Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIİktidarın LGBT alerjisinin nedeni ne?

İktidarın LGBT alerjisinin nedeni ne?

LGBT siyaseten kullanıma çok uygun bir olgu. Çünkü hem kültürel olarak reddedilmesi ‘meşru’, hem de bu sayede Batı karşıtlığı teşvik edilebiliyor. LGBT laf ettiğinizde Batı itiraz ediyor ve bu da ‘bizim kültürümüze karıştıkları’ söylemini besliyor. Diğer deyişle Batı’dan gelen uyarılar vatandaşlığa (siyasete) değil, aileye (kültüre) müdahale olarak okunuyor. LGBT Yeni İttihatçı vizyon altında artık bir vatandaşlık değil, kimlik meselesi… Kimlik de artık modernist bir tahayyülden değil, ailenin taşıyıcısı ve yeniden üreticisi olduğu kültürden neşet ediyor…

Türkiye’nin bir rejim değişikliği içinde olduğunu görmeyenler anlamakta zorlanıyor. İktidarının ilk döneminde ve yıllarca LGBT üyelerinin de tüm vatandaşlık haklarına sahip olduğunu savunan bu Erdoğan değil miydi? LGBT’nin Onur Yürüyüşleri AK Parti yönetimi altında sorunsuz şekilde yapılmamış mıydı?

Ancak devran döndü… Erdoğan parti içindeki nispeten liberal ve demokrat kişileri tasfiye etti, Gülencilerin darbe girişiminin yarı yolda durdurulması sayesinde bürokraside ‘temizlik’ olanağı doğdu, Bahçeli (MHP dışında geliştirilen) cumhurbaşkanlığı sistemini Erdoğan’a teklif etti ve İttihatçı damar üzerinden bir yeni rejim (İkinci Cumhuriyet?) hayata geçirilmeye başlandı. Bugünlerde de Bahçeli (MHP dışında kotarılan) bir yeni anayasaya geçiş için Erdoğan’la anlaşmak üzere. 

Bütün bunların LGBT ile ne ilgisi olabilir? Meseleye LGBT’nin ne olduğu üzerinden bakarsanız hiçbir ilgisinin olmadığını düşünebilirsiniz. Ancak konuya diğer tarafından yaklaşmak lazım. Nihayette değişen LGBT hareketi değil, iktidar. 

Dolayısıyla soru şu: Acaba iktidarın bakışında ne değişti ki, bir süre önce sıradan vatandaş olan LGBT üyeleri şimdi toplumu yozlaştıracak bir yabancı unsur, bir ‘kültürel mikrop’ gibi sunulmaya başlandı? Bunun söz konusu rejim değişikliği girişimiyle, ya da İttihatçı yaklaşımla bir ilgisi olabilir mi?

Tahmin edeceğiniz üzere cevabım ‘evet’. LGBT’nin düşmanlaştırılmasının Yeni İttihatçılık ile apaçık ve kaçınılmaz bir ilgisi var. 

Bunu görmek üzere son dönemde ‘makbul vatandaş kimliğinde’ yaşanan değişimin altını bir kez daha çizelim: Yeni İttihatçı yaklaşım Müslümanlığı Türklüğün ‘içine’ alıyor, onu Türklükle kuşatıyor. Böylece Müslümanlık vatandaşlığın kültürel, Türklük ise siyasi ‘özünü’ sağlıyor. Yerlilik (kültür) milliliğin (siyasetin) içinde eriyor.     

Bunun nasıl radikal bir anlayış farkı olduğunu görmek için Kemalizmin vatandaşlık anlayışına bakmakta yarar var. Kemalizmin vatandaş tasavvuru ‘Türk ve laik’ kimliğe dayanıyor. Ancak bu iki nitelik bir ‘organik’ bütünleşme yaratmaktansa birbirini destekliyor. Diğer deyişle vatandaşlığın kültürel ve siyasi yönleri mekanik bir eklemleşme olarak hayal ediliyor. 

Söz konusu farklılığın konumuz açısından önemli bir uzantısı var: Kemalizm bir kimlik yarattı, o kimliği sahiplenen toplumsal kesimi devlet koruması altında cemaatleştirdi ve kültürleştirdi. Kimlikten kültüre doğru yönelindi. (Muhtemelen bu nedenle de laik kesimin modernliği yüzeysel ve şekilsel kaldı).

Buna karşılık Yeni İttihatçı tasavvur aksi yönde ilerliyor. Kültürden kimliğe doğru… Müslümanlık (bir inanç olmaktan ziyade) bir kültür olarak kabulleniliyor ve Türklüğün ‘içinde’ tanımlanması sayesinde yeni bir kimliksel bileşim üretiyor. 

Kemalizm ‘köylü milletin efendisi’ derken köylüyü kültürel değil, sosyoekonomik bir kategori olarak ele alıyordu. Kültür köylülerden bağımsız olarak, devletin siyasi merkezde ürettiği kimliğin uzantısı olarak hayal ediliyordu. Yeni İttihatçılık ise Müslümanlara ‘sen bu rejimin esas oğlanısın’ diyor. Dindarların kültürünü merkeze çekerek kimliğin asli parçası haline getiriyor. 

Kültürün kimlikleşmesi ve söz konusu kimliğin siyasallaşarak rejimin sahibi olarak tanımlanması, farklı kültürlerin de birer kimlik olarak tasavvur edilmesine, o kimliklerle siyaset üzerinden ilişki kurulmasına yol açıyor. Örneğin modernlik bir kültür olduğu ‘için’ bir kimlik… Yani ‘öteki’ olma vasfı kimliğinin özü. Ve o nedenle bu kimlikle kültürel temasın getirisi değil, zararı var. Kısacası söz konusu kimliğe karşı siyaset yapmak gerek! 

Yeni İttihatçılığın (geçmiş yazılarda sıkça ele aldığım) bir özelliği daha var: Batı karşıtlığı, Batı korkusu ve geçmişten gelen bir rövanş arayışı. Dolayısıyla modernlik giderek bir ‘düşman kimlik. Nitekim onunla baş etmek için de bir ‘düşman siyaseti’ geliştirmek gerekiyor.  

LGBT konusu işte burada işlevsel hale geliyor. Öncelikle Müslüman kültürde inancı arka plana aldığınızda, cemaatleri de kimlik inşa eden mekanizmalar olarak devletin ‘uzağında’ tutmanız gerek. (Hele ortağınız MHP ise ve Türklükten taviz verilmek istenmiyorsa bu ‘uzak tutma’ daha da kritik). Bu durumda elinizde devletle kişi arasında, kültürel Müslümanlığı taşıyabilecek ve temsil edebilecek (genele şamil) tek bir kurum kalıyor: Aile.     

Öte yandan kültürel açıdan düşmanlaştırılan Batı modernliğinin en belirgin yönü bireyselciliği. Her türlü farklılığın kamusal alanda meşru kılınarak eşit vatandaşlık anlayışından yararlanması. Ancak Yeni İttihatçılık söz konusu bireyselliğin ve farklılaşmaya müsaade eden vatandaşlık anlayışının ‘yerliliği’ tehdit ettiğini, kültürü bozma ihtimali olduğunu, doğrudan aile tasavvurunu hedef aldığını düşünüyor… 

LGBT bu açıdan en tehlikeli farklılaşma, çünkü aile içindeki ataerkil kültürün sürekliliğine çomak sokuyor. Aile içinde farklılaşmayı normalleştiriyor, bu kurumu ya daha eş düzeyli hale getiriyor, ya da parçalanmasına neden oluyor. Dahası LGBT sadece vatandaşlık ve aile sosyolojisini muhatap alan bir olgu değil, siyasete ve yönetime ilişkin demokratik bir tasavvur da taşıyor. Böylece iktidara oluşturduğu tehdit katmerli hale geliyor. 

Altını çizelim: Yeni İttihatçı ideolojide, aile siyasi iktidarın toplumla ‘organik’ bağını oluştururken, aynı zamanda ‘kültürel iktidarın’ da taşıyıcısı olarak tasavvur ediliyor. Dolayısıyla LGBT yeni rejimin kültürel iktidarı önündeki engellerden biri. Batı modernliği ile ilişkilendirilerek tanımlanma suretiyle de ‘böğrümüze sapladıkları bir mızrak ucu’ olarak sunuluyor. 

Velhasıl iktidarın bakışıyla, LGBT Batılı ve modern kültürün taşıyıcısı olduğu ölçüde bir ‘siyasi kimlik’ ve onunla mücadele de siyasi olmak durumunda… 

Yine de düşmanlaştırma söyleminin böylesine abartılı hale gelmesi yadırgatıcı olabilir. Nihayette LGBT geniş bir toplumsal varlığa veya güce sahip değil. Siyasi denebilecek ‘büyük’ talepleri de yok. Eşit vatandaşlık haklarından yararlanmak, insan olarak hak ettikleri saygıyı görmek istiyorlar. Ne aile ne toplum ne de iktidar için ‘gerçek’ bir tehdit oluşturmadıkları açık.

Ancak LGBT siyaseten kullanıma çok uygun bir olgu. Çünkü hem kültürel olarak reddedilmesi ‘meşru’, hem de bu sayede Batı karşıtlığı teşvik edilebiliyor. LGBT’ye laf ettiğinizde Batı itiraz ediyor ve bu da ‘bizim kültürümüze karıştıkları’ söylemini besliyor. Diğer deyişle Batı’dan gelen uyarılar vatandaşlığa (siyasete) değil, aileye (kültüre) müdahale olarak okunuyor. 

Maksadın demokrasi olmadığı, demokrasinin Batı tarafından araç olarak kullanıldığı, esas amacın kültürel benliğimizin yozlaştırılması olduğu ileri sürülüyor.

LGBT Yeni İttihatçı vizyon altında artık bir vatandaşlık değil, kimlik meselesi… Kimlik de artık modernist bir tahayyülden değil, ailenin taşıyıcısı ve yeniden üreticisi olduğu kültürden neşet ediyor… Ve nihayet kültür de artık toplumun doğal çeşitliliğinin zemini değil, doğrudan siyasetin beslendiği, onu ayakta tutan, ‘zaman dışı’ (geçmişten geleceğe uzanan) bir benlik hali…

Not: LGBT konusu etrafında cinsiyet kimliklerine dair bir tartışma da var. Özellikle dindarlar farklı cinsiyet eğilimlerini bir hastalık olarak tanımlama eğiliminde. Milyonlarca yıldır var olduğu ve başka canlılarda da görüldüğü düşünülürse iflah olmaz bir ‘hastalık’ olmalı… Oysa bu konuda yeterince bilimsel bilgi mevcut.  

İnsan vücudu iki kez büyük çapta testosteron salgılıyor. Fetus anne rahminde iken ve ergenlikte. Birincisi daha kritik. Bu salgılama çok çeşitli nedenlerle gerekenden daha az veya çok olabiliyor. Gerekenden az testosteron salgısı erkekte de kadında da ‘kadınsı’ eğilimi güçlendiriyor. Aksine gerekenden çok salgı ise her iki cinste de ‘erkeksiliği’ destekliyor. 

Böylece her iki cinste de üç farklı tip ortaya çıkıyor: ‘erkeksi’ ‘ortalama özelliklerde’ ve ‘kadınsı’ erkek ve kadınlar. Biz ‘ortalama özelliklerde’ olan kişilere ‘normal’ deme eğilimindeyiz. Ne var ki ‘normal’ olan zaten üç çeşit kadın ve erkek olması. ‘Ortalama özelliklerde’ olanların oranı çok daha yüksek, ama bu onları vücut ve zihin sağlığı açısından ‘normal’ yapmıyor. 

Sağlık kişinin kendisini özgürce yaşaması halinde mümkün. Alışılmış özelliklere sahip olmakla birlikte bastırılmış dünyalara hapsolmuş kişiler sağlıklı olamıyor… 

Buradan hareketle Yeni İttihatçılığa da gönderme yapalım: Bu vizyon, ‘yerli ve milli’ kaygısı, özgürlüğe ve farklılaşmaya alerjik olduğu ölçüde toplumu hasta edecek. İktidarlar da ‘ortalama özelliklerde’, ‘kadınsı’ veya ‘erkeksi’ olabiliyor. ‘Kadınsılık’ bir idealizm ve romantizm olarak düşünülebilir. ‘Erkeksilik’ ise hesapçılık, baskıcılık ve hoyratlık olarak. ‘Kadınsı’ iktidar güçsüz bir bilgeliği simgeliyor… ‘Erkeksi’ iktidar güçle gözünü karartan bir cehaleti…

‘Erkeksi’ iktidarlar hastalandırıyor… Mutlak ‘erkeksilik’ mutlaka hastalandırıyor.            

- Advertisment -