Ana SayfaYazarlarAğla, sevgili yurdum

Ağla, sevgili yurdum

 

[10-11.5.2019] Son altı ayda, kimbilir kaç kere “ağla sevgili yurdum” diye fısıldamış olmalıyım kendi kendime. Sabah uyandığımda, ağla sevgili yurdum. Çalışmaya daldığımda, zaman zaman ağla sevgili yurdum. Gece yatarken, ağla sevgili yurdum.

 

İlk defa 1960’ların ortalarında, üniversitede, kaldığım kolejin kütüphanesinde okuduğumu hatırlıyorum. Keza, tam içime sinmediğini, çünkü apartheid’ın eşiğinde, benim beklediğim ak-kara, bütün kötülükler beyazların ve bütün iyilikler siyahların tarafında şeklindeki Güney Afrika anlatımına pek uymadığını; özetle, dili ve anlatımının olağanüstü güzelliğine karşın, o zamanlar boynumun üzerinde taşıdığım “sosyalist gerçekçi” kafaya biraz ters düştüğünü de hatırlıyorum.

 

Neyse ki sonraki yıllarda dogmatizmimle yüzleştikçe daha iyi anladım. Gibi. Sanıyorum. 25-29 Ocak 2017’de, hayatımda ilk (ve belki de son?) defa Güney Afrika’ya gittim. Hem işsizlik ve sefaletin yeni doruklara ulaştığı, suç oranlarının tavana vurduğu varoşları (yani ANC yönetiminin bugününü) gördüm, hem de Johannesburg’daki Apartheid Müzesi’ni gezdim (ve Serbestiyet’e de yazdım: 31 Ocak ve 21 Şubat 2017). Oralarda tekrar tekrar düşündüm, Paton’ın gri alanlarını. İki kutba ayrılmış bir toplumun nasıl birleştirilebileceği ve bir arada tutulabileceğini. Tersten söylersek, birleştirememenin, hattâ iyice ayırarak ve zıtlaştırarak yönetebileceğini sanmanın sonuçlarını.

 

Güney Afrika’nın (ANC’nin) başarı ve derken başarısızlık serüveninin ardında, belli belirsiz Türkiye’nin (AKP’nin) başarı ve sonra başarısızlık serüvenini görüyorum. 

 

                                                                    *          *          *

 

Alan Paton (1903-1988) Natal’da doğmuş. Orta öğrenimini 12 yaşında yazıldığı Maritzburg Koleji’nde (ve anlaşılan biraz hızlı bir şekilde) yapıyor. Daha sonra Natal Üniversitesi’ne kabul ediliyor. 1922’de Fizik diplomasını alıyor (dikkat: henüz 19 yaşında). O arada ilk şiirlerini de yayınlamış. 1928’e kadar, sırf beyazların okuduğu bir lisede kimya ve matematik dersleri veriyor. O yıl kendi okuduğu Maritzburg Koleji’nin öğretim kadrosuna katılıyor. Derken 1935’te, zamanın koalisyon hükümetinde hem Eğitim, hem İçişleri Bakanı olan arkadaşı Jan Hofmeyr tarafından, Johannesburg’daki (sırf Afrikalı çocukları barındıran) Diepkloof Islâh Evi’nin müdürlüğüne getiriliyor. Bu, hayatında önemli bir dönüm noktası. Hofmeyr, ezici çoğunluğu ister istemez siyahlardan oluşan çocuk suçluların sorumluluğunu Cezaevleri Genel Müdürlüğü’nden alıp Eğitim Bakanlığı’na veriyor; ırk eşitliğinin ilk savunucularından Paton da  bu reform çabalarında kilit bir yere oturuyor.

 

Sürse, belki Güney Afrika’nın kaderi üzerinde etkili olacak. Ama olmuyor, sürmüyor tabii. Gene de edindiği tecrübeyi ve siyahların kabilesel köklerinden koparak şehirlere göçüp girdikleri yeni yaşantıya dair gözlemlerini, Cry, the Beloved Country’ye akıtacak. Sonraki on yılda ırk ilişkileri ve ceza reform alanına iyice dalıyor Paton. 1946’da Avrupa, ABD ve Kanada’daki ceza ve ıslâh evlerini incelemeye gidiyor. Romanını bu gezi sırasında yazmaya başlıyor. 1948’de yayınlanması, Ulusal Parti’nın seçim zaferiyle çakışıyor. İlk ırk ayırımı (apartheid) politikaları derhal yürürlüğe konuyor. Ne ki, Ağla, Sevgili Yurdum’un uluslararası başarısı, Paton’a hem ekonomik bağımsızlık, hem de bir tür dokunulmazlık kazandırmış. Gene de hükümet 1960’ta pasaportuna el koyuyor ve 1970’lerin başına kadar geri vermiyor. Ama hiç susmuyor Paton. Romanları, şiirleri, kurmaca olmayan makaleleri ve konuşmalarıyla sesini duyurmaya; ırk eşitliğini dünya çapında savunmaya devam ediyor. Gırtlak kanserine yakalanıyor ve 1988’de hayata veda ediyor.  

 

                                                        *          *          *                                           

                       

Paton’ın 1948’de yayınlandığında dünyayı sarsan romanını, işin kolayına kaçıp internetten özetleyeceğim. Merkezinde Afrikalı (siyah) bir rahip var: Stephen Kumalo. Zulu kabilesine mensup. Natal’ın küçük Ndotsheni köyünde yaşıyor. Derken, Johannesburg’daki kızkardeşi Gertrude’un hasta olduğunu öğreniyor. Karısıyla konuşuyor; bütün küçük tasarruflarını toplayıp hem kızkardeşine yardıma, hem de uzun süredir haber alamadığı oğlu Absalom’u bulmaya gidiyor. Siyahların eski kabile yaşantısı ve töresinden tamamen kopmuş bir suç ve sefalet cangılına giriyor. Meğer kızkardeşi Gertrude’un bir çocuğu olmuş; hayatta kalabilmek için fahişelik yapıyor ve içki satıyor. Absalom’un izini sürmek ise çok daha zor. Kumalo aradıkça, ülkeyi ve toplumu parçalamakta olan siyah/beyaz ve yoksulluk/zenginlik uçurumlarıyla yüzyüze geliyor. Kardeşi John’u ziyaret ediyor; bu sefer başarılı bir işadamı ve politikacıyla karşılaşıyor.

 

Sonunda oğlunu buluyor ama pek de iyi bulmuyor. Absalom da suça bulaşmış. Bir süre ıslâh evinde yatmış. Ayrıca 16 yaşında bir kızı hamile bırakmış. Stephen Kumalo bu durumla baş etmeye çalışırken, bir de gazetelerde Arthur Jarvis’in evine giren hırsızlarca öldürüldüğü haberi patlıyor. Çifte trajedi, çünkü Arthur Jarvis, ırk eşitliği ve adalet için mücadele eden genç bir beyaz. Absalom cinayetten tutuklanıyor ve itiraf ediyor, ancak iki kişiyi daha ele veriyor. Bunlardan biri de kuzeni (amcası John’un oğlu) Matthew. Zengin John ayrı avukat tutarak kendi oğlunu kurtarıyor, ama Stephen Kumalo nasıl bu hallere sürüklendiğini anlamaya çalıştığı Absalom’u idam cezasından kurtaramıyor. Sadece, Absalom’un hamile kız arkadaşının hapishanede oğluyla evlenmesini ve artık Kumalo’nun gelini olarak Ndotsheni’ye dönüp orada yaşamasını sağlayabiliyor.

 

Bu arada, Arthur Jarvis’in (hem de Ndotsheni’nin üzerindeki tepelerde yaşayan) zengin toprak sahibi babası James Jarvis de, oğlunun ölüm haberini alır almaz geldiği Johannesburg’da, uğradığı felâketle baş etmeye çalışıyor. Arthur’un toplumsal eşitsizlikler hakkında yazdıklarını okuyor ve siyahlara ilişkin kendi önyargılarıyla yüzleşmeye başlıyor. Kumalo ile tesadüfen karşılaşıp tanışıyorlar; Kumalo ilk şoku atlattığında, Arthur’un ölümünden duyduğu üzüntüyü dile getiriyor. İki baba, Absalom’un idama çarptırıldığı, diğer iki sanığın ise beraat ettiği son celseyi birlikte izliyor. Bu arada Gertrude kayboluyor (eski hayatına dönüyor). Kumalo sadece Absalom’un çocuğunu taşıyan kızı Ndotsheni’ye geri getirebiliyor. Madalyonun diğer yüzünde, Arthur Jarvis’in küçük oğlu ile yaşlı Kumalo arkadaş oluyor. James Jarvis ise bu küçük ve yoksul köye gitgide daha fazla arka çıkıyor. Süt dağıtıyor; derken yakınlarda bir baraj yapımına girişiyor; daha iyi tarım yapmaları için uzmanlar getiriyor. Köye yeni bir kilise yaptırmayı teklif ediyor.   

 

Oğlunun asılmasından önceki akşam, Kumalo kendi başına kalabilmek için tepelere tırmanıyor. Yolda James Jarvis’e rastlıyor. İki baba sohbet ediyor. Köyden, yitirdikleri oğullarından, James’in küçük torununun dürüstlüğü ve masumiyetinden konuşuyorlar. Jarvis gidip de Kumalo yalnız kaldığında, oğlunun ölümüne ağlıyor. Dua ediyor. Vadinin üzerinde şafak söküyor.  

 

                                                                     *          *          *

 

Cry, the Beloved Country böyle küçük umut işaretleriyle son buluyor. İçerdiği karşılıklı öğrenme ve bağışlama dersleri, en azından o anda gerçekleşmedi kuşkusuz. Boer ırkçıları iktidara geldi ve Nazizmin çöküşünden sonra, dünyanın bu köşesinde tarihsel Nazizme en yakın bir apartheid rejimi yaşandı. Nelson Mandela o vahşetin içinden çıktı ve toplumun iki yakasını bir araya getirir, barıştırır gibi oldu. Oliver Tambo ve Jacob Zuma gibi halefleri onun olgunluğunu gösteremedi. Çok-sesli ve çok-renkli bir demokrasi, ne ilginçtir, bu sefer apartheid’a karşı mücadele içinde pişen ve demokrasi nedir öğrenmiş olması gereken ANC’nin otoritarizmine dönüştü. Irkçı rejimin çöküşünden çeyrek asır sonra bugün, Güney Afrika bu sefer başka acılar içinde kıvranıyor.

   

Ocak 2017’de dâvet edildiğim konferansın konusu da buydu zaten: bu açıdan Türkiye ile Güney Afrika arasında oluşan benzerlikler. Nitekim bu yüzdendir ki, apartheid’ın yerine eski vesayet rejimini, siyahların yerine Müslümanları, ANC’nin yerine AKP’yi geçirdiğinizde, demokrasi umudunun önce yükselişi ve sonra inişe geçmmesi açısından Ağla, Sevgili Yurdum bizim için de bu denli geçerlilik taşıyor.   

 

Son bir not,  edebiyatın insanın ve insanlık halinin karmaşıklığını yakalayıp yakalayamaması üzerine. Çelişkili ve çatışmalı, kutuplaşma ve şiddet dolu durumları tek yanlı değil çok yanlı bir şekilde kavrayıp yansıtmak çok zor. Büyük bir ruh derinliği ve yüceliği gerektiriyor. Tek yanlılığın beraberinde getirdiği, sadece düşmanlık ve hamaset. Buradan türeyen sanat alabildiğine sığ, kuru ve cılız olmaya mahkûm. Stalin’in ve Jdanov’un “sosyalist gerçekçilik” dediği şey, örneğin. Her şey olduğu gibi değil, şu veya bu ideo-politik duruşa göre “olması gerektiği” gibi. Geçmişte yazdım; örneğin Türkiye’nin kırk yıllık Kürt savaşına ilişkin hemen bütün edebiyat ürünleri de bu cılızlık düzeyinde. Herkesin ruhunu titretemiyor. Alan Paton ise başarıyor bunu. Büyük edebiyatın nasıl olabileceğini gösteriyor.

 

 

- Advertisment -