Ana SayfaYazarlarGeçen gün ömürdenmiş... (2)

Geçen gün ömürdenmiş… (2)

 

Bir önceki yazıda, “Türk Edebiyatı Klasikleri”nden ve bu kitapları okuyunca ortaya çıkan hayata dair algı değişikliklerimizden bahsetmiştim. “Kısa ama özenli” hayatların yaş algısının değişmesiyle  ve modern hayatın getirdikleriyle “uzun ama inceliklerden uzak” hayatlara dönüşmesi ihtimalini söyleyip, “Biraz burukluk veren ama bir yandan da zamanla yarışmaktan vaz geçme ve kıymet bilme seçeneklerini sürüklemesinden dolayı içimi açan bu konuya, başka örneklerle haftaya devam edeceğim.” diye bitirmiştim.

 

Geçen hafta yine bu kitaplarla olan yoğun mesaimde o kadar cazip “başka örneklerle” karşılaştım ki, neye ağırlık vermem gerektiği konusunda aklım karıştı.

 

O zaman, buyrun, ortaya karışık! Çoğu ölüme bağlanıyor, yani ölüme kadar geçen hayata bağlanıyor. Zaten başka neye bağlanabilir?

 

Mesela, beş yaşında başladığı “Taş Mektep-Mahalle Mektebi” ve daha sonra “Rüştiye Mektebi”nden mezun olan zamanın okumuş çocuklarının 16 yaşında “Kalem”de çalışmaya başlamaları ile sık sık karşılaşıyoruz bu kitaplarda. Bu çocuklar, bazen üç dört yıldır “tütün tiryakisi” olan “efendi”ler olarak anılıyorlar. Bahçede oyun oynadıkları 8 yaşındaki kız arkadaşlarından “Makbule Hanım” diye bahsediyorlar. Şu anki bakış açımızla neredeyse şaka gibi algılanabilir bunlar. Ama annelerinin ve babalarının, o güne kadar (günümüze göre başka “basit” bir sebeple) ölmedilerse, 40’lı yaşlarında ecelleriyle öldüğü de bu şakanın kötü bir parçası olur tabii.

 

Eski Türk filmlerinin o garip çaresizliklerini bilirsiniz. O anda söylenebilecek bir cümleyle büyük bir yanlıştan kurtulunabilir ama o cümle bir türlü söylenemez, hal böyleyken de ömürlerinin önemli bir kısmını bu “iftira”, “yalan” ve hatta “yanlış anlaşılma” sebebiyle bir “bedbahtlık”la geçirir kahramanlarımız, bir gecede saçları beyazlar, en kötü durumlarda da kısa sürede üzüntüden ölüverirler. Bu kitapları okudukça, eski Türk filmlerinin ruhu, arkalarındaki hikayeler daha iyi anlaşılıyor.

 

İşte, 10-12 yaşında yaptıkları aşk sözleşmesine uymak için 16-18 yaşlarında ölümü seçen Fitnat Hanım ve Talat Beyin acıklı aşk hikayesi sonucunda yakınlarının düştüğü durumu “insaflı” anlatan Şemsettin Sami romanını şöyle bitiriyor:

 

“Saliha Hanım ve Emine Kadın ile Hacı Baba ve Ayşe Kadının bu olayı işittikleri zaman ne hale geldiklerini ve Saliha Hanımın ağlaya ağlaya iki gözünden kör kaldığını ve Emine Kadının bu acıya dayanamayıp bir hafta içinde üzüntüden vefat ettiğini uzun uzun anlatsak gönüller dayanamaz sanırım… Hem bu kitabın adı “Musibetname” (Felaketler Kitabı) değil ki.”

 

Aslında denklem basit: Sözümüzü tutmak için ölebiliriz ya da sözümüzü tutamıyorsak hayatın bir anlamı yoktur. Ya da çok üzülen insanın yaşamaya takati kalmaz, bir hafta bile yeter üzüntüden ölmek için.

 

Ölüme bakışımızın hayatımızı nasıl geçirdiğimizi önemli ölçüde değiştirdiğini biliyoruz. İnançlı olup olmamaktan bahsetmiyorum. Aslında, dini inançları kuvvetli olanların, ölüm hakkında birbirlerine benzer daha gelişmiş bakış açılarına sahip olmaları beklenir. Ancak, özellikle yaşı kemale ermiş olanların bazılarını bir kenara bırakarak, modern yaşama biçimlerinin çekiciliğine kapılan dindar kişilerin, inançsızlarla ölümle aralarına mesafe koyma açısından, son zamanlarda neredeyse yarış içinde olduklarını düşünüyorum. Diğer yandan, dindarlığın altının boşaltıldığı, inanç sınırlarının belirsizleştiği itirazını da haklı buluyorum. Bu anlamda bu tür sınıflandırmaların da altı boşalıyor tabii ki. Ancak, sınıflandırma kısmı doğru ya da yanlış olsun, asıl söylemek istediğim, genel olarak ölümü, eski kuşaklara göre, daha uzağımızda farz ediyoruz ve hayatı, moda deyimle, nasıl “kıymetlendirdiğimiz” de, buna göre değişiyor.

 

2003 yılında, Zincirlikuyu Mezarlığının kapısına kocaman bir “Her canlı ölümü tadacaktır.” yazısı yerleştirildiğinde, kopan fırtınayı hatırlarsınız. Gündelik hayatta ölümü hatırlatmanın ne kadar “moral bozucu” ve “gerici” bir eylem olduğundan dem vurmuştu şikayetçi olanlar. Benim de içinde bulunduğum diğer grup ise, bu hatırlatmayı “huzur verici” bulmuştuk.

 

Ölümün yakın olduğunu bilmek, yaşamın bir parçası ve hatta en önemli gerçeği olduğunu kabul etmek, ölüme giden yolda, hayatlarımızı temize çekmeye, kendimizle barışmaya yarayabilir aslında. Bu bilgiyle hareket etmek ile bunu unutmaya çalışarak yaşamak arasında dağlar kadar fark vardır. Diğer her konuyu olduğu gibi, ölüm konusunu da, ne kadar yok sayarsanız o kadar adlandıramadığınız bir canavara dönüştürürsünüz ve hatırlamadığınız ama içinizde yaşayan bu canavara, üstelik de henüz yaşarken, mutlaka yenilirsiniz.

 

Bizler ise, yüzleşme ve anlama meraklıları olarak, hayatı ve kendimizi en çok ölümü “şefkatle” içimizde tutarak anlayabiliriz. Evet, yakınlarımızın özellikle de “sıralı” olmayan ölümleri korkunçtur, yıkıcıdır, ama iş kendimize döndüğünde, ölüm karşısındaki çaresizliğimiz, acizliğimiz sayesinde yaşama sevinci dolduğumuz bile iddia edilebilir.

 

Muallim Naci’nin çocukluk anılarını anlattığı “Ömer’in Çocukluğu” kitabında, küçük yaşta babasını kaybeden Ömer’in ağzından, “hazin ağlayışlar”dan sonra gelen lütuflar için “ölüm ve hayat yaratıcısı”na hitaben “Sana bağlanmanın en büyük vasıtası, yine senin yüce kudretine karşı gösterilen büyük acizlikmiş!” der. “Bir damla gözyaşı, ebedi saadetin vesilesi olabilir.”

 

Derecesini ve bakış açısını değiştirse bile, inançlı olup olmamamız, bu konuyu en azından algılamamız açısından, bizi ayrıştırmaz. Ölüm dahil, unutmak istediğiniz ama orada sapasağlam duran her hakikati unutarak, doğru olduğuna kendimizi inandırdığımız yalanlarla yaşamaya çalışmak ve bunu “mutluluk” saymak, bence, çok ciddi bir hastalıktır ve bedeli ağırdır: Ölümden önce de yaşamamak, hayatın hakkını verememek, yalanlar zincirini hayat sanmak, yani hakiki olmamak!

 

Namık Kemal’in “İntibah” romanında 21 yaşındaki iş güç sahibi Ali Bey annesine “söylerken sanki dudağını yakan” ilk yalanda, babasının ölmeden önce söylediklerini hatırlayıp pişman oluyor: “Sevdiğini üzmek istemiyorsan sakın doğruyu söylemekten çekinme. Gerçeği gizleme! Çünkü gizlediğin gerçeği sevdiğin kişi ileride öğrenirse, senin korktuğundan daha fazla üzülür.”

 

Bu yazıda ve bir önceki yazıda (ve hatta tüm yazılarımda) çevresinde dolaşıp durduğum fikirleri ve hisleri anlayabilmek için bu kitapları ya da başka kitapları okuyup bitirmek gerekmiyor tabii. Aslında, insanın niyetine göre çevreden gelen her uyarıcı bir anlama vesilesine dönüşebilir. Bazı popüler şarkıların kırık dökük sözleri bile bize aradıklarımıza ulaşmak için küçük adımlar attırabilir. O meşhur, “aramak/bulmak” ikilemini hatırlamak yeter: Aramayı sevenler, aramaya devam ederler, bulmayı sevenler aramalarını bulmakla sonuçlandırma cesaretine sahiptirler. Ben, bu sefer, kullandıkları lisan itibarıyla naif ve samimi, türlerinin öncüleri olmaları nedeniyle içinde kıpır kıpır bir heyecan barındıran bu kitapları okudukça, bana uygun kısımlarını çektim çıkardım.

 

Muallim Naci, daha önce bahsettiğim anı kitabını bitirirken, “Bu hatıraları niçin yazdığımı sorsalar belki de hiçbir cevap vermeye lüzum görmem. Arzu ettim, yazdım. Diyelim ki bu da bir nevi çocukluktur.” diyor.

 

Bu iki yazıda bahsettiğim bir buçuk asırlık kitaplarda, böyle büyük büyük konuları, böyle naif ve içten anlatmak, elbette ki bir nevi çocukluktur. Sezen Aksu’nun her derde deva şarkılarından birinde, “Öteki olabilmeyi, yerine koyabilmeyi, geride durabilmeyi” öğrenmek için büyümekten bahsediyordu. Evet, bunları başarmak için büyümenin gerekliliği aşikâr. Ama hayata/ölüme dair çocuk gibi samimi sorular sormadan ve içtenlikle cevapları arayıp bulmadan, yani bu “çocuklukları” yapmadan büyümek de pek mümkün görünmüyor.

- Advertisment -