Ana SayfaYazarlarDevrim, darbe, demokrasi

Devrim, darbe, demokrasi

 

[22 Temmuz 2017] Bu, daha önce Adalet Yürüyüşü bağlamında eleştirdiğim, artık her şeye (muhalefetin güçlenmesine ve belirli bir kitle hareketine yol açabilir gerekçesiyle) “provokasyon” gözüyle bakma mantalitesinin devamı. Meşhur fıkradır; adamın biri göğe bakıp galiba yağmur yağacak diye mırıldanır; tam o sırada yanından geçmekte olan tanımadığı birinden ise okkalı bir bir yumruk yer suratına, vay sen bana ördek dedin diye. Hoppala, ne alâkası var? Nasıl olmaz; yağmur yağınca yerlerde su birikintileri oluşur, ördekler de yağmuru ve suyu sever, buralarda yüzmeye gelir; işte senin asıl niyetinin bana ördek demek olduğunun ispatı! Bunu da bir yere kaydediyor ve gene 15 Temmuz’u yazmaya devam ediyorum.

  

                                                                     *          *          *

 

Dün, toplam 12 soru ortaya atmıştım, 15 Temmuz darbesinin önü ve arkası, sağı ve solu hakkında. Bunlar zaman içinde azalabilir de, çoğalabilir de. Ama şimdilik, ilk ikisi şöyle/ydi: (1) Darbe (veya hükümet darbesi) dediğimiz şey, tam nedir aslında? Tarihte önce nerede, hangi dönemde, ne gibi koşullarda (ya da neye karşı) zuhur eder? Devrimle özdeş midir, zıt mıdır, farklı ama akraba mıdır? Niçin askerî müdahale veya ordunun iktidara el koyması gibi kavramlarla değişimli olarak kullanılır? (2) Devrimin görece iyi, darbenin ise görece kötü (veya tamamen kötü) bir şöhret edinmesi nereden kaynaklanır? Hangi ölçütlere dayanır/dayandırılır?

 

Buradan başlıyorum. Geçmişte bu konuda yazıp çizdiklerimi tarayıp toparlayayım dedim, bilvesile. Şunları buldum: (i) 3 Temmuz 2010’da, Sabancı Üniversitesi’nin İkinci Mezunlar Buluşması’nda yaptığım bir konuşma (Darbeler ve demokrasi: Toplumsal duyarlılıklardaki, siyasetteki ve historiografideki değişim). (ii) 2014’de Atina’da, Balkanlarda devrimler ve bağımsızlık mücadelelerine ilişkin bir sempozyumda verdiğim tebliğ (Falling in and out of love with revolution = Devrime âşık olmak ve devrimden soğumak). (iii) 4 Ağustos 2016’da Ankara’da, SETA’nın 15 Temmuz Darbe Girişimi Toplumsal Algı Arastırması’nın kamuoyuna sunulması panelinde yaptığım konuşma. (iv) 7 Aralık 2016’de Ankara’da, Muhafazakâr Düşünce Dergisi’nin düzenlediği “15 Temmuz’un Işığında Türkiye” sempozyumunda yaptığım konuşma. (v) 11 Aralık 2016’da, TBMM’nin Darbe Araştırma Komisyonu’nun İstanbul’da düzenlediği Müzakere toplantısında söylediklerim. (vi) 29 Mart 2017’de gene İstanbul’da, Türkiye Bilimler Akademisi’nin (TÜBA) düzenlediği Akademi Konferansları dizisinde yaptığım konuşma (Devrim ve Darbe Üzerine Aykırı Düşünceler). Nihayet (vii) 10-11 Temmuz 2017’ye ilk baskısı yetişen, editörlüğünü TRT World Araştırma Merkezi’nin direktörü Pınar Kandemir’le birlikte yaptığımız History and Memory. TRT World in the Face of the July 15 Coup kitabına yazdığım imzalı Giriş yazısı (What If They Had Won = Kazansalardı Ne Olacaktı) ve diğer bazı (imzasız) katkılar… Hepsinden yararlanarak, yukarıdaki ilk iki soruya da, diğerlerine de kendimce bazı cevaplar vermeye çalışacağım.

 

                                                                            *          *          *

 

Kısaca darbe, tam ifadesiyle hükümet darbesi, hemen bütün dillere Fransızcadan geçme bir kavram. Bu da gayet normal, çünkü bütün “uzun 19. yüzyıl” (1789-1914) boyunca Fransa, hemen her türlü siyasî gelişmeye öncülük etti. (Marx’ın, kapitalizmin ekonomik gelişimi için İngiltere’yi ama politik gelişimi için Fransa’yı tipik sayması boşuna değildi.)   

 

Fransızcada tek başına coup (günlük dilde) darbe veya vuruş demektir. Siyasî bir terim olarak ise coup d’état’nın kısaltılmışıdır; hükümet darbesi olarak çevrilen deyim budur ve devleti, hükümeti veya siyasî rejimi devirmeye, değiştirmeye ya da kontrol altına almaya yönelik âni bir hamle anlamına gelir.

 

Dolayısıyla darbe (veya hükümet darbesi), şiddete dayalı anormal siyasetin iki temel varyantından biridir. Diğeri ise tabii devrimdir (ya da ihtilâldir). Darbe ile mukayese içinde devrimin (a) çok daha fazla tabandan fışkırdığı, aşağıdan yukarı bir halk eylemini, kitlesel bir kalkışmayı içerdiği; (b) politika piramidinin en tepesiyle sınırlı kalmayıp, siyasal ve hattâ sosyal bünyenin (eski deyimleriyle heyet-i siyasiye ve heyet-i içtimaiye’nin) de tamamını saracak şekilde, çok daha kapsamlı bir sistem değişikliğine yol açtığı/açacağı düşünülür.

 

Gelgelelim, hayli gevşek ve sübjektif ölçütlerdir bunlar. Değişimin ne kadarına sistemik, ne kadarına yüzeysel, vitrin ve makyaj amaçlı denebilir? Herhangi bir iktidar değişikliğine devrim/ihtilâl diyebilmemiz için, kitle seferberliğinin hangi boyutlara varması gerekir? Hazır ve kestirme cevapları yoktur bu soruların; dolayısıyla önümüzde, gerek tarihsel yorumlar, gerekse güncel politikalar açısından hayli gri ve muğlak alanlar açılır. Üstelik darbenin de, devrimin de olağan demokrasi dışı, son tahlilde anormal ve şiddete dayalı siyaset biçimleri olması, birinden diğerine (daha spesifik olarak, devrimcilikten darbeciliğe) geçişleri kolaylaştırıcı bir rol oynar. — Devrimcilik ile devirmecilik arasında nasıl bir ayırım söz konusu? Alt tarafı mesele “yanlış” bir iktidarı devirmeye gelip dayanmıyor mu? Kaldı ki (Marksist teoriye göre) devrimlerde de “öncü”nün (vanguard) rolü tâyin edici değil mi? “Öncü” de ister istemez bir azınlık değil mi sonuçta? O da “çoğunluğu” oluşturan kitleleri bir bakıma yukarıdan aşağı harekete geçirmiyor mu? Peki, emekçi kitleler (işçiler ve köylüler) “henüz” devrime hazır değilse ve yerlerinden kımıldamıyorsa, tarihsel ilerleme ve modernite uğruna, “öncü” başka güçlere başvuramaz mı? Madalyonun diğer yüzünde, darbelerin de belirli bir halk desteğine, dolayısıyla en azından ortamı hazırlayacak kitle eylemlerine, gösterilere, mitinglere, protesto yürüyüşlerine ihtiyacı yok mu? Diyelim ki böyle bir halk hareketlenmesi spontane olarak başladı. İllâ uzun vâdede devrime kanalize olmasını mı beklemek lâzım? Yolun erken bir aşamasında, bu huzursuzluk ve kargaşadan birileri bir darbe çıkarsa (ya da muhalefet seferberliğini kasıtlı olarak o yönde tırmandırsa) fena mı olur? Devrimi hazırlayıcı olanlar ile darbeyi hazırlayıcı olanlar arasındaki fark, kitle eylemleri ve eylemcilerinin alnına yazılı mı?   

 

Bu ve benzeri soruların iki yönü var. Bir, daha çok darbeciler veya darbeciliğe yatkın bir düşünüş tarzı açısından, devrim ile darbe arasındaki sınırı bulandırmaya, devrimi darbeye dönüştürmeye, bu açıdan kabul edilebilir bir geçişkenlik yaratmaya yönelik olmaları. Ama iki, aynı zamanda hayli de gerçekçi olmaları; yani bu bulanıklığın veya bulanabilirliğin aslında eşyanın tabiatında mevcut olması. Şimdi böyle yazabiliyorum, çünkü zamanla zihnim açıldı; oysa geçmişte bu tür fikirlere ne hararetle karşı çıkmıştık! 1960’lar ve 70’lerde Türkiye solunun (benim de dahil olduğum) bazı kesimleri için devrim iyi, darbe kötüydü (aslında ana mecra demek olan üçüncü yolu, yani normal demokratik siyaset alternatifini ise aklımıza getirmiyorduk bile). Bir kere şunu teslim edelim: İttihatçılığın ve Kemalizmin karmaşık etkileri sonucu, başlangıçta 60’ların “eski/yeni” ya da “ikinci eski” soluna, genellikle devrim ile darbe arasında pek bir ayırım gütmeyen bir zihniyet hâkimdi. 1908’e Jön Türk Devrimi demeyi bu yüzden hiç sorgulamamış; aynı kafayla 27 Mayıs 1960’a da destek vermiş; hattâ yeni yeni 27 Mayısların peşpeşe yükselip geri çekilen ve tekrar yükselen dalgalar halinde “proletarya devrimi”nin önünü açacağı fantezileriyle flört bile etmiştik. Fakat zamanla bir ayrışma meydana geldi. Herkes biraz da oportünistçe kendine yeni nişler, benzersizlikler, orijinal misyonlar arayıp buldu. Devrim fikri üzerinden darbeye de kredi açma ve evet deme anlayışı, giderek solun bazı kesimlerinde yoğunlaştı; örneğin Doğan Avcıoğlu, Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı ve taraftarları açıkça darbeci kesildi. Diğer uçta, darbe/cilik ile aramıza kesin sınır çekebileceğimizi vehmederken, bunu demokratlık değil devrimcilik üzerinden yapmaya kalktığımızdan asıl darbeciler ile maalesef keskinlik yarışlarına giren biz “proleter devrimci”ler yer aldık. Arada, ortadaki alanda gezinenleri bir yana bırakıyorum; bizimki de, evet, gerçekten bir hayal ve bir vehimden ibaretti. Hepimiz devirmeciydik, son tahlilde. Bu bağlamda, saf darbeciler bize kıyasla (kötü anlamda) daha gerçekçi, biz ise (gene kötü anlamda) hiper-ütopik bir konumdaydık. Çünkü anormal siyasetin iki varyantı olarak devrim ile darbe arasındaki ailevî akrabalığı göremiyor; birine iyi diğerine kötü derken ikisinin de sonuçta (“burjuva demokrasisi”nden kat be kat kötü sonuçlar verecek olan) şu veya bu diktatörlükle noktalanacağını idrak edemiyor; dolayısıyla ikisine de kötü diyemiyor ve ikisine karşı (ne kadar güdük ve eksik olursa olsun) mevcut demokrasi içinde normal siyasette sebat etmeyi yeğliyemiyor, böyle bir dönüşü teorik aşırılıklarımızla zihnen tasavvur bile edilemez hale getiriyorduk.

 

Bu çerçevede, başka bir çok tahribatımızın yanı sıra, şöyle derin ve kalıcı bir düşünsel zararımız da oldu Türkiye’ye: İttihatçılık ve Kemalizmle başlayıp süren devrimseverliğin pekişmesine katkıda bulunduk. Marksizmin bütün olanaklarını seferber ettik bu uğurda. Devrime (tekrar) kutsiyet kazandırdık. Devrim ve devrimci sözcüklerine tamamen olumlu çağrışımlar yüklendi; öyle ki, meselâ ben 19. ve 20. yüzyıl (Avrupa veya Osmanlı/Türkiye) tarihi derslerimde bu sözcükleri en ufak bir değer yargısı içermeksizin kullandığıma öğrencilerimi inandıramıyor ya da onları böyle “nötr” bir kullanıma alıştıramıyor, ikna edemiyorum. Büyük ölçüde ailelerinden geliyor bu, hali vakti yerinde laik orta sınıf ortamlarından; bugün 40-50-60 yaşlarında olan, iyi eğitim görmüş teknokrat, bürokrat ve serbest meslek sahiplerini (dolayısıyla çocuklarını), devrimlerin sadece artılarını (açtıkları kapıları) görmeye ve eksilerini, bedellerini, maliyetlerini (kapadıkları kapıları) hiç görmemeye; sırf Marx ve Lenin gibi bakmaya ama hiç Burke veya Tocqueville gibi bakmamaya biz alıştırdık. Kemalizm, Nutuk üzerinden bir İnkılâp Tarihi kurgulamıştı. Bizim büyük, beyaz, kusursuz, günahsız, yüzde yüz erdemli, bütün bebekleri leyleklerin getirdiği Türk Devrimimiz! Biz solcular (İdris Küçükömer, Mete Tunçay, Murat Belge gibi pek az istisna bir yana) büyük çoğunluğumuzla kefil olduk bu Büyük Anlatıya. Sağına soluna, Kemalizmin avadanlığında yer almayan, salt Marksizme özgü ve bir bakıma çok daha soylu, çok daha ikna edici payandalar yerleştirdik. Ve son yirmi yıldır, bizim kendi ellerimizle “eğittiğimiz” bu kuşakların devrimseverlikten devirmeciliğe, devrimcilikten darbeciliğe kaymalarına tanık oluyoruz.

 

Onun için, 11 Mart 2016’da Darbe Araştırma Komisyonu önünde de söylemişim: Devrtimseverliği demokrasi severliğe dönüştürmeden, darbeciciliğin ideolojik temellerini kazıyamazsınız. Meselâ, basit bir asgari olarak Modern Türkiye tarihini “Atatürk İlkeleri”nin prangasından kurtarıp normalleştirmedikçe ve aynı zamanda okullarımızdaki demokrasi öğrenimini kökten değiştirmedikçe, bu açıdan düze çıkamayız.

 

Devam edeceğim.

 

 

 

- Advertisment -