İdam

 

İnsan canı almanın tek bir istisna dışında kabul edilemez olduğuna inananlardanım. Öldürülmekten kurtulmanın başka bir yolu kalmamışsa baş vurulabilir bu yola. Meşru müdafaa dediğimiz fiilden; başka türlü savuşturulamaz bir saldırıya karşı koymaktan söz ediyorum; muhtemel bir tehditten değil. Gerçekleşmiş bir cinayetin öcünü almaktan hiç değil…

 

İdam nedir? Nedeni ne olursa olsun idam bir cinayettir. Soğukkanlı, planlı, kolektif bir cinayet.

 

Polonyalı yönetmen Kieslowski’nin “öldürme üzerine kısa bir film” ini izlemiş olanlar vardır. Sanırım onlar özetime hak vereceklerdir.

 

Kieslowski hikayeyi iki bölümde anlatır. İlk bölümü bir taksicinin insanı isyan ettiren acımasızlıkla işlediği nedensiz cinayete ayrılmıştır. Kurbanın kafasına defalarca vurularak taşla ezildiği uzun bir sahne vardır. İnsanda, o taksiciyi hemen orada öldürme arzusu yaratır. Filmin ilk gösteriminde bir seyircinin bu sahnede “yeter artık” diye bağırarak salonu terk ettiği söylenir. Hemen hemen aynı uzunlukta çekilmiş ikinci bölüm, failin yargılanma ve idam edilme sürecine ayrılmıştır. Kieslowski, biraz önce öldürme hırsıyla koltuğa çakılı kaldığınız o failin ölüme gidişini öyle gerçekçi, o kadar çıplak anlatır ki; idam edilişini, cinayet gerekçesi üzerinden meşrulaştırma imkanını sizin ruhunuzdan söker alır. Gördüğünüz şey, meşru ve içinizi soğutan bir ceza değil, apaçık yeni bir cinayettir.

 

Sayfalarca yazıyı, siyasal argümanları, derin entelektüel tartışmaları bir yana bırakın. Günün öfkesiyle “İdam” diye bağıranlara, bu sinema ustasının elinden çıkma hayat hikayesini bulup izlemelerini öneririm…     

 

Kısasçı bir felsefenin makbul saydığı bir eylemdir idam. Hammurabi yasalarına kadar dayanır. İdamı “caydırıcılık” argümanıyla savunamayız. Bugüne kadar toplanmış verilerin bu argümanı desteklemediğini biliyoruz; suçu önleyici bir toplumsal fayda sağlamıyor. Düzen sağlayıcı bir işlevi yok. Böyle olsa bile, hatadan dönmeyi imkansızlaştıran yok edici niteliğiyle insanı altından kalkılamaz bir vicdan uçurumunun yanına getirip bırakır. Sıfır hatayla işleyen bir yargı sistemi de yeryüzünde icat edilemedi henüz. Türkiye’den ise hiç bahsetmeyelim isterseniz.

 

Fakat daha önemlisi şu: Zamanımızda idam, toplumun “adalet duygusunun” tatmini gerekçesiyle savunuluyor ve bu teslim olmaktan gurur duyabileceğimiz bir asabiye değildir. “Benim yaşadığım acının aynısını fail de yaşamalı” arzusunu, insan türünün övünebileceğimiz bir erdemi sayamayız. Kendi tattığı acıyı faile yaşatmadıkça tatmin olmayan bir insanlık durumu, adaleti zalimlik üzerine kurmaya karşılık gelir. Mağdurla zalimin yer değiştirdiği; mağduriyetin zalimlik ürettiği bir öç toplumunun adaleti olur bu.

 

“Eşitlik” kavramıyla meşrulaştırılan bu adalet anlayışı sadece etik açıdan sorunlu değildir. Aynı zamanda insanlığın tartıştığı temel bir felsefi soruya da verilmiş çok sert, dönülmez ve aşırı bir cevap taşır içinde. O soru şudur: Davranışlarımızda ne kadar özgürüz? Bu sorunun nihai cevabını bilmiyoruz. İnsan iradesinin kendi dışındaki koşullarca belirlenmiş olmadığından; “özgür” saydığımız irademizin, neden-sonuç ilişkilerinin neresinde yer aldığından emin değiliz ve olamayız. Biz davranışlarımızı “kendimiz” seçtiğimizi düşünmeye eğilimliyiz. Fakat “kendimiz” nasıl oluşuyoruz? Bizi öyle değil de böyle davranmaya iten nedenler nedir? Kökler nerede? Ve evet; ya özgür değilsek? Ya seçtik dediğimiz davranışlarımız, başka türlü davranmamızı imkânsız kılan bir belirlenim zincirinin halkasıysa? Özgürlük bir yanılsamaysa… Bunun bütün sorumluluğunun tek başına bizim üstümüzde bırakılması adil midir? Özgürlüğün olmadığı ya da sınırlı olduğu koşullarda tam sorumluluktan nasıl söz edebiliriz?

 

Bu tartışmalara uzak olanlar için insan iradesinin özgürlük sınırlarını, seçimlerimizden sorumlu olup olmadığımızı tartışmak fantezi gelebilir; farkındayım. Fakat bu sorular tarihte olduğu gibi bugün de, insan zihninin son sözü söyleme sınırına yaklaşamadığı çok okkalı sorulardır. İnsan toplumsal düzenini inşa ederken; cezalandırma hukukunu oluştururken bu sorulara tatmin edici cevaplar bulduğu için değil, hayatı başka türlü düzenlemesi mümkün olmadığı için özgürlük-sorumluluk ilişkisini veri almıştır. Bireysel iradenin seçim yeteneğini esas almadan toplumsal varoluşunu sürdüremeyeceği tecrübesiyle davranmıştır. Bunu yaparken reel bir ihtiyaca dayanmaktadır ve haklıdır.

 

Fakat bu haklılığın da bir sınırı vardır ve bizim bu sınırlar üzerine sorgulama yapmamız meşrudur.

 

Suç sayılan bir fiil karşılığında failin canını alma anlayışının tartışılması da işte tam bu sınırlarda anlam kazanır. Bir insanın canını almak; eyleminden ötürü dönüşsüz ve en aşırı biçimde sadece kendisini sorumlu tutmak demektir. Sınırsız bir seçim özgürlüğü varsaymaksızın davranışı nedeniyle onun canını alamazsınız.

 

Bu felsefi tartışmanın ister “özgür iradeci” tarafında, ister “belirlenimci” tarafında yer alıyor olalım. Kanıtlanamayacak aşırı uçların sözcülerinden değilsek, bireyin kişiliğinin oluşumunda ve iradesinin işleyişinde toplumsal koşulların şu veya bu derecede rol oynadığını kabul etmemiz sağduyu gereğidir. İnsanı toplumsal bir varlık kabul ettiğinizde, onun eyleminden toplumu da sorumlu tutmanız kaçınılmazdır. Bunun oranı ne kadar küçük olursa olsun, o insanı imha etmenize elvermez. Ceza verebilirsiniz ama öldüremezsiniz. Çünkü, milimikron mertebesinde de olsanız o failin içinde siz de varsınız.

 

Modern zamanların hararetli tartışmalarından birisi ölüm cezası. Argümanları zaman içinde şekillenmiş, yetkinleşmiş bir konu. Bizler de bireyler olarak, kültürel kodlarımıza, siyasal yatkınlıklarımıza bağlı olarak taraf oluyoruz.

 

Fakat ne yazık ki bugün, ağır bir toplumsal travmanın yarattığı olumsuz iklimde tartışılıyor bu sorun. Toplumsal öfke ve siyasal popülizmin baskısı altındayız.

 

Bu hayırlı bir sürükleniş değil.

Meydanlara teslim olmadan, daha sakin tartışmalıyız.

             

           

- Advertisment -