Ana SayfaYazarlarBöhmermann tam ne demiş, anlayabildiniz mi?

Böhmermann tam ne demiş, anlayabildiniz mi?

 

[21-22 Nisan 2016] Bu ay hiç iyi gitmedi. Önce, tasarladığım bir diziyi iş yoğunluğundan hemen hiç ilerletemedim. Derken kötü bir gıda zehirlenmesi çıkageldi. Salı-Cuma bütün derslerimi iptal ettirmekle kalmadı. Kalkıp bilgisayarın başına geçecek, hattâ telefonumdan dahi e-mail’lerime bakacak hal bırakmadı.

 

Gözümü azıcık açabildiğimde, ilk gördüğüm şu oldu: Böhmermann üzerinden, gene bir “basın özgürlüğü” tevatürüdür gidiyor. Türkiye, hükümet, özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan “tahammülsüzlük”le suçlanıyor.

 

Bunu, ZDF’nin söz konusu yayınının gerçekleştiği 17 Mart’tan hemen sonra, BBC, The New York Times ve The Guardian gibi Batı’nın önde gelen yayın organları başlattı.  Erdoğan şikâyette bulunduğu anda, düğmeye basılmışçasına bir “basın özgürlüğü” savunusuna geçtiler. Bunu, yorumlarında Jan Böhmermann’ın tam ne dediğinden pek söz etmeden yaptılar. En azından bir ahlâkî yargıda bulunmaktan kaçındılar. İşin bu boyutunu okuyucularına dürüst bir şekilde yansıtmamış oldular.

 

Almanya Şansölyesi (başbakanı) Angela Merkel’in, ne yapacağını bilmez halde bir süre bocaladıktan sonra yargı yolunu açan izin ve onayını vermesi, bu yaklaşımın tırmanmasına neden oldu. Baktım; hastalığım boyunca sürekli mesaj yağmış internetten. Geçmişte zaman zaman sözünü ettiğim, eski bir arkadaşım vardır ABD’de. Bir yere kadar, benzer düşünüyor gibiydik. Bir noktada her nasılsa gitti, topyekûn devirmeci AKP ve RTE düşmanlığı cephesine katıldı. Küçük bir postalama listesi var; eline “anti” ne geçerse oraya yolluyor. Başka herhangi bir olguya bakması söz konusu değil. Hayli saf bir tarafı da var. Geçmişte, Hollanda’da “helâl” genelev açıldığına da inandı (fotoğrafları?), Kobani’de IŞİD safında çarpışan Türk MİT ajanlarının ele geçirildiğine de (üzerlerinde MİT hüviyeti mi çıkmış; ya da adları ve kimlik seri numaraları?). Yok, böyle bir realite testi veya gerçekçilik kaygısı. Ben de hiç olmazsa en son yalanların neler olduğunu bileyim, bu arada dezenformasyon network’larının nasıl işlediğini de belki anlarım diye izlemeyi sürdürüyorum.

 

Alman televizyonlarına facebook övgüsü (4 Nisan)

 

4 Nisan’da, örneğin, “Alman kanalı ihtardan sonra dellendi; Erdoğan, Davutoğlu ve Merkel’e ölümüne lâf soktular” başlığı altında şu linki yollamış: https://www.facebook.com/3cesuryazar/videos/1098502480170379/?fref=nf. İzleyince, ekranda bir yorumcunun  konuyu şöyle özetlediğine tanık oluyoruz: “Merkel ‘Recep sen mültecileri tutuyorsun’ dedi, Erdoğan da yanıt verdi: ‘Evet, tabii, sen de karşılığında ben basını sansürlediğimde, muhalefeti yasakladığımda, Kürtleri kurşunladığımda, Rusları indirdiğimde, ya da göstericileri tekmelediğimde çeneni tut, yeter.’ Merkel de dedi ki: ‘Kulağım ağrıyor, hiçbir şey anlamadım  ama tamam, aynı fikirdeyiz, sen halledersin.’” Yani mesele buymuş, bundan ibaretmiş anlaşılan. Erdoğan hiçbir konuda eleştirilmek istemiyormuş. Böhmermann’ın şiiri de herhalde bunları eleştirdiği için susturulmak isteniyormuş. Bunun ötesinde, şiirde ne dendiğine dair tek ifade yer almıyor.

 

Diken (7 Nisan)

 

7 Nisan’da da saldırı ve meydan okuma, “Erdoğan Almanya’da yine mizah konusu: Bu kez ‘teletabiler’le mutluluk saçıyor” başlığıyla sürmüş. Top, Türk web sitesi Diken’de. Ne olmuştu sorusuna şu hatırlatmayla cevap veriliyor: “17 Mart’ta önce yerel kanal NDR’de, sonra federal televizyon ARD’de yayınlanan klip, özellikle Ankara’dan yükselen tepkiler sonrasında sosyal medyada gündem olmuş ve YouTube'da 3 milyondan fazla izlenmişti.” İçeriği hakkında verilen tek bilgi, biricik bilgi, Böhmermann’ın “Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı bir şarkıyla hicvettiği.” Bu kadar söylenip geçiliyor. Bütün ağırlık, Extra3 programını yapanların geri adım atmaması üzerine. Bu basın özgürlüğü kahramanlığı da yeni hakaretler üzerinden 

 

 

 

 

gerçekleşiyor. Şu üç görselden de anlaşılabileceği gibi, Erdoğan önce Michelangelo’nun Sistine Şapeli tavanının ortasındaki ünlü “Tanrı ve Adem” freskindeki Adem’in yerine konup, “Kadir-i Mutlak [kendini öyle zanneden] Erdo” diye hicvediliyor. Ardından, “teletabi”lerin arasında sahte mutluluk saçan [ancak çocukların seyredip gülebileceği, kanabileceği] bir figür olarak sunuluyor. Nihayet resminin üzerine “basın özgürlüğünden boğazı şişer, ondan hep bolca atkı ister” yazısı monte ediliyor.

 

Velhasıl, gerek Erdoğan’a saldırılardan, gerekse bunların önüne konan “basın özgürlüğü” kalkanından, Diken de çok mutlu, Amerika’daki arkadaşım da. Ama sonuçta, Dışişleri Bakanlığı’nın neden Almanya’nın Ankara  büyükelçisini bakanlığa çağırarak tepki gösterdiğini anlamak olanaksız. Sadece, gene Almanya’nın, AB’nin ve Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’yi eleştirip basın özgürlüğünden ödün verilmeyeceğini vurguladığı belirtiliyor ki, bu da artık hayli havada kalıyor.

 

Fehim Taştekin, Al Monitor (18 Nisan)

 

18 Nisan’da Fehim Taştekin’in (Sibel Utku Bila’nın çevirdiği) bir yazısı düşmüş aynı kanaldan: Political humor no joke for Turkish satirists (Siyasi hiciv Türk mizahçıları için şaka olmaktan çıktı). Al Monitor’da yayınlanmış. Bir tek bu yazının girişinde, Al Monitor’cular Böhmermann’ın fotoğrafının altına, görece nötr ve objektif bir ifadeyle, “Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, kendisi hakkında Alman televizyonunda mizahî ve cinsel bakımdan kaba bir şiir okuyan komedyenden şikâyetçi oldu” diyebilmişler. Ama bu “cinsel bakımdan kaba”lığın tam ne içerdiği daha fazla açıklık kazanmıyor.

 

Fehim Taştekin’in ise, umurunda değil anlaşılan. Efendim, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın medyaya olan öfkesi “Türk lideri hicveden Alman TV programları nedeniyle Almanya’ya da uzan”mış. Türkiye Dışişleri Bakanlığı 22 Mart’ta Berlin’den, “mizahi bir TV programında okunan bir şiirde Erdoğan’a hakaret edildiği” gerekçesiyle soruşturma açılmasını resmen talep etmiş. Taştekin şiirde ne dendiğine zerrece değinmiyor. “Mizahi bir program”da okunmuş ya; daha ne olsun? Bu, Taştekin’in (ve/ya çevirmeninin)  Türkiye’yi “thin-skinned” (ince derili = alıngan, tahammülsüz) olarak nitelemesi için yeterli. Bu “ince derili” ifadesine dikkat; nasıl hemen bir klişeye dönüştüğünü birazdan göreceğiz. “İnce derili Türkiye artık sınırlarının dahi ötesinde patırtı koparabiliyorsa, acaba ülke içindeki mizahçılarının durumu ne olabilir?” Makale bu minval üzere devam ediyor.

 

BBC’nin “hakaret yarışması” haberi (19 Nisan)

 

19 Nisan’da bir sevinmiş, bir sevinmiş arkadaşım; nasıl tarif etsem bilemiyorum. BBC’nin hemen o günkü “‘Insult Turkey’s Erdogan’ contest set up by Spectator magazine” haberini yollamış (Spectator dergisi ‘Türkiye’nin Erdoğan’ına Hakaret’ yarışması açıyor). BBC’nin anlatımına göre, Jan Böhmermann ZDF televizyon kanalında Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında “cinsel imâlar”da (sexual references) bulunan mizahî bir şiir okumuş. Bu “cinsel imâ”ların ne olduğu söylenmiyor; kötü, vahim, rezil, berbat gibi ağırlaştırıcı sıfatlar da kullanılmıyor; sadece bu kadarıyla yetiniliyor. Esas vurgu, “Almanya’nın bir komedyenin bir televizyon yayını nedeniyle yargılanması” yolunu açması üzerine; bu öyle bir cümle ki, böyle bir şey nasıl olabilir demeye getiriyor. Bunun üzerine, Muhafazakâr Parti’ye yakınlığıyla bilinen haftalık The Spectator  dergisinin adı verilmeyen bir okuyucusu, derginin düzenleyeceği bir “Erdoğan hakkında yazılabilecek en hakaretâmiz şiir” yarışmasına ödül olarak 1000 sterlin bağışta bulunmuş. Yarışmanın başladığını, dergide Douglas Murray açıklamış. Peki, Douglas Murray kim? Bir İngiliz neo-con’u. Katı sağcı, muhafazakâr, özel olarak da İslamofobik. Kendisine sorarsanız, böyle bir şey yok zaten; “bir tür İslâmî faşizm inancına — Ortaçağdan hortlayıp gelmiş ve şimdi burada bize saldırmakta olan habis bir köktendinciliğe” karşı mücadele etmek haklı ve doğru; dolayısıyla İslamofobi oluşturmuyor. Buna karşılık asıl hastalıklı olan İslamofili, yani İslâmseverlik. 2013’te bu başlıkla bir kitap bile yazmış: Islamophilia: a Very Metropolitan Malady (İslamseverlik, son derece kentsel bir hastalık).

 

Her neyse. İşte bu Douglas Murray, Böhmermann hakkında dâvâ açılabilmesinin tahayyül ve tasavvur dahi edilebilmesi, “Almanya’nın artık Erdoğan’ın bir satraplığına dönüşmekte olduğunu gösteriyor” buyurmuş. Satraplık sözcüğünde ekstra bir Doğululuk imâsı ve Doğu düşmanlığı saklı, çünkü bu, İÖ 6.-4. yüzyılın büyük Pers (Ahemenid) imparatorluğunun eyalet birimlerinin adıydı. İşte şimdi Erdoğan’ın ve/ya İslâmın şahsında bir kere daha o Doğu heyûlası çıkageliyor; bir zamanlar Yunan uygarlığını tehdit ettiği gibi şimdi de Almanya ve hattâ bütün Avrupa’yı tehdit ediyor. Ama Douglas Murray gerekirse buna karşı tek başına direnecek: “Ben özgür doğmuş bir İngiliz erkeğiyim… Bu gerçeği de bütün haftasonunu Bay Erdoğan hakkında kaba dörtlükler (limericks)  yazarak kutladım. Ve şimdi bütün okuyucuları da benimle birlikte büyük bir Erdoğan dörtlükleri yarışmasına katılmaya çağırıyorum.”

 

Sevsinler. Bunu marifetmiş gibi Amerika’dan yollayan arkadaşımın akılsızlığı ve basiretsizliğine de diyecek yok kuşkusuz. Oryantalist arrogans, olursa bu kadar olabilir. Şu kıskaç harekâtına da bakar mısınız: Birileri “ince derili” diye eleştirecek, diğerleri hakaret yarışması açacak, açıkça hakarete teşvik edecek. Tam bir kötülük boşalımı. Aynen, Türkiye’deki muadillerinin içsel kötülüğüne, küfür ve hakaret youyla tatmin olma arayışlarına denk düşüyor. Bu buluşma üzerinde ayrıca durmak lâzım. Ama bu arada, Böhmermann’ın ne dediğini gene öğrenememiş oluyoruz.

 

John Oliver (19 Nisan)

 

Aynı 19 Nisan günü, bir de ABD’de yaşayıp çalışan İngiliz komedyeni ve televizyon yorumcusu John Oliver’in bir videosunu yollamış arkadaşım, “Erdoğan’a Hakaret” diye (Insulting Erdoğan); https://m.youtube.com/watch?feature=youtu.be&v=CXJtrCcuv6o’dan bulup izleyebilirsiniz. Peşpeşe iki giriş sunucusu tarafından, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Böhmermann’dan “Alman televizyonunda kendisi  hakkında bazı çok çok sert ifadeler içeren bir şiir okuduğu için” şikâyetçi olduğu belirtiliyor (because he read a poem on German television that made some very very strong remarks about Erdoğan). Burada “very very strong remarks” nasıl çevrilir acaba? Herhalde bağlam, kontekst ağır basar. Benim yaptığım gibi, “çok sert” (veya “ağır) “ifadeler” (veya “sözler”) de olabilir, buna benzer başka şeyler de. İnternette, “çok güçlü açıklamalar”a bile rastladım. Önemli olan şu ki, hemen herkes bu “very very strong remarks” lâfından, (cinsel küfür ve hakaret içermeyen) ağır siyasî eleştirileri anlar. Tersten söyleyecek olursak, John Oliver’ın giriş sunucularının, şiirin “bazı çok çok sert ifadeler” içerdiğini söylemesi (kabul etmesi) önemlidir gerçi. Ama Böhmermann’ın düpedüz küfrettiği, tam nasıl küfrettiği, hangi düzey ve dozajda küfrettiği konusunda en ufak bir ipucu sunmuyor.

 

Dolayısıyla John Oliver’ın da işi bir bakıma kolaylaşıyor tabii. Alıyor sazı eline; düşünebiliyor musunuz, diyor, bir komedyeni sırf bir şiir yazdı diye hapse attırmak istiyor (he wants to get some comedian locked up because he wrote a poem). Devam ediyor: “Neden kendisi dışındaki bizlerin şiir konusunda yaptığı gibi davranmıyor, yani nazik bir şekilde dinlemiyor ki…” (why doesn’t he do what the rest of us do about poetry, which is listen to it politely). Bu yazının ikinci bölümünde herhalde John Oliver’a da gelecek ve kendisi hakkında “yazdığım” nazik bir şiiri nazik bir şekilde dinleyip dinlemiyeceğini sormayı deneyeceğim.

 

Robbie Travers, The Gatestone Institute (20 Nisan)

 

Amerika’daki arkadaşımın bundan sonraki iki gönderisi, Gatestone Enstitüsü’nün (Gatestone Institute) web sitesinden. Bu, hayli muhafazakâr, İslamofobik bir think-tank. 2012’de kurulmuş. Kurucusu ve halen de başkanı olan mülti-milyarder Nina Rosenwald, ABD’deki İsrail lobisinin kilit isimlerinden; esasen kendini “bütün ömrü boyunca ateşli bir Siyonist” olmuş olmakla tanımlıyor. Bağışta bulunduğu bütün diğer kurumlar da bu türden.  Öyle ki The Nation dergisi 2-9 Temmuz 2012 tarihli özel Islamophobia sayısında Rosenwald’ı Müslümanlara Yönelik Nefretin Şeker Annesi (The Sugar Mama of Anti-Muslim Hate) diye nitelemiş. Gatestone Enstitüsü’nün diğer yönetici ve danışmanları ya da destek verdiği düşünürler arasında, ABD’nin gene Cumhuriyetçi, katı sağcı, İsrail’e angaje eski büyükelçileri (örn. John Bolton), bazı İsrail üniversitelerinin profesörleri, Alan Dershovitz gibi gene koyu İsrail taraftarı (gerekli koşullarda yasal işkenceyi savunmasıyla da ünlü) Amerikalı hukukçular… ve nihayet, “Erdoğan’a Hakaret Yarışması” yanlısı görüşlerini yukarıda okuduğunuz Douglas Murray gibi uluslararası muhafazakârlar da yer alıyor.

 

Özetle, her biri diğerinin içinden çıkan Rus “Matriyoşka” bebekleri gibi, birbirine geçmiş ve üstüste binen, örtüşen, karşılıklı kadro ve para alıp veren bir dizi kurumun meydana getirdiği tam bir neo-con tezgâhı söz konusu. Peki, ne demişler 17 Mart ZDF olayı hakkında? Arkadaşımın belki beni doğru yola getirmek gibi halisane niyet ve temennilerle yollamış olabileceği iki yazıdan ilkini şurada bulabilirsiniz: http://www.gatestoneinstitute.org/7870/erdogan-thin-skinned; göreceğiniz gibi, Robbie Travers imzalı ve  “Türkiye: Erdoğan’ın İnce Derili Hükümeti” (Turkey: Erdogan's Thin-Skinned Government) başlığını taşıyor. Yani şu, daha önce de dikkat çektiğimiz “ince derililik = alınganlık, tahammülsüzlük” iddiası, Fehim Taştekin’in 18 Nisan Al Monitor yazısından iki gün sonra, ikinci defa burada, bir Gatestone yazarıyla karşımıza çıkıyor. Ama izahı var mı? Hayır, yok. Ne olmuş da Alman büyükelçisi Dışişleri Bakanlığına çağrılmış? Ne varmış ki o “mizahî video”da? Efendim, “[Erdoğan] hükümetinin Kürt halkına karşı yürüttüğü saldırganlığa, göstericileri vahşice ezmesine ve eşit kadın hakları konusunda zayıf kalmasına” dikkat çekiliyormuş. Buymuş yani mesele; sadece bir siyasî eleştiriymiş. Başka hiçbir bilgi vermeyen Travers, yazısının kalanında habire başlığındaki tahammülsüzlük iddiasını kaşımayı sürdürüyor.

 

Burak Bekdil, The Gatestone Institute (20 Nisan)

 

Gatestone Enstitüsü’nün web sitesinde aynı 20 Nisan günü yer alan ikinci yazı, Burak Bekdil’e ait (http://www.gatestoneinstitute.org/7883/erdogan-insulted-president); link’inden de görebileceğiniz gibi, başlığı şöyle: “Erdoğan: Dünyanın En Çok Hakaret Edilen Devlet Başkanı” (Erdogan: The World’s Most Insulted President). Acaba burada bir haksızlığa mı işaret ediliyor, yoksa herkes hakaret ettiğine göre Erdoğan’ın bütün bu hakaretleri hak ettiği mi söylenmek isteniyor? Hakareti yaygınlığı üzerinden doğallaştırmak ve meşrulaştırmak suretiyle daha da teşvik etmek mi deneniyor? İkincisi olduğuna, sanırım sizler de yazının tamamını okursanız kanaat getireceksiniz. Burak Bekdil’in Böhmermann olayıyla fazla ilgisi yok aslında. Böhmermann ne demişti, ne yazmıştı da Merkel (bile) böyle bir karar aldı, hiç değinmiyor. Sadece “Merkel’in Böhmermann hakkında dâvâ açılmasına izin verme kararı Avrupa’nın hak ve özgürlükler kültürüyle pek bağdaşmıyor” dedikten sonra, Fehim Taştekin gibi o da Avrupa’da bile böyle yapılırsa Türkiye içindeki gazeteci ve sanatçıların neler çekebileceğini sıralamaya girişiyor.

 

Yeri gelmişken, Gatestone Enstitüsü, The Spectator dergisi ve Douglas Murray gibi Burak Bekdil’i ve mensup olduğu Middle East Forum’u da biraz tanımakta yarar var. Bekdil, Hürriyet ve Hürriyet Daily News yazarlarından. Türkiye basınında açıkça İsrail taraftarı diye parmakla gösterilen nadir bir isim. İsrail taraftarı olmanın ötesinde, ABD’deki Middle East Forum’un (Orta Doğu Forumu) dâvetli bursiyerlerinden. İşbu Middle East Forum, “muhafazakâr think-tank” tarifini de çok ama çok aşan bir kuruluş. İsrail’in de değil, İsrail sağının temsilcisi. Karakteri ve amacını, hemen tamamen (1990’daki) kurucusu ve ezelî-ebedî başkanı Daniel Pipes’tan alıyor. Amerikan akademik ortamında, akademik özgürlüğün Daniel Pipes kadar korkunç bir düşmanını bulmak çok zor. Müthiş bir aşırı-sağcı, İsrail taraftarı, İslâm düşmanı, Arap düşmanı. Böylesini görmemişsinizdir; görmenizi de temenni etmem. Türkiye’nin aşırı-laik çevrelerinde de böyle biriyle karşılaşabileceğinizi hiç sanmıyorum.

 

Pipes sadece Middle East Forum’un değil, Campus Watch (Kampüs Gözcüsü veya Devriyesi) ve Islamist Watch’un da (İslâmcı Gözcüsü veya Devriyesi) kurucusu. Her şeyden önce Middle East Forum’un kendi amacı, “Orta Doğu’daki Amerikan çıkarlarını gözetmek ve Batı değerlerini Orta Doğu kaynaklı tehditlere karşı korumak” olarak tanımlanıyor. Özellikle ABD içinde Forum’un “yasal İslâmcılık tehlikesi”ne dikkat çektiği; “anti-İslâmcı yazar, yayıncı ve aktivistlerin hak ve özgürlüklerini savunduğu” vurgulanıyor. Daniel Pipes’ın (İsrail’den bir başka müfrit neo-con Martin Kramer ile birlikte) 2002’de kurduğu Campus Watch ise, 9/11’den sonra Amerikan kolej ve üniversitelerinde neo-McCarthyci bir entellektüel terör yaratmaya kalkışmakla ün saldı. Mevcut bütün İslâm, Orta Doğu, Osmanlı vb araştırma merkezlerini; yüksek lisans ve doktora programlarını, hocalarını, derslerini, tezlerini, İsrail konusunda nötr değiller (= İsrail’e eleştirel tavır alıyorlar), İslâmiyete ve İslâmcılara kucak açıyorlar, Arap ülkelerinden öğrenci alıyorlar, terörist fidelikleri oluşturuyorlar diye töhmet altında bıraktılar. Cadı avları gibi rezilliklere giriştiler; işi, “sorunlu” gördükleri hocaların listesini yayınlamaya kadar vardırdılar. Çok nefret topladılar. Michigan’dan Juan Cole ve Stanford’dan Joel Beinin gibi önde gelen Orta Doğu tarihçilerince alenen kınandılar; yüzü aşkın diğer profesörün “bizi de mutlaka listenize alın ve afişe edin” diye başvurması üzerine, ihbar listesini web sitelerinden kaldırmak zorunda kaldılar. Bir süre sonra, belki daha kabul edilebilir diye Islamist Watch’u başlattılar. Amacını özellikle “şiddet içermeyen radikal İslâm fikir ve kurumları”yla mücadele, “İslâmcıların uzun vâdeli hedeflerini deşifre etmek” ve “hükümeti, medyayı, dinî kurumları, üniversiteleri ve iş âlemini yasal İslâmcılık konusunda eğitmek” olarak tanımladılar.

 

Açık konuşalım: Middle East Forum, Campus Watch ve Islamist Watch, bir çeşit İsrail “haçlılığı”nın militan kurumlarıdır aslında. Bir dönem Türkiye’deki partnerleri ise Çevik Bir ve Batı Çalışma Grubu’ydu. Şimdi işe bakın ki bir Hürriyet ve Hürriyet Daily News yazarı gitmiş, bu Middle East Forum’un Fellow’ları (dâvetli bursiyerleri) arasına girmiş. Bu kadar özgürlük düşmanı, sapına kadar özgürlük düşmanı, sapık derecede İslamofobik, karanlık, hoyrat, ihbarcı, jurnalci bir yerden… Böhmermann’ın şiirinin ne kadar sapık olduğundan zerrece söz etmeksizin… “basın özgürlüğü” yazıları yazıyor.

 

Düşündürücü bir durum doğrusu.

 

Bir Baattin karikatürü (20 Nisan)

Amerika’daki arkadaşımın zaman zaman yollamaya çok düşkün olduğu bir yüksek kültürm ürünü de “Baattin” karikatürleri. Robbie Travers ve Burak Bekdil link’lerinin üzerinde, bir de bunlardan yolladı 20 Nisan’da. O şişko, tiksindirici (ama sempatik olduğu sanılan) Baattin tipinin ağzından bu sefer şöyle bir balon çıkıyor: “Küfür belki bana yakışmıyor, ama gittiği yere yakışıyorsa sorun yok…”

 

Yani: Erdoğan’a küfredilebilir, çünkü yakışıyor. Bu da Böhmermann’a güya örtük destek. Ve aynen, Burak Bekdil’in başlığındaki mantık (neden, “dünyanın en çok hakaret edilen devlet başkanı” ki?).

 

                                                                                     *          *          *

 

Ama gene de bir sorun var. Bakın, yedi sekiz yazı veya video özetledim, uzun uzadıya. Hiçbirinde, ama hiçbirinde, Böhmermann’ın ne dediği belirtilmiyor. Hepsinde, sadece genel gönderme ve soyut ifadelerle yetinilmiş. Ne yapmış Böhmermann? O şiirde ne varmış? Bunları en yumuşağından en sertine doğru sıralarsak, ıskala şöyle oluşuyor:

 

(1) [Hiç değinilmiyor] (4 Nisan facebook’çuları).

 

(2) [Hiç değinilmiyor] (Burak Bekdil, 20 Nisan).

 

(3) “[Erdoğan] hükümetinin Kürt halkına karşı yürüttüğü saldırganlığa, göstericileri vahşice ezmesine ve eşit kadın hakları konusunda zayıf kalmasına” dikkat çekmiş (Robbie Travers, 20 Nisan).

 

(4) Erdoğan hakkında bir şiir yazmış (John Oliver, 19 Nisan).

 

(5) Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bir şiirle hicvetmiş (Diken, 7 Nisan).

 

(6) ZDF televizyon kanalında Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında “cinsel imâlar”da (sexual references) bulunan mizahî bir şiir okumuş (BBC, 19 Nisan).

 

(7) Erdoğan hakkında Alman televizyonunda “mizahî ve cinsel bakımdan kaba bir şiir” okumuş (Al Monitor’un Fehim Taştekin’in yazısına girişi, 18 Nisan).

 

(8) Erdoğan hakkında “bazı çok çok sert ifadeler içeren” bir şiir okumuş (John Oliver’ın giriş sunucuları, 19 Nisan).

 

Bütün bunlar ne kadar aydınlatıcı oldu sizin için? Acaba nedir, bir türlü dile getirilemeyen? Belki, belki, bunun nedeni dile getirilemeyenin gerçekten dile getirilemeyecek gibi olması mı? Ya da, dile getirilirse “basın özgürlüğü” argümanının toptan çökeceği korkusu mu?

 

O zaman, yarından başlayarak çıplak gerçeği bir de biz ifade etmeyi deneyelim bakalım.

 

- Advertisment -