Ana SayfaYazarlar“Beka”cılık ve kültürel etkileri (1) genç Müslüman entellektüellerin 1990’lardaki durumu

“Beka”cılık ve kültürel etkileri (1) genç Müslüman entellektüellerin 1990’lardaki durumu

 

[7-8 Nisan 2019] Seçimlerden önceki son yazım, Yanıtlasam, nasıl yanıtlardım? başlığını taşıyordu (26 Mart 2019). Zamanında cevaplayamadığım bir soruşturmadan hareketle, sadece yayıncılıkta değil, medyada ve bütün kültür hayatında yaşanan çoraklığa değiniyor; bu yaygın fenomeni son tahlilde siyasetin girdiği mecraya, aşırı kutuplaşma ve otoriterleşmeye, “bizden” olanın son derece dar ölçülerle belirlenmesine, herhangi bir bilginin gerçek olup olmadığına değil sırf “bize yararlı” olup olmadığına bakılmasına bağlıyordum.

 

31 Mart seçimlerinin hemen ertesi günkü 16 Nisan 2017 “Pirus zaferi”nden, iki yıl içinde ağır bir yenilgiye (1 Nisan) yazımda olsun, o yazıda alıntıladığım (17 Nisan 2017 tarihli) Buyurun size katıksız bir “Pirus zaferi” yazımda olsun, medyanın yozlaşması, soysuzlaşması, ahlâksızlaşması, siyasî ve maddî çıkar dışında hiçbir şeyi umursamaz olması üzerinde gene uzun uzadıya duruyordum.

 

                                                               *          *          *

 

Peki, “beka”cılığın kısa vâdedeki olumsuz etkileri bir yana, orta ve uzun vâdeli sonuçları neler olabilir? Bence en kötüsü bu. Güncel kazançların aldatıcılığı uğruna ülkenin ve toplumun geleceğini ipotek altına alındığı, bunun da acısının on, onbeş, yirmi yıl sonra çıkacağı kanısındayım.

 

İslâmî kesimdeki arkadaşlarımdan, meslekdaşlarımdan sürekli duyuyordum zaten, ortalığı troller kapladıkça özellikle parlak gençlerinin korkuya kapılıp sustuğunu, başıma bir şey gelmesin diye köşelerine çekildiğini, deyim yerindeyse arazi olduğunu.

 

Yakın zamanda bunun bir doğrulaması da Nihal Bengisu Karaca’dan geldi. Habertürk’teki köşesinde 3-4 Şubat’ta, yani seçimlere iki ay kala yazdığı Bu feryad bülbül sesi mi? yazısında — ki dönüp okumanızı kuvvetle öneririm, hele bugün, zira anlattığı hayal kırıklığının seçim sonuçlarındaki payı ne olabilir sorusunu da beraberinde getiriyor –Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hemen ilk yerel seçim konuşmasında Nesimî’den yaptığı bir alıntıdan yola çıkıyor, Özhan Eren’in gene Nesimî’den hareketle bestelediği ilâhisine geçiyor… ve aslında ortalıkta pek bülbül sesi kalmadığı imâsında bulunuyor. 

 

                                                                 *          *          *

 

Üşüşen çağrışımların üzüntüsüyle ağladığını anlatıyor Nihal Bengisu Karaca. Nesimî’nin sözleri ve Özhan Eren’in bestesinin, “güzel olduğumuz zamanları” ve “Peygamber sevgimizi, … temiz bir dünyevilikle perçinleyeceğimizi sandığımız günleri” hatırlattığını vurguluyor.

 

Daha sonra “Dindarlığımıza eşlik eden dünyevileşmenin tonları çok masum henüz. … parayı, zenginliği, otorite sembollerini alabildiğine aşağılayabilen bir dünyevilik içindeyiz” cümleleriyle daha da açacak bu sorunu.  Ama daha en başta, Bengisu’nun artık bugünü o kadar güzel değil diye düşündüğü; inancın temiz bir dünyevîlikle perçinlenememesine hayıflandığı sonucu çıkıyor.

 

Zaten devamında, 1990’ların başları ve ortalarındaki gençlik yıllarından net bir hasretle de söz ediyor yazar. “İyi insanlardık. Ya da kötülük yapmaya henüz fırsat bulamamıştık” diyor örneğin. “İslami bir camia olarak insanlara güzel bir gelecek, normalleşmiş bir toplum, kimsenin mutsuz olmadığı, adalet ve özgürlük esasına göre dizayn edilmiş bir ülke vaadimizin olduğuna inanıyorduk.” Epey de bir name-dropping yapıyor doğrusu. Nabi Avcı, Walter Benjamin, İsmail Kara, İsmet Özel, Heidegger, James Joyce (Ulysses), Süleyman Çobanoğlu, Tarkovsky (Ayna), Halit Refiğ, İbn Arabî, Nilüfer Göle, Antonioni, Edward Said, Roger Garaudy, Hilmi Yavuz, Iris Murdoch, Giovanni Scognamillo, Yalçın Çetinkaya, Fırat Kızıltuğ, Yusuf Ömürlü, Ahmet Turan Alkan, Susan Sontag, T. S. Eliot, Bilge Karasu,Lâle Müldür, Ahmet Güntan, Ünsal Oskay, Sezai Karakoç, İhsan Oktay Anar, Ahmet Kaya, Abdurrahman Dilipak, Toıktamış Ateş, Aliya İzzet Begoviç, Rasim Özdenören, Beşir Ayvazoğlu, Nazif Gürdoğan, Dücane Cündioğlu, Mehmet Aydın, İlhan Kutluer, Mustafa Özel ve daha nicelerini okuduklarını, dinlediklerini, tartıştıklarını anımsıyor.

 

“Rimbaud’u, Goethe’yi, Rilke’yi çıkarmış bir Batı’dan vazgeçilemeyeceğini de bildiğimiz yıllar” cümlesi bu bağlamda özellikle dikkat çekiyor. “Hepsine yer var çünkü normal bir hayatta. Hakikat, ‘O ya da bu!’ şeklinde cereyan etmez, ‘hem o, hem bu’ diyebilmekle bulunur.”

 

Beni çok düşündüren bir kavram ortaya atıyor, Nihal Bengisu Karaca: “şehirli muhafazakârlığın ihtiyaçları.” O dönemde İslâmî sivil toplum kuruluşlarının, “şehirli muhafazakarlığın ihtiyaçlarına uygun” roller oynadığından söz ediyor. Şuna da seviniyor, 1995 dolayları için: “Liberallerle de, solcularla da ortak noktalar var, birikimlerine saygı duyulmakta. İsmi ‘ortak payda’ olan programlar var TV’lerde. Ortak payda arayışı muteber bir arayış çünkü.” (Keşke şehirli sol-seküler kesim veya okumuş-laik orta sınıflar da tamamen siyasî kutuplaşmaya batacaklarına, kendi açılarından biraz olsun hakkını verebilseymiş bu tesbitlerin.)  

 

“Şehirli muhafazakârlar” olarak Bengisu Karaca ve akranlarının ise o yıllardaki varoluş tarzı siyasetten ibaret değil. Aşırı politizasyon henüz yok. “Din kadar din felsefesi de var, modern felsefe, sinema, müzik de var hayatımızda, yanyana; siyasete ilgimize siyasete bıyık altından gülebilen bir sense of humour eşlik edebiliyor ve bu ayıp değil.” Bir başka yerde de şöyle diyor: “Gençler için, İlesam’da Dergah dergisinin Mustafa Kutlu’su ile karşılaşmak ve konuşmak, Hakan Albayrak’ın son Bosna ziyaretinin izlenimlerine vasıl olmak, bir politikacının kapısında eyleşmekten çok daha ‘cool’ bir durum.” 

 

Müslümanlıkları da çok-renkli, çok-sesli; Bengisu Karaca “…mainstream dindarlıktan daha farklı bir dalga boyunda salınmak mübahtı. Hattâ muteberdi” diye iç çekiyor âdetâ. “Dindarız ve ‘hermenötik’ bir suç değil, Kur’anın ve hadislerin anlamının, felsefenin, kelâmın imkânlarıyla nasıl genişletilebileceği, İslâmı hayatın içine çekmenin yolları ‘rahatça’ konuşuluyor ve kimse bunu yaptığı için linç edilmiyor.”

 

İslâmî feminizm de bu çerçevede önemli bir damar: “Ablalar tesettür şeklimizi beğenmiyor, çıngıraklı kahkahalarımız Müslüman kızlara yakışmıyor itirazlarıyle eleştiriliyor, ama internet yoluyla kucağımıza düşen hocaların kadınlar için sarfettikleri sapkın ayar verme girişimlerinden haberdar olmayabilme lüksümüz var; hem dindar ve tesettürlü hem neşeli olduğumuz için kendimizle gurur duyuyoruz.”

 

Bu kültürel kucaklayıcılığa ve düşünsel arayışlara, tahmin edebileceğiniz gibi, siyasal planda özgürlük ve hoşgörü denk düşüyor. O yıllarda AKP yok; siyasal İslâmı Refah Partisi temsil etmekte. Gene de Bengisu Karaca’ya göre, “dileyenin dilediği gibi Erbakan eleştirisi yapabildiği ama dışlanmadığı” bir camia söz konusu. Şu cümlenin ise iktidar medyasının bugünkü hallerine tepkiyle yazıldığı izahtan vareste: “Medya propaganda aracı değil; yandaşlık, iktidar-medya ilişkilerinin bunalımı, kabine belirleyen GYY'ler yine var, ama zıddına da yer var.” Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir belediyesi başkanlığını kazanması dahi, sevinç ve özgüven veriyor, evet. “Ama zafer sarhoşluğu, fetih özlemi, "diz çöktüreceğiz" beklentisi yok. Cümle içinde, kapalı kapılar ardında bile. Bilakis, sorunlar olsa da, toplumsal barış beklentisi artmış durumda.”

 

                                                             *          *          *

 

Fakat öyle olmuyor işte. Önce 28 Şubat geliyor, sonra da 28 Şubat’a tepki. Nihal Bengisu Karaca’nın bu noktadaki tahlilleri, belki önceki saptamalarından bile daha düşündürücü. Yarın ele alacağım.

 

 

- Advertisment -