Ana SayfaYazarlarBir sergide başıma gelenler

Bir sergide başıma gelenler

 

[23 Aralık 2018] Bir Pazar günü daha sona ermekte. Önümde yığılı iş listeleri. Çoğunu yapamadım. Bu da artık normalleşti sayılır. Her hafta sonuna, bu sefer çok iş çıkaracağım diye giriyorum. Her hafta sonundan biraz daha ezik ve umutsuz çıkıyorum.

 

Fakat bu sefer, daha özel bir nedeni de var kronik moral bozukluğumun. Çok tuhaf bir konuşma yaşadım bu sabah. Evirip çeviriyorum kafamda. Boşa koyuyorum dolmuyor; doluya koyuyorum almıyor. Bir anlam veremedim. Paylaşmak ihtiyacındayım.

 

Bir sergiye gittim öğleye doğru. Daha önce Ayşe Üstünel Yırcalı’nın konu ettiği, Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki şu Rus Avangardı sergisi. Gidip görmenizi ayrıca öneririm. Çünkü Türkiye’ye dışarıdan birçok sergi gelip gidiyor ama Batı’daki emsallerinin hep gölgesinde kalıyorlar. Bu ise, Batı tarihçiliği ve sanat tarihçiliğinin de epeydir unuttuğu bir konuda, gerçekten evrensel ve halen benzersiz, emsalsiz ölçülerde. Benim ise daha önce görmemiş olmam ayrıca ayıp, çünkü hem ilk hazırlık çalışmalarına katıldım, hem (eser listeleri belli olduğunda) kataloguna kapsamlı bir yazı yazdım, hem de giriş koridorundaki uzun, ayrıntılı kronoji ile salonlardaki bilgi panolarının bir bölümünü kaleme aldım. Fakat olmadı işte; vakit bulamadım bugüne kadar. Sonunda gittik, ailecek. Başka arkadaşlar da var. Onlar bir grup oldular; daha yavaş, konuşa konuşa geziyorlar. Ben ayrıldım, kendi kafama göre takılıyorum.

 

İki saat geçti, bir yere geldim. 20. yüzyıl başlarının bütün o Rodchenko’larının, Akhmatova’larının, Eisenstein’larının, Tatlin’lerinin, Exter’lerinin ve daha nicelerinin biyografilerini koymuşlar yanyana. Çok da güzel olmuş. Sessizlik içinde okuyor ve düşünüyorum. Birden “İsminiz ne” diye bir ses duydum arkamdan.

 

İrkildim. Döndüm baktım; belki 35-40 yaşlarında, hiç tanımadığım bir adam. Affedersiniz, dedim, ne demiştiniz? “İsminiz ne?” diye tekrarladı; “isminizi sordum; ben sizi tanıyorum bir yerden, televizyondan olmalı.”

 

Pek hoşlandığım söylenemez. Bir kere tanınmaktan, orada burada durdurulup lâfa tutulmaktan çok sıkılıyorum. İkincisi, bu zâtın hiç nazik olmayan bir tarafı var; araya hiçbir mesafe koymaksızın, hattâ kendisini de tanıtmaksızın, âdetâ bir hak gibi talep ediyor sorduğunu. Gene de kabalık etmek istemedim; söyledim adımı. Halil Berktay, dedim; başka hiçbir şey eklemedim. Tarihçiyim filân da demedim yani. Teşhis ettiğine dair hiçbir işaret vermedi ama doğrudan ikinci sorusuna geçti: “Bu ülkede 1939’da bitti herşey, doğru mu?”

 

Aklım Birinci Dünya Savaşı’na gitti, ama oturtamadım bir yere. Nasıl, dedim, anlamadım; ben böyle bir şey bilmiyorum; ne oldu 1939’da? “Atatürk öldü ya.” Pardon, dedim, 1939’da değil 1938’de öldü Atatürk. “Olsun, ne farkeder; 1939’da İnönü İngilizlerle anlaştı ve Atatürk’ü sildi ya… Herşey bitti o zaman.” Kusura bakmayın, dedim, katılamıyorum bu söylediklerinize. Bence Atatürk’ün ve Atatürkçülüğün hiçbir bitmişliği yok 1939’da. Ayrıca bu konuda, yani Atatürk’ü bitirmek noktasında İnönü ile İngilizler arasında bir anlaşma olduğundan da haberdar değilim.

 

“Nasıl olur,” dedi, “bütün ders kitaplarını değiştirdi ya İnönü; hani Atatürk’ün yazdırttığı o ders kitapları var ya, dört ciltlik; hepsine son verdi.”

 

Besbelli ki hem birşeyler biliyor muhatabım (zaten öyle olmasa, bu sergide ne işi var diyeceğim), hem de kafası hayli karışık. Şu âna kadarki görüntü, sıkı bir Atatürkçü olduğu şeklinde. İki opsiyon var: ya hemen oradan uzaklaşacağım, ya da (madem bilemediğim bir nedenle üstüme üstüme geliyor) dürüst olacak ve dobra dobra söyleyeceğim düşündüklerimi. Benim de doğruculuğum tuttu ki, ikincisini tercih ettim. Bakın, dedim, sizin kastettiğiniz, 1930’larda Türk Tarih Tezi doğrultusunda yazılan lise ve sonra orta okul kitapları. Gerçi İnönü tümüyle bitirmedi bunları. Türk Tarih Tezi devam etti. Ama hepsinin tamamen uydurma olduğunu söylemeliyim.

 

“Nasıl yani, uydurma mı diyorsunuz bunlara?” Evet, dedim, Türk Tarih Tezi bütünüyle uydurmadır, hiçbir bilimsel temeli mevcut değildir. “Nasıl olur,” dedi, “1932’de büyük bir kongre yapılmış, karşıtları bile katılıp konuşmuş, ben okudum hepsini.”  Hayır, dedim, doğru değil. Birinci Türk Tarih Kongresi’ni kastediyorsunuz. Sırf öğretmenlere, bundan böyle tarihi böyle öğreteceksiniz demek için toplandı. Gayet doktriner bir gündem söz konusuydu. Eleştirel konuşanların da canına okundu. Fuat Köprülü susturuldu. Zeki Velidî Togan bu yüzden kendi kendini Almanya’ya sürgün etti.”

 

Durdu. Beklemediğim bir şey söyledi: “Çok haşin bir milletiz, değil mi?” Daha önce dedikleri ve sezdirdiklerine hayli ters bir çıkıştı doğrusu. Evet, dedim, çok haşiniz gerçekten. Ama durmadı orada; gene 1930’lar güzellemelerine, Halide Edib’in (dahi) nasıl Türkiye’ye döndüğüne geçti. Derken ansızın, 2005’teki büyük Osmanlı Ermenileri konferansına getirdi lâfı. “Erdal İnönü,” dedi, “Boğaziçi Üniversitesi’ndeki o konferansa Türkiye’den katılan dört kişiden biriydi….” Yok, dedim, bakın, birincisi o konferans Boğaziçi değil Bilgi Üniversitesi’nde yapıldı. İkincisi, o konferansa dört kişi katılmadı ki. Bini aşkın insan izledi.

 

Parmağını salladı. “Hayır” dedi, “hayır, Erdal İnönü Türkiye’den katılan dört kişiden biriydi.” Galiba İsmet İnönü’nün (güya) Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü silmiş olması (= bir kötülük) ile oğlu Erdal İnönü’nün Osmanlı Ermenileri konferansına “katılmış” olması (= ikinci kötülük) arasında kendince bir bağ kuruyor. Fakat görüşleri (dogmaları) ne olursa olsun, bütün gündelik, olgusal bilgileri de yanlış. Herhalde kulaktan veya sosyal medyadan dolma. Son bir defa düzeltmeyi denedim. O konferans, dedim, uluslararası bir konferans değildi. Sadece ve sadece Türkiyeli tarihçiler ve düşünürler içindi. Nitekim hepsi Türkiye’den olmak üzere, dört değil altmış kadar konuşmacı, oturum başkanı vb katıldı. Erdal İnönü ise konuşmacı değil dinleyiciydi. Ve daha önce de söylediğim gibi, toplamda herhalde iki salonda bini aşkın dinleyici vardı. Dolayısıyla “Erdal İnönü Türkiye’den katılan dört kişiden biriydi” sözünüz gerçeklere uymuyor….

 

Biraz duraladı ama gene devam etti ısrarla: “Türkiye’den katılan sadece dört kişiden biri olarak Erdal İnönü…”  Bana yetti bu kadarı.  Tamam, dedim, bakın, ben sizinle konuşmaya devam etmek istemiyorum artık. Teşekkür ederim. Bu sohbet buraya kadar. Sırtımı döndüm ve uzaklaştım. Yan-alt salona geçtim. Bizim gruba katıldım. Derken daha önce durduğum yerden bir ses gelmeye başladı. Cep telefonunda konuşuyor, birisine ismimi veriyor: “Halil Berktay. Halil Berktay. Evet, Halil Berktay. Kimdi bu adam?” Herkes suspus oldu; yedi sekiz çift göz bana döndü, ne oluyor diye. Bir de onlara hepsini baştan anlatmak zorunda kaldım.

 

Fakat yani. 21. yüzyılın şafağında, bu artık nasıl bir toplum? Ne biçim insan ilişkileri? Hangi âdâb, ölçü, terbiye? Kamusal mekânda, bir müze veya serge salonunda, hafif gözünü ısıran birini görüyor; mânen üzerine yürüyor, bodoslamadan rampa ediyor, nutuk atıyor, soru olmayan sorular soruyor, esir almaya kalkıyor.

 

Tabii bir problem, büyük bir problem de şu: Tarih bilgi ve kültürümüz… var mı? Ya da nasıl var? Haydi geçtim tarih bilgisini; tarihin (veya herhangi bir konunun) nasıl konuşulabileceği veya konuşulamıyacağının farkında mıyız?

 

 

 

  

- Advertisment -