Beygir

 

CNN Türk’te, Deniz Bayramoğlu moderatörlüğündeki programda, muhtemelen şimdiye kadar izlediğim en sağlam Atatürkçü apolojistlerden birini izliyorum. Prof Dr Ergun Aybars ve ismini kaçırdığım bir diğer konuk Türkiye’nin modernleşme sürecini tartışıyorlar ve Aybars konuğa göre oldukça baskın.

Fidel Castro, ölümü münasebetiyle konuya bir yerinden dahil oluyor ve Prof Dr Ergun Aybars’tan duyduğum bir cümleyle yerimden sıçrıyorum. “Biliyor musunuz,” diyor, “Küba’da Castro’nun heykelini dikmek yasaktır ve heykeli dikilmiş tek devlet adamı da Mustafa Kemal Atatürk’tür.”

Nasıl olabilir?

Doğrudur; Küba’da çıkarılan bir kanunla Fidel’in heykelini yapmak veya ona başka herhangi bir şekilde tapmak yasaklanmıştır. Ama hem devrim öncesi müthiş zenginlik dönemlerinden kalma mirasıyla ve hem de devrim sonrası ideolojik enerjisiyle Küba, başta Jose Marti olmak üzere onlarca fikir insanı, devlet adamı, devrimci ve sanatçı, edebiyatçının heykelleriyle doludur.

Nasıl yani, “Havana’da heykeli bulunan tek devlet adamı Atatürk”?

Oysa, kıyı boyunca ilerleyen Malecon’dan sapıp paralelinde ama 5 kilometre kadar daha içerden ilerleyen, sonra da yine Malecon ile birlikte Rio Almendares’te biten Linea caddesinde 50 metre arayla sıralanan ünlü devlet adamlarının büstlerinden sadece birisi Mustafa Kemal’inki ve diğer noktalardaki onlarca benzeriyle birlikte caddenin 15 K parkı bölgesinde bulunuyor; bunu gayet iyi hatırlıyorum ve merak ediyorum: “Turistik bölgenin biraz dışında sayılabilecek bu yere gidip de sadece Mustafa Kemalin büstünü görüp diğerlerini görmemek mümkün mü? Nereden çıkmış bu garip iddia?”

Kısa bir internet araştırması gerçeği ortaya çıkartıyor.

Arama çubuğuna “Havana’daki Atatürk büstü” yazdığınızda önünüze dökülenler, Prof Dr Ergun Aybars’ın neredeyse galat-ı meşhur haline getirilmiş bir yanılgıdan muzdarip olduğunu anlamanıza yetiyor.

Hemen hemen bütün girdiler onun yanılgısını paylaşıyor. “Havana’da heykeli olan tek devlet adamı Atatürk” benzeri cümlelerle ifade edilmiş bir yalanı aşıp gerçeğe ulaşmak için, sayfalarca geriye gitmek gerekiyor.

Olan şu: Atatürk’ün 1994’te eski Esenyurt Belediye Başkanı Gürbüz Çapan’ın katkılarıyla dikilmiş olup Linea caddesinde diğer ünlüler ile birlikte duran büstü, 2007 yılında düzenlenen bir gençlik festivalinde, muhtemelen Avrupa’dan çağırılan Kürt gençler tarafından saldırıya uğrayıp zarar görüyor ve o haliyle, yakınlardaki Türk Büyükelçiliğinin bahçesinde bir yere konuyor (http://blog.milliyet.com.tr/ataturk-kuba-da–ataturk-her-yerde/Blog/?BlogNo=435613).

Yaklaşık bir yıl sonra ise, yine Türk Büyükelçiliği girişimiyle heykeltraş Metin Yurdanur’a bir başka büst yaptırılıyor ve bu sefer görece daha göz önünde bir yere, Puerto caddesinde bir parka yerleştiriliyor.

Elbette Türk turistler için “önemli” bir ziyaret noktası oluyor ve o parkta Mustafa Kemal büstü tek başına duruyor. Ama heykellerle dolu Havana sokaklarını arşınlarken heykel-büst namına başka bir devlet adamını göremeyen gözlerindeki körlüğün, yine de mantıklı bir açıklaması bulunmuyor.

Ancak araştırırken karşılaştığım bazı sayfalardaki bazı “bilgi”ler bu körlüğün başka türlü ipuçlarını veriyor. Biri şöyle yazmış örneğin: “1935’teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı’nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao’nun ilk sözleri şöyledir:Ben, Çin’in Atatürk’üyüm..”” Tümüyle uyduruk, tümüyle palavra (bkz http://gularslan.blogspot.com.tr/2009/01/kba-devriminin-nclerinden-ve-fidel.html).

Muhtemelen okuyucu “bu yazının başlığı niye ‘beygir’?” diye sormaya başlamıştır artık; açıklayalım.

Bir önceki yazıda, 15 Temmuz darbesinin incelenmesine “Marmaris Operasyonunun kayıp saatleri” ile devam edeceğimi söylemiştim,  ama araya bir başkası, 26 Temmuz girdi. Küba’nın efsanevi lideri Fidel Castro hayatını kaybetti ve doğal olarak da ardında ifrat ile tefrit arasında gidip gelen bir büyük çalkantı oluşturduğundan değinmek farz oldu.

Beygir, İspanyolcasıyla caballo, yani at, Fidel Castro’nun lâkabı.

26 Temmuz ise diktatör Batista’nın ülkeden kaçmasıyla başarıya ulaşan Küba Devrimi’nin, Fidel Castro’nun lideri olduğu muzaffer örgütünün adı.

Küba Devrimi 1958’i 1959’a bağlayan gece gerçekleşir ve tarihi 1 Ocak 1959 olarak verilir.
Ondan yaklaşık altı yıl önce ise, 1953’ün 26 Temmuz günü Castro liderliğindeki bir grup isyancı ülke çapında silahlı bir ayaklanma başlatmak niyetiyle Santiago de Cuba şehrindeki Moncada kışlasına saldırmış, ancak başarılı olamamıştı.

Örgütün adı bu saldırıdan gelir.

Genellikle gösterilerde, resmigeçitlerde, Güney Amerika devrimci örgütlerinin hemen her zamanki renkleri olan (vatanı temsilen) siyah ve (onun için dökülen kanları temsilen) kırmızının üzerine “26 J” veya “26 Julio” yazılı bayrak ve pazubentlerle hatırlanır.

Fidel’e takılan “beygir” lakabı da inatçı, uzlaşmaz ve mutlak kazanmaya odaklı güçlü karakterinden kaynaklanır.

Gabriel Garcia Marquez bir zamanlar şöyle anlatmış Castro’yu: “Şu kesindir ki, nerede, nasıl ve kiminle olursa olsun Fidel Castro orada kazanmak için bulunur. En küçük gündelik faaliyetlerde bile sahip olduğu mağlup etmeye dönük eğiliminin, özel bir nedeni var gibidir. Hiçbir zaman teslim olmaz ve içinde bulunduğu durumu değiştirmeyi başarıp, zafer kazanana kadar durup dinlenmez” (https://www.evrensel.net/haber/297069/gabriel-garcia-marquezin-kaleminden-bizim-fidel).

Kimileri için bir komünist diktatör, bir katil, servet devşirme peşinde bir hırs küpüydü Fidel Castro.
Kimileri içinse, neredeyse Atatürk ile yarışan (ama tabii bir büst farkıyla geçilen) bir büyük devrimci.
Kemalist olmayan komünistler ise, onu siyasi mücadelesinin komünizm ile hiçbir ilişkisi olmayan bölümlerinden tümüyle soyutlayarak ve o kısımları çarpıtarak anıyor.

Böylece hemen tüm yorumlar ifrat ile tefrit arasında geziyor ve anlaşılıyor ki hep muzdarip olunan “sorunlu tarih algısı,” doğal olarak coğrafi konumlar arası mesafe arttıkça artıyor; Amerika’ya ulaşıldığında ise bulanık bir çorbaya dönüyor.

(Bizde ve genelde “Amerika” denince ABD anlaşılır. Oysa Amerika güney ve kuzey olarak ikiye bölünmüş bir büyük kıtanın adıdır ve Güney Amerikalılar bu yanılgıya tepki gösterir. Kuzeydeki Anglosakson alternatifine göre yerel kültür ile çok daha içiçe geçmiş Hispanik güneydeki Amerika’nın gözden kaçırılmasına tepkinin ifadesidir bu. “Amerikan Ruhu”nu çarpıtır, insanlığın öyküsündeki önemli bir bölümü eksik anlatır.) 
 

Bu geniş anlamıyla “Amerikan dinamikleri”ni incelemek, geleceğin dünyası üzerine düşünen, insanlığın girift sorunlarına çözüm arayanlar için asli önemdedir. Ne ki Güney Amerika tarihi ve kültürü, bazen bizimkine şaşırtıcı benzerlikler gösterdiği halde, toplumumuza çok yabancı kaldı, kalıyor.

Oysa gerek Türkiye’nin de güncel eleştirilerinin hedefindeki BM yapısının dışında kalmışlığı, gerek Katoliklikten kaynaklı tutuculuğun devrimci damardaki etkisi, gerekse din adamlarının devrimci-toplumcu hareketlere katılımı gibi birçok nüansıyla bu uzak kıta, bize oldukça ilginç öyküler sunuyor.

Küba’yı, Castro’yu ve devrimini anlamak için kıtanın tüm öykülerini bilmeye gerek olmasa da, sırf Küba’nınkiler oldukça az bilinen ama yoğun bir külliyat tutuyor.

Türkiye toplumu ise sağı ve soluyla, Müslümanları ve sekülerleriyle, her cenahtan örnekleri ile sarih bilgilerin çok uzağında.

Ben de bu yazıda “bildiğiniz gibi değil, oysa bilmelisiniz” demekten başka pek bir şey yapamıyorum.

Fidel Castro’nun, Küba Devrimi’nin ve Güney Amerika’nın nelerden ve nerelerden geçip geldiğini hissettirebilmek adına, belki sadece az bilinen bir tarihsel olayüzerinden merakları cezbetmeye, insanları araştırmaya heveslendirmeye çalışabilirim.

Öykü, çocukluğunda plantasyon sahibi babasının köle-işçilerini örgütleyen ve bu yüzden babasından sağlam bir sopa yiyen, adaletsizlik konusunda aşırı hassas ve inatçı, ceza olarak okuldan alınacağı söylendiğinde ise “evi yakarım” tehditleri savuracak kadar öfkeli Fidel Castro’nun en etkilendiği kişilerden biriyle, muhalif siyasetçi Eduardo Chibas ile ilgili.

Chibas, 1947’de kurulan ve Castro’nun da hukuk öğrenciliği yıllarında üyesi olduğu Ortodoks Parti’nin lideridir.

Bazen hükümet başkanlığını alıp bazen de perde gerisine çekilen Fulgencio Batista diktasınca yönetilen; rüşvet, yolsuzluk ve adaletsizliğin ayyuka çıktığı, müthiş bir sefaletin hüküm sürdüğü Küba’nın kaderini anayasal yollarla değiştirmeye çalışan bir anti-komünisttir Eduardo Chibas.

Aynı zamanda senato üyesi de olan Chibas, yolsuzluk ve rüşvet sorunu üzerinden hükümeti sürekli eleştiriyor ve özellikle de Eğitim Bakanı Aureliano Sanchez Arango’yu hedef alıyordu.

İkili arasındaki atışmanın bir yerinde açık kanıtlar sunma sözü veren ve tutması beklenen Chibas,  5 Ağustos 1951 günü CMQ Radyo Kanalındaki canlı yayınlanan rutin haftalık programına çıktı.

Oldukça heyecanlı konuşmasını beklenen kanıtları sunamadan sürdürdü, bunun için üzüntülerini belirtti ve “Küba halkı kalk ve yürü ! Küba halkı uyan! Bu benim son salvom!” (¡Pueblo de Cuba, levántate y anda! ¡Pueblo cubano, despierta! ¡Este es mi último aldabonazo!) dedikten sonra da tabancasını çıkarıp kendisini karnından vurdu.

Aldığı ağır yarayla hastaneye kaldırılan Eduardo Chibas 16 Ağustos’ta hayatını kaybetti (bkz “Onurlu bir adamın, Eduardo Chibas’ın intiharı” (El suicidio de Eduardo Chibás un hombre de honor), https://www.youtube.com/watch?v=wJFv6FHJXN4 ).

Fidel Castro’yu oldukça etkilendiği bilinen bu trajik hikaye, ülkemizde artık pek de umursanmayan ama “Beygir”in ölümüyle gündeme gelen Güney Amerika’nın acılı tarihinden küçük bir kesit sunuyor. Ben de bu yazıda “bildiğiniz gibi değil,oysa bilmelisiniz” diye tekrarlıyorum.

Son sözleri, tarihi değiştiren olayları kişilikleriyle etkileyen adamlar kuşağının bazılarına anlaşılması oldukça güç gelen bu son üyesine bırakalım.

Son röportajlarından birinde şöyle söylüyor Fidel: “Ben dünyayı değiştirmeye çalıştım ama bu bir hayal.

Tekrar sıfırdan başlamak zorunda kalsam, yine aynı yoldan giderdim. Ömrümün sonunda dinlenmek için doğmak benim kaderim değil. Simone De Beauvoir günün birinde bana ne dedi biliyor musunuz?

‘Kim kendini devrim için adamışsa denizi pullukla sürer.’
 

 

- Advertisment -