlidir: kavram veya kategorilerimizin, düşünce yapılarımızın, eski anlam torbalarımızın ya da yeni anlam çatılarımızın yolu bir şekilde bu üç kavramla kesişir, teknolojide, bilimde, takside, yolda kelime sarfiyatımızda bir yer gelir onlara bulaşır, derin yalnızlıklarda, dibi görünmeyen kalabalıklarda onlarla karşılaşır, aynı masaya oturur, yer içer, güler ağlarız.

 

Öyle ki günümüz dünyasında temel, doğuştan sahip olunan hak ve özgürlüklerden, fırsat eşitliğinden, kardeşlik hukukundan söz etmeden bir toplum tasarlayamaz, bir toplumsal kuruluş metni (ana sözleşme) yazamazsınız.

 

Meşru/demokratik yönetimler kadar askeri diktatörlükler, kanlı, despotik rejimler de;

Bu tür zalim rejimler altında ya sabır çeken, dişini sıkan, direnen yığınlar kadar “yeter” diyerek ayaklanmış, çıkış yolu arayan mağdur/mazlum yığınlar da;

Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik bayraklarını sallar.

 

Yani kendi kabuğunda yalnız bir ölümlü olarak da kalabalık (ve ölümsüz) bir insan toplumu olarak da onlardan kurtuluşumuz yok gibidir, hatta onlar belki bizsiz yapabilir ama biz onlarsız yapamayız.  

 

Bu, düşünceyi kışkırtır. Onların dilimizde, zihnimizde ve ömrümüzde bıraktığı iz/lenim/lerin ötesine geçme isteği duyarız.

 

Farklı varlık kipleriyle her türlü sınır tespit girişimine direnirler: toplumsalda maddi ama uçsuz bucaksız sisli kıtalar; dilde gayri-maddi ama yine ucu bucağı olmayan akışkan bulutsular, anlam nebülözleri; dil ve toplumsalla yoğrulmuş insan zihni ve ruhunda kaynağı belirsiz yansımalar, varlığa da yokluğa da göz kırpan katmanlar gibidir bunlar.

 

Bir kuralları yoktur: İzole veya sıkışık coğrafyalarda yaşayan topluluğun, toplumsalın, sınıfın, siyasi, dini, kültürel hareketin yapısına göre, karşı koyma, direnme, kendine yer/yol açma tarzına göre farklı isimler, yan anlamlar kazanabilir, farklı kıyafetlere bürünebilirler. Kimi akımlar özgürlükten kimi bağımsızlıktan, kimi adaletten kimi eşitlikten, kimi kardeşlikten kimi dayanışmadan bahseder. Kimileri eşitliği öne çıkarır kimileri özgürlüğü.

 

Üstelik her birinin pek çok alt kıtası vardır: Mesela Özgürlük kıtasından serbestlik, kurtuluş, bağımsızlık, sorumluluk veya birey gibi alt-kıtalar sallanır, anlam kipinde bunları ima eder. Ve bu alt-kıtalar da zaman içinde birer özerk/yarı-özerk beylikler halinde dil, ömür ve toplumsala yerleşir. Hatta kimi zaman bir alt-kıta (örneğin Birey) bir karadelik gibi tüm kıtayı (örneğin Özgürlük) yutar veya yutmaktan beter bir halde uydulaştırır.

 

Ama iz/lenim/lerin ötesine nüfuz etmek için, el yordamıyla da olsa bir yerden başlamak gerekir.

 

Kendi zihnimize/dilimize dikkat kesildiğimizde ilk fark ettiğimiz şeylerden biri şudur: Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik tarihsel-toplumsal kulvarda aynı dönemlerde öne fırlamış olsalar da bugün üçü arasında Kardeşlik açık ara gerilerde kalmıştır, en az üstünde durulandır, dilin/toplumsalın oyununda en az kadroya alınandır. Alternatifi/rakibi gibi duran bir Birey(lik)e karşı kaybetmiş ve bunu da kabullenmiş gibidir.

 

İkincisi, o yüzden Kardeşlik bir tür romantizm veya nostalji mesabesindedir sanki, bizim veya insanlığın çocukluk çağlarından kalma iç burkucu bir anı… Anne babamızın kanatları altında henüz gerçek dünyanın katı, acımasız yüzüyle karşılaşmadığımız döneme ait, sanki modernliğin çok ama çok öncesinde küçük, kapalı, durağan (Şirinler!) toplumlara ait, başlangıcı belirsiz yitik zamanda, yitik gelenekte kalmış bir çeşmibülbül.

 

Üçüncüsü, onun için herhangi bir Kardeşlik tartışmasında tedirginizdir, sanki “Bak kardeşim, bana kardeşlik mardeşlik diye mavallar okuma (ne diyo’sun sen ya!)” deyiverecektir biri. “Ben mi öğreteceğim sana, koca adam olmuşsun, hayaller başka hayat başkadır” (gözünü aç, ne kardeşi, sağ elin sol ele faydası yok!) diye ağzımızda koyacaklar lafımızı. Evet, zaten yaşlandıkça öğrenmişizdir ki Kardeşlik, “bu çiğ menfaat dünyasında” artık dönmemek üzere tozlu zamana karışan, ancak gamla anılabilecek bir masumiyet çağında kalmış olandır.

 

Toplumsal vasatta alelade bir sohbette dokuz kere “temel hak ve özgürlükler”den bahsederiz. İnsanoğlu bunun için ayrı, devasa bir hukuk, her biri başka bir maharet gerektiren sayısız meslek, kurum, uygulama geliştirdi. Ama bırakın Kardeşliği koruyup kollayacak bir kurum veya mesleği, “temel kardeşlik” diye bir terim bile yoktur, yoklayın, dilimiz buna müsait dahi değildir.

 

Bunun anlamı nedir?

 

 

Daha yakına sokulduğumuzda Kardeşliğin bu zafiyeti, bugün uzun bir tarihsel dönemin belirginleştirdiği hatların da yardımıyla fark ediyoruz ki aslında onun Özgürlük ve Eşitlikle yaşadığı gerilimli ilişkide saklıdır.

 

Ve bize meseleye bir ucundan girebileceğimiz bir kapı aralar:

 

Özgürlük ve Eşitlik insanoğlunun önünü ışıtsın diye sanki geleceğe astığıdır, Kardeşlik ise peşinden sürüklediği, geçmişten getirdiği, atadan kalan ve yanından ayırmaya, atmaya kıyamadığı.

 

Özgürlük sanki dinin/geleneğin “kafesinden”, ezeli ve ilahi düzeninden çıkış yoludur, Kardeşlik bir tür ezeli düzeni/dini/geleneği koruma refleksi.

 

Özgürlük hepimizin bir gün varıp çattığı gibi bir tür bilinmeyene açılıştır, Kardeşlik bilinende sebat.

 

Özgürlük öngörülemeyen bir ihtimaller vaatler eşiğidir, bu eşikte lazım gelen deli cesarettir, Kardeşlik bir tür kadere teslimiyet, toplumsalın idamesine odaklı bir gelenekte/ilahi düzende kalma arzusu.

 

O kritik (1789’la taçlanan) dönüşüm yüzyıllarında Özgürlüğün toplumsal tahayyülde eldeki “hazır” Kardeş/lik/e değil de onun daha alt bir “elemanıymış” gibi duran (ve daha ilk bakışta sezdiğimiz gibi, aslında ona hasım) Bireye yüklenmiş olması gerilimli ilişkiyi bir ikilem haline getirmiş olmalıdır. Aslında çok da sürpriz değildi bu.

 

Fransız Devriminde insanoğlunun büyük tarihsel-toplumsal-dilsel kantarına çıkan üç megadan biri olan “Kardeşlik!” aslında o zamana kadar toplumsalda zaten neredeyse “tersinmez” bir varlık kazanmış Birey “tehdidine” karşı yükseltilmiş bir çığlıktı sanki: Özgürlük ve Eşitlik istiyoruz, bunlar tamam, ama onların yanında şu Birey(lik)i değil bildiğimiz Kardeş(lik)i istiyoruz!

 

Çünkü geleneksel/ezeli düzenden taşmaya çalışan kentli sınıf (Burjuvazi) arasında Birey zaten yeterince dominant bir kategoriydi ve onlar Özgürlük! derken de her şeyden önce tek tek Bireylerin serbest ticaret özgürlüğünü kastediyordu. Felsefe (gözlem, düşünce ve güvenilir Bilginin kaynağı olarak Özne/Birey) ve sanatta da (algı ve yaratışın mecrası ve kaynağı olarak ilham sahibi, yaratıcı Birey) durum aynıydı. Yani daha baştan Birey ile Kardeş arasında bir makas vardı ve bu makas modern uygarlığımızın pratik tercihleri sonucu gerçek bir ikileme doğru hızla açıldı.

 

Özgürlüğü yaklaşık 450-500 senedir Birey üzerinden düşünüyoruz, düşünmeye alıştık. Batı menşeli başarılı seküler iktidar kurumları ve daha da önemlisi kontrol, istatistik ve hukuk mekanizmaları için büyük kolaylık sağladı/sağlıyor Birey. Somut, sınırları belli, sayılabilir, gösterilebilir, sorumluluk isnat edilebilir bir (icat edilmiş!) varlık olarak Bireyden yola çıkmakla ne kadar doğru yaptığımızı her seferinde bir kez daha teyit ediyor, iman tazeliyoruz. Analoji ne kadar uygundur bilmiyorum ama, Newton’un atom modeli, atoma dayalı madde kurgusu nasıl maddi dünya tasavvurumuzu yüzyıllar boyu istila etti ve başarılı işlere imza atmamızı sağladıysa, Birey de aynı şekilde sosyal/toplumsal dünya tasavvurumuzu, zihinlerimizi yüzyıllar boyu istila etti ve başarılı iktidarlar, kurumlar, mekanizmalar oluşturmamızı sağladı: hatta, Eşitlik desteğinde Batı’da en azından kendi içinde başarılı demokratik rejimler kurmamıza da olanak verdi.

 

Fakat bugün bütün işaretler gösteriyor ki, bu Bireyle, Özgür Bireyle aldığımız yolun sonuna geldik. Özgür Birey + Eşitlik üzerine kurulu bu Batılı toplumsal tasavvurun en nadide, en ilham verici eserlerinden biri olan demokrasi bizzat kendi yurdunda tehdit altında. Dahası on yıllardır akademide, entelektüel camiada şüyuu vukuundan beter bir şekilde bizzat toplumsalın duvara dayandığından, toplumsalın sonundan söz ediliyor. 

 

Kendimizi kandırmayalım, itiraf edemesek bile çırçıplak hissediyoruz ki yaşadığımız dünyada, toplumlarda artık dişe dokunur bir düzeyde:

 

Özgürlüğü gerçekleştirme ihtimalimiz kalmadı, tıpkı iktisadi eşitsizliklerdeki gibi aşılmaz silsileler halinde yükselen bir Özgürlük hiyerarşimiz var artık. Herkes aynı ölçüde özgür değil. Özgürlük yokluğundan ölen topluluklar da var, bolluğundan deliren topluluklar da. Hiyerarşinin en altında yer alan çiroz Yurttaş, üstlerdeki Özgür Bireyin ağırlığı altında eziliyor, has Özgürlük ekmeğiyle birlikte, söz ve siyaset alanındaki yerini de ilgisini de kaybediyor. Diğer bir deyişle bir yanda Özgür Birey bizzat Özgürlüğü, Eşitliği/Adaleti/Hukuku tehdit eder, onların içini boşaltırken, esbabı mucibesi Özgür Bireylerin hayat sahasını, aralarındaki ilişkileri, sınırları düzenlemek olan Hukuk/Kurum/Bürokrasi de Özgür Bireyi ıskartaya çıkartacak bir cesamet ve ağırlık kazanıyor.

 

Özgürlüğü gerçekleştirme ihtimalimiz kalmadı çünkü aldığımız bütün tedbirler artık boşa çıkıyor.

 

Adaleti, eşitliği gerçekleştirme ihtimalimiz kalmadı. Afrika’yla Amerika arasında, Türkiye’yle Pakistan arasında ya da tek tek ülkelerin kendi içindeki muazzam gelir uçurumları, yoksulluk sınırının altındaki nüfuslar, hiç kimse duymadan açlıktan susuzluktan kırılan çocuklar ve sonu gelmeyen savaşlar, göçler, göçmen Arafları…

 

Adaleti, eşitliği gerçekleştirme ihtimalimiz kalmadı çünkü hiç kimse meseleyi çözecek sahici bir yol düşünemiyor. Mevcut bütün teorik/istatistik/rasyonel teklifler, kâğıt üzerinde bu teklifleri icraya memur tüm kurumlar (birleşmiş milletler, WHO gibi dünya ölçekli kuruluşlar, eşitlikçi liberal, dini, sosyalist hareketler, devrimler, reformlar, vb.) çıplak realitenin karşısında ıskartaya çıkmış durumda, işe yaramıyor.

 

Kardeşliği gerçekleştirme ihtimalimiz zaten bizzat Birey tarafından çoktan rafa kaldırılmıştı.

 

Oysa Özgürlüğün bizi buraya sürükleyeceğini asla öngörmemiştik, o, Birey suretinde yanına eşitliği, adaleti de alarak nihai bir yeryüzü cennetine çıkaracaktı bizi. Ama olmadı ve daha korkuncu, kendimizi kandırmayalım, olacağı da yok.

 

Hrant Dink, tam da böyle bir umutsuzluk anında ışık Doğudan yükselir diyen Cemil Meriç gibi bize bir sır verir: ışık Doğuda, marifet Kardeşliktedir.

 

Not: Birinci yolun yarısına gelebildik, nasipse devamındaki yazıda bu yolu yürüyecek sonra da diğer yollara düşeceğiz.

 

- Advertisment -