Ana SayfaYazarlarBirlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz günler

Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz günler

 

Kendimi bildim bileli “birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz” günlerden geçiyoruz. Gerçekten girilen döngüler açısından sıkıcı ve bu döngülerin hayatımıza etkileri açısından da ilginç bir ülkede yaşıyoruz. Bu kısmının son derece öznel olabileceğini kabul etmek kaydıyla söylüyorum: Özellikle son 15-20 yıldır politik gündem kişisel hayatlarımızı, renkliliğimizi engelleyecek ya da engelleyemese bile önemli ölçüde etkileyecek derecede baskın bir hal aldı. Çoğumuz ölçüsüzce politikleştik.

 

“Bugün birisi politik görüşümü sordu. İster politikayla ilgileneyim, ister nefret edeyim; ne yanıt verirsem vereyim, açığımı yakalayacak. Neden tuttuğum takımı ya da burcumu sormuyor – daha insaflı olmaz mıydı?”

 

Şule Gürbüz’ün gencecikken yazdığı “Kambur” kitabından bir alıntı bu. Politikleşmenin düşmanlaşmaya dönüşmesi hakkında veciz ifadeler… Üstelik 27 yıl önce 1992 yılında yayımlanmış bir kitap. Yani benim bahsettiğim yıllara daha var biraz.

 

Ünlü siyaset bilimci Chantal Mouffe, “Sağ ile solun mücadelesinde, bir kesimin doğru, diğerinin ise yanlış olduğunu kabul etmeyi yanlış buluyorum.” diyor. Mouffe solun kemik dürtülerinden, kendi haklılığını mutlaklaştırmasından da bahsediyor. Buradan dem vurarak, mutlak uzlaşmanın mümkün olmadığını ama çoğulcu demokrasinin, “herkese eşitlik ve özgürlük” gibi etik siyasal prensipler üzerinde bir “çatışmalı” uzlaşma sağlanarak kurulabileceğini söylüyor. Tarafların birbirini yok edilmesi gereken bir düşman olarak değil de, rakip olarak gördükleri bir çatışmalı uzlaşma.

 

Benim gibi, bir solcunun karşısında “muhafazakar”, bir dindarın karşısında “yeterince inançlı olmayan”, inançsızlar açısından ise “dindar” olanlar, kısaca kolaylıkla “liboş” tabir edilenler(!) aşağı yukarı bunları savunmaya çalıştık. Ama karşımızdaki “mutlak doğru” solcu/ muhafazakar/ dindar/ ateist insanlar, o mutlaklığı bulamayınca, kendi meşreplerine uygun “düşman yok etme” yöntemlerini kullanmakta sakınca görmediler. Kelimelerin arkasında hep başka anlamlar arandı. Sürekli defansif davranmak zorunda kaldık. Mesela, biriyle tanışmadan önce sosyal medya hesaplarını incelemek ve ilk görüşmeye hazırlıklı olarak gelip “sözde” siyasi görüşlerinize göre “laf çakmak” yadırganmadı. Konu neyse, o konuya ilk uyanan, ilk olarak savunan, sakıncalarını ilk gören ve bizleri uyaranlar onlardı, dolayısıyla onları takip etmemiz gerekiyordu. Yoksa, üstü kapalı hakaretleri hak ettiğimize inanıyorlardı. Hemen hemen en çok nefret ettikleri siyasetçiden neden nefret ettiklerini anlayabiliyorduk: Tıpkı onun gibiydiler.

 

Bir nevi zihin jimnastiği yöntemi olarak kendileri gibi düşünmeyenleri dinlemeye değer bulmamak ve seri gizli hakaretlerde bulunmak zaman zaman benim de için girdiğim mahallenin “milli sporu” oldu. Onlarla oynamamak seçeneğini kullanırsanız, daha da zalimleşme ihtimalleri vardı. Sizi dinlemeyi hiç mi hiç istemeyen bu insanlar, “çok seslilik” ve “renklilik” diyen kendi seslerini sabah akşam duymaktan hiç bıkmadılar. Toplumun kutuplaşmasından da çok yakındılar.

 

Bu yazıyı yazarken bile, söylediğim değil de söylemediğim şeyler üzerinden eleştirilebileceğimi biliyorum. Defalarca söyleseniz bile, çaresi yok: Evet, gelinen huzursuzluk ve kutuplaşmada en büyük pay iktidarı elinde tutanlarındır. Evet, bizi en çok yoran güçlünün mutlaklığını diretmesidir. Buna ek olarak, bu ortamın oluşturulmasında, kendi mutlaklıklarını dayatmaya çalışanların, günlük hayatta karşılaştıkları, kendilerine benzeme potansiyeli olan/olmayan insanları mecazi olarak “yok etme” ihtirasıyla yaşayanların da payı çok büyüktür. Alternatifler arasında bir seçim yapma, yaptığımız seçim sonucunda diğer kesimin yok edilmemesini isteme haklarımıza bu yolla da müdahale edilmiştir.

 

Geldiğimiz noktada, kesif bir yorgunluk hissetmeyen kimse kalmadı sanıyorum. Politikadan tamamen uzak yaşamayı seçenler bile, doğal olarak, mahalli seçim sonuçlarına kilitlenmiş durumdalar. Çünkü sınırların bu denli zorlanmasına tahammül etmek çok zor.

 

Ekrem İmamoğlu’nun bu kadar olumlu bir imaj çizebilmesinin arkasında “düşman” değil, “rakip” olunabileceğini bize çok açık ve net göstermesi yatıyor. Bunu rahatlıkla Tunç Soyer açısından da söyleyebiliriz. Bu nedenle Ekrem İmamoğlu kendisine oy vermeyeceğini söyleyen Ak Partili kadınlara “Canınız sağ olsun” derken, Tunç Soyer seçildikten sonra vaat ettiği gibi kendisine en az oy çıkan yere gidip, köylülerle muhabbet ederken, düşünce fazından duygu fazına geçiriyorlar bizleri. Çünkü, hem politikacılar hem de onlardan nefret eden benzerleri tarafından sürdürülen düşmanlıktan çok sıkıldık, çok yorulduk.

 

Bu yorgunluğun, kaçıp kurtulmak isterken, yeniden siyasetin ağına düşmenin, siyasetle aramızdaki bu “ne seninle ne sensiz” ilişkinin, kişisel hayatlarımızı silikleştirdiği de açık. Sürekli bakıma muhtaç olan bir hastaya bakıyor gibiyiz. Ne yapsak aklımızda o.

 

Bakın, 15 Ekim 2006 tarihinde Sabah Gazetesinin başyazarı olan Mehmet Barlas daha önceki bir Mısır gezisinin izlenimlerini anlatırken, “toplumsal yorgunluk” hakkında neler demiş:

 

“Bu tür bir "Toplumsal yorgunluk" ilk kez karşıma çıkan bir olguydu.

 

Ama zaman geçip, Asya'nın, Afrika'nın otoriter yönetimlerinde serüvenden serüvene koşturulan ve kendilerini geliştirmek için düşünecek bile vakitleri de, özgürlükleri de olmayan halklarını yakından tanıyınca, bu "Toplumsal yorgunluk" gerçeğini anlar oldum.

 

İdeolojilerini doktrinleştiren, içerideki sorunlarını unutturmak için yabancı düşmanlığını slogan olarak seçen, kararlaştırılmış "Resmi doğrular"ın tartışılmasını yasaklayan, gerginliği siyasetin ve yönetimin vazgeçilmez aracı olarak benimseyen rejimlerin egemen olduğu ülkelerde, "Toplumsal yorgunluk" kaçınılmaz bir kader oluyor.

 

                                                                             …

 

Bu açıdan baktığımızda Türk toplumu yorgun toplumlardan biri olmamalı.Daha doğrusu toplumu yorgunluğa yöneltecek kısır döngüleri kırmak konusundaki kararlılığımızı sürdürmeliyiz. Sürekli "İç ve dış tehditler" uyarıları, devamlı "Tehlikeler listeleri", kendi hatalarımızdan kaynaklanan başarısızlıkları "Dış düşmanlar" a bağlama alışkanlığı, yasakçılık, siyasi tabular, slogancılık, şovenliğe dönüştürülmüş milliyetçilik, militarizm özlemleri, cami ile kışla arasında sıkışmış tartışmalar, her toplumu yorabilecek, bıktırıcı bir süreci ifade edebilir. Sorunlara çözüm üretmek yerine bunları stoklayıp, her kuşağın önüne bunları temcit pilavı gibi sürmek, toplumları yorar.

 

Bunun ilacı demokrasiye, özgür ve özerk düşünceye, hukukun üstünlüğüne, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da sahip çıkmaktır. "Tek tip insan" modeli, bundan sonra da reddedilmelidir. Kendisi gibi ya da "Devlet" gibi düşünmeyenlerin de var olması gerektiğini, bunların susturulduğu geçmiş dönemler hatırlanarak, bilmeliyiz. Gelişmemiş, özgür olmayan, her çeşit rekabete kapalı, başarılardan değil başarısızlıklardan zevk alan toplumların devletleri de gelişmiyor.”

 

Uzunca bir alıntı. Bu yorgunluktan kurtulmak, kendimize daha ferah olarak dönebilmek için, devletten/iktidardan neler beklememiz gerektiğini büyük bir isabetle anlatıyor. Aynı ilke ve prensiplerin kişisel bazda da gözetilmesini eşimizden, dostumuzdan, “mahalleli”mizden beklemenin ve onlara karşı da bu şekilde davranmanın, ortak yorgunluğun giderilmesinde atabileceğimiz küçük ve etkili adımlar olduğunu sanıyorum.

 

Kimse ile düşman değiliz, olsa olsa farklı düşünüyor olabiliriz. Birlik ve beraberliğe düşmanlardan korunmak için ihtiyaç duymaktan sıkıldık. Birlikte ve beraber olmak samimiyetle istenebilecek ama mecburi olmayan bir seçenek olamaz mı?

 

- Advertisment -