Ana SayfaYazarlarBöyle muhalefete böyle anayasa

Böyle muhalefete böyle anayasa

 

Türkiye’nin yeni siyasal düzeni başkanlık sistemine mi dayansın, parlamenter sisteme mi?

 

Tuzak soru bu…

 

Birçok konuda olduğu gibi, anayasa tartışmasında da çarpıtıcı, yanıltıcı bir dil sahaya hâkim oldu.

 

Vesayet baskısı, verimsiz koalisyonlar, kısa ömürlü hükümetler, çözümsüz krizler, yolsuzluk ve yozlaşma… Bütün bu tanıdık hastalıkların eskimiş “parlamenter sistemin” sırtına yüklenebilmesi, kitlelerin gözünde onunla özdeşleştirilmesi için ek çaba gösterilmesine ihtiyaç var mı?   

 

Aynı tarihi tecrübe sonucu olarak “başkanlık”; bu hastalıklarla yürütülen çetin mücadeleyi, o berbat günlerin aşılmasının geri döndürülemez oluşunu düşündürtmüyor mu çoğunluğa?

 

Tasarının mimarlarının konunun bu bağlamda konuşulmasını arzu ettikleri kanısındayım. Demokrasinin tartışılamaz ölçütleri, yerleşik mekanizmaları var. Bunlar, yıkımlardan, insanlığın acılı deneyimlerinden süzülen kavramsallaştırmalar. Güçlü bir düşünsel zemine ve evrensel kabule dayanıyor. Dikkatlerin bu kurumlar, kavramlar, mekanizmalar üstünde toplandığı bir tartışma, önümüze konulan tasarının kabul görmesini kolaylaştırmaz. O nedenle konu, “başkanlık mı parlamenter sisteme devam mı” ikileminde söylemleştirildi.

 

Sorunun demokrasi/ otoriterlik ayrımıyla ilgili olduğu gerçeğinin bulanıklaşmasına, muhalefetin yanlış siyasetinin katkısı ise tartışılmaz bence.  

 

Başkanlık eşittir İslami diktatörlük demagojisine yapışmak; başkanlığı kavramsal olarak baştan kategorik düzeyde reddetmek… Bu, aslında kriz ve devirmecilik siyasetinin tezahürüdür. Seküler kesimin korkularını köpürtmekten medet uman tanıdık kronik kabızlığın işaretidir.

 

Muhafazakâr dünyanın içine doğru uzanan bir dil kurma yeteneği olmayan bu kategorik muhalefet, sadece sekülerleri kışkırtmakla da kalmıyor. Aynı zamanda, içinde taşıdığı hırçın, suçlayıcı, düşmanlaştırıcı ruhla, muhafazakarları ürkütüyor; tasarının sakıncalarını gören kesimlerde bile “Başkan Baba” ya sığınılması ehven-i şer bir tercihe dönüşüyor. Muhafazakâr sosyolojinin en merkeze açık uçlarında dahi, “kendilerinden olan” denetimsiz bir otoritenin, ne kadar yanlış kararlar alsa da, kendilerine düşman olan güçler kadar zarar veremeyeceği düşüncesini besliyor. 

 

Yapılması gereken, kutuplaşmayı katılaştıran seküler önyargıları kışkırtmak değil, tam tersine soğukkanlı, yatıştırıcı, toplumun tamamına seslenen, içerik tartışmasını genişleten uzlaşmacı bir muhalif tutumdu. Ve elbette hepsinden önce de, sistemde değişim gereğini kabul eden demokratik bir bakış açısına ihtiyaç vardı.

 

Başkanlığın kendi başına otoriterlik anlamına gelmediğini; işlevsel bir güçler ayrılığı ile denge ve denetim mekanizmaları öngörüldüğünde, pekâlâ verimli ve demokratik bir devlet düzeni oluşturulabileceğini kabul eden bir muhalefet anlayışı geliştirilseydi, bu sesin muhafazakâr dünyada yankıları olabilirdi.

 

Çünkü Erdoğan ve Ak Parti’nin, iktidar alanını aşırı genişletme talebinin meşruiyet zeminini, vesayet sisteminin çoğunluk iradesini yok sayan mekanizmaları ile krizci ve devirmeci muhalefet tarzı oluşturuyordu. Kriz yerine uzlaşma; vesayet kurumları ve hukuku yerine demokratik bir anayasa teklifi… Bunlar, iktidarın denetimsizce genişlemesini engellemenin en gerçekçi yoluydu.

 

Oysa hepimizin tanık olduğu gibi, baştan beri muhalefet, Cumhurbaşkanı’nın seçimle gelmesinin eski sistemin sürdürülebilirliğini imkânsız kılan bir yenilik olduğunu görmezden gelmeyi seçti. Anayasal yetkilerini zorlayan ve aslında “örtük taraflılık” teamülünü “açıkça taraf” olarak deşifre eden Erdoğan’ı hukuk dışılıkla suçlayarak, değişimin meşruiyetini aşındıracağını düşündü. Oysa “hukuk” adına savunulan mevcut yapının, toplumsal çoğunluğun gözünde can çekişen bir vesayet düzeni anlamına geldiği açıktı. Sistemin teamülleri ve yazılı hukuku, siyasi iktidarın sınırlarını tarif etme meşruiyetini yitirmişti. İktidarın, seçilmişliğin gücüne dayanarak kendi sınırlarını fiilen kendisi tayin edebilir olduğu bir iklim oluşmuştu. 

 

Cumhurbaşkanı’nın halkın doğrudan oylarıyla geliyor olması ve sistemin bunun üzerine kurulması yönündeki ısrarı, “başkanlık sistemini tartışmam” demeyi geçersiz kılıyordu. Bu negatif siyaset, “demokratik bir sistem” kurma isteksizliğinin itirafından başka bir anlam üretemezdi ve üretemedi de zaten.

 

Özetle, koşullara cevap veren, başkanlığı hazmeden ve onun yetkilerini demokratik sınırlar içine çeken, yeni, demokratik bir hukuk düzeni önerilmeliydi. Bu, muhalefet açısından sanıldığından çok daha etkin, radikal bir siyasi manevra olurdu ve Türkiye’nin kaderi üzerinde önemli sonuçlar yaratabilirdi.

 

CHP bunu yapmadı. Seküler korkuları kaşımaktan ve içe kapanmaktan vaz geçmedi.

 

Peki, aramızda buna şaşıran var mı?

 

                 

 

 

               

 

 

 

      

- Advertisment -