Ana SayfaYazarlar“Devrim sonrası durum”da, AK Parti’yi rayından çıkarıp ulusalcılığa çekme arayışları

“Devrim sonrası durum”da, AK Parti’yi rayından çıkarıp ulusalcılığa çekme arayışları

 

[24-25 Eylül 2016] Bir tür “devrim sonrası” (post-revolutionary) durum yaşadığımız yolundaki kanaatimi koruyorum. Tamı tamına değil, ama en çok bu kategoriye yakın. Çünkü 15 Temmuz darbesinin püskürtülmesi, hem de bu şekilde, halkın ayaklanması ve direnmesiyle püskürtülmesi, hükümetin elinde, tarihte çoğu zaman ancak devrimlerle oluştuğunu gördüğümüz türden bir iktidar konsantrasyonuna yol açtı.

 

Daha önce bu fikri İkinci Cumhuriyet’ten, Yeni Türkiye’ye başlıklı bir yazımda dile getirmiştim (2 Ağustos 2016). Sınırlı bir benzetmenin söz konusu olduğunu da uzun uzadıya anlatmıştım. “Devrimler büyük yıkıcı ve basitleştiricilerdir” demiştim: “Başka hiçbir şey olmasa, işte budur devrimlerin (her zaman değilse de bazen) yaptığı ve normal politika süreçlerinin hemen hiç yapmadığı, yapamadığı. Birçok yorumcu AKP’nin ilk ondört yılına da devrim veya devrim benzeri bir durum da dedi, biliyorum. Ama değildi ve neden olmadığı şimdi çok daha iyi görülebiliyor. Devrim değildi çünkü yeni kurum, anlayış ve pratikler getirse de eskilerini radikal biçimde tasfiye etmesi mümkün olamadı.” Şimdi ise böyle radikal düzleme ve eliminasyonlar artık mümkün. Madalyonun diğer yüzünde ise, büyük güç tabii büyük sorumluluk gerektiriyor.

 

Temel problem şu: Çürümüşlükler son derece açık. En temel bazı devlet ve toplum kurumları — başta ordu olmak üzere, jandarma ve polis de dahil güvenlik güçleri; ikinci olarak savcıları ve hâkimleriyle yargı; üçüncüsü, okulları, yurtları (nedir o gizli odalar ve asansörler) ve öğretmen kadrolarıyla eğitim; hattâ (maalesef) ister o ister bu yöndeki ideolojik önyargılarıyla, aşırı politizasyonuyla, aktivizmi bilimin önüne geçirme eğilimleriyle, hoca-öğrenci ilişkisinin yer yer akademik sınırları aşıp “total” bir şeyh-mürit, bir yandaşlık ve takım tutma ilişkisine dönüşmesiyle yüksek öğrenim… Bunların hepsi şu veya bu ölçüde Türkiye’nin gelişme, kalkınma, demokrasi ve insanlık ihtiyaçları açısından güvenilirliğini yitirmiş bulunuyor.

 

Hemen bir noktanın altını çizeyim: FETÖ değil bunun tek sorumlusu. Birçoğu (a) askerin 1908’den beri bir “uygarlık misyonu”nu üstlenmesi, modern Türkiye’nin yukarıdan aşağı kurulmasında oynadığı rol nedeniyle kendini ülkenin efendisi sanması, bunun da 12 Eylül sonrasına uzanan Atatürkçü vesayet ideolojisi ve kurumlaşmasını beslemesi yüzünden; (b) üzerine, 1960, 70 ve 80’lerin sağ-sol kutuplaşmalarının binip hepsinin karmaşık biçimlerde içiçe geçmesi yüzünden, çoktan ve uzun süredir zehirlenmişti. (c) Gülen Cemaati de bu bozulmuşluktan yararlandı, boşluklara sızdı ve kendini alternatif olarak sundu.

 

Ne ki, 15 Temmuz’dan hemen sonra, sadece Gülenciliği suçlayan, FETÖ öncesi militarizmi ise elinden geldiğince kayıran, hattâ neredeyse yok sayan yeni bir söylem de türedi. AKP’nin içinde diyemiyeceğim, ama belki çeperinde, yer yer hükümet yanlısı medyada, tuhaf bir tür liberal/izm düşmanlığı oluşmakta (veya yeniden oluşmakta). Buna göre, geç dönem Osmanlı ve modern Türkiye tarihinde liberalizm, 19. yüzyılda dışarıdan dayatılan, kökü dışarıda bir ideoloji olagelmiş. Osmanlı ve Türk liberalleri de sırf yüzeysel Batı hayranları imiş. Topluma yabancı bu alafranga züppeliğin uzantısı, (İttihatçı merkeziyeti ve otoritarizmine karşı çıkan) Prens Sabahattin ve zamanla Damat Ferit tarzı ihanet olmuş. Bütün Cumhuriyet dönemi boyunca da liberalizm ve liberaller, hep aynı şüpheli, aşındırıcı rolü oynamaya devam etmiş. Son zamanlarda ise orduya ve askerî vesayete saldırının ardında hep aynı kötü niyet varmış. Batı veya uluslararası kapitalizm, hegemonyasını sağlamlaştırmak için “ulus-devletin tarihsel işlevini tamamladığı” gibi bir masal uydurmuşmuş. Liberal aydınlarımız da bu yalanın peşine takılmış. Karanlık güçlerin istekleri doğrultusunda, Türk ulus-devletini yıkmak için toplumun genetik kodlarıyla oynamaya girişmişler. Bunun için, 1990’lardan itibaren ve özellikle 2000’lerde, askere ve militarizme karşı saldırıya geçmişler. Zira anlaşılan, ordunun özel ve mümtaz yeri, o “genetik kod”ların bir parçasıymış! Yani aslında askerî vesayet rejimi diye bir şey yokmuş veya kötü değilmiş; bunu bir umacı gibi göstermek dezenformasyonmuş,  hayalî bir yeldeğirmeninden ibaretmiş. Ne ki, liberal aydınların saldırıları her nasılsa ordu karşıtı bir ortam yaratmış; dolayısıyla FETÖ’cülerin kumpaslarına imkân sağlamış. Balyoz ve Ergenekon dâvâlarının, daha genel olarak 2002-2007 arasındaki darbe hazırlığı iddialarının (güya) hiç aslı astarı yokken, silâhlı kuvvetlerin beli kırılmış. Bu da 15 Temmuz darbesinin önünü açmış. Yani bu sonuçtan en fazla, ulus-devleti yıkmaya çalışan enternasyonal kapitalizmin işbirlikçisi bir  takım kötü niyetli liberaller sorumluymuş.

 

Birkaç noktaya dikkat çekmek istiyorum. Birincisi, Oral Çalışlar ve Fırat Erez’in de yazılarında zaman zaman parmak bastığı aşırı Batı ve aşırı ABD düşmanlığı, keza bu kesimden geliyor.

 

İkincisi, buradaki sözümona tarih tahlili veya yorumu, bazı yarım-doğruların kabalaştırılarak abartılmasından ibaret. Açıkçası, vülger ve yüzeysel bir amatörlük söz konusu. İdeoloji, siyasete indirgenemez. Başka bir deyişle, ideolojik sirayet sırf politik dayatma ve komplolarla açıklanamaz. Ayrıca, ideolojilerin uzun vâdeli değeri ve rolü, bazı mensuplarının bazı dönemlerde yaptıklarıyla, oynadığı rollerle de ölçülemez. Ben bir liberal değilim. Liberalizmi yüzde yüz doğru olarak kavramak ve yorumlamaktan hayli uzağım. Ama liberalizm aynı zamanda önemli bir insanlık ve modernite damarıdır. Modern demokrasiyi büyük ölçüde liberalizm yarattı veya esinlendirdi. Türkiye, liberalizmin (genel olarak hürriyet, bunun parçaları ve tamamlayıcıları olarak temel hak ve özgürlükler, hukuk önünde ve siyasal eşitlik ve demokrasi gibi) vazgeçilmez siyasî değerlerinden beslenmenin önünü kapatamaz. Bu sonuca yol açacak her türlü sözde-tarihçilik veya sözde-sosyal bilimcilik, çürüktür, sakattır, acemice hokkabazlıklardan ibarettir.

 

Üçüncüsü ve daha da önemlisi, bu, katıksız bir İttihatçı ve Kemalist tarih anlatımı, daha doğrusu jakoben tarih çarpıtmasıdır. Ahmed Rıza’lardan Recep Peker’lere kadar, bütün merkeziyet ve otoritarizm yanlıların “ferdiyetçilik” diye tanımladıkları liberalizme (ve liberalizmin ardında demokrasiye) “inkılâpçılık” adına yönelttikleri saldırıların tekrarından başka bir şey değildir.

 

Dördüncüsü, bu kadar koyu ve ölçüsüz bir liberalizm düşmanlığının uluslararası akrabalıkları da son derece habis ve meşumdur. 1920’ler ve 30’larda hem ekonomik hem siyasal liberalizm, gerek aşırı sağ ve gerekse aşırı soldan saldırıya uğradı. Bir yanda Faşizm ve Nazizm, diğer yanda Komünizm, liberalizme ve liberal demokrasiye düşman kesildi. Piyasa ekonomisi ayrı, parlamenter demokrasi ayrı topa tutuldu, karalandı, üzerlerinde tepinildi. Sonuç malûm. İkisi de gitti, çöktü, yokoldu; buna karşın piyasa ekonomisi de, liberal demokrasi de (bütün eksik ve zaaflarına karşın) ayakta. Çünkü sorun mükemmel olmaları değil; en azından kötünün iyisi olmaları, ya da elimizdeki en iyi opsiyonlar olmaları. Daha iyisini yaparız iddialarının kof çıkmış; çok çok daha kötülerine dönüşmüş olması. Son iki aydır tırmanışa geçen yeni liberalizm düşmanlığı ve liberal avcılığı denemeleri, bu dersleri unutmuşa benzemekle kalmıyor. Maalesef bu müfrit liberalizm düşmanlığında, özellikle (hiper-milliyetçiliğin en aşırı biçimi olarak) Faşizm ve Nazizmden kalma tonlamalar öne çıkıyor.

 

Beşincisi, yukarıda özetlediğim ve jakoben İttihatçı-Kemalist zihniyetin hık demiş burnundan düşmüş olduğunu söylediğim anlatı, 20. yüzyıl tarihi boyunca Türkiye siyaset sahnesinin merkez-sağında liberalizm ile dindar muhafazakârlık arasında varolan simbiyotik ilişkiye tamamen ders düşüyor. Gerçek şu ki, 1908’den sonra hemen her aşamada, her büyük krizde, her dönemeçte, zamanın liberalleri ile zamanın iman sahibi Müslüman muhafazakârları şu veya bu ölçüde elele verdiler. Bazen ikisi aynı kişilerdi; bazen ise liberaller diğerlerinin inanç özgürlüğünü savundu, Müslüman muhafazakârlar da liberallerin kitle desteğini oluşturdu. Bu ittifak 1925’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nda da gözlendi, 1930’da Serbest Fırka’da da gözlendi, 1946/50 – 1960 arasında Demokrat Parti’de de gözlendi, 1961’den itibaren Adalet Partisi’nde de gözlendi, 1982’den itibaren ANAP’ta da gözlendi. Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal — neydi merkez-sağın bu önemli isimleri; bir bakıma hem liberal, hem dindar-muhafazakâr değiller miydi? Nitekim bu bileşim yüzünden, derece derece hepsi hem Kemalist jakobenizmin, hem Marksist solun saldırısına uğramadı mı? Emin Çölaşan ve benzerlerinin “liboş” sataşmalarını ne zaman unuttuk? Liberallik, sol için de enikonu bir küfür sözcüğü değil miydi? Özellikle Marksist solun geliştirdiği “komprador/işbirlikçi burjuvazi ile yarı-feodal gericiliğin ve toprak ağalığının ittifakı” söylemi, tam da bu liberalizm + dindar muhafazakârlık ilişkisini hedef almıyor muydu?     

 

Altıncısı ve en önemlisi, aynı simbiyotik ilişki 2000’lerin başında da AK Parti’ye intikal etti ve iktidar yürüyüşünün dayanaklarından birini oluşturdu. Bir kere, AKP’nin kendisi önemli ölçüde liberaldi ve liberal olmaya devam ediyor (esasen bu yüzden, gene sol tarafından uzun süre neo-liberal diye kötülendi, halen de kötülenmekte). İkincisi, gerek sol aydınların bir bölümü, gerekse gerçek liberal aydınlar, siyasal liberalizmin çağdaş demokrasiye malolmuş özgürlük ve demokrasi ilkeleri adına uzun süre AKP’ye omuz verdiler — tam da, FETÖ öncesi orduda mevcut, hiçbir şekilde uydurma olmayan, son derece net darbecilik eğilim ve özlemleri karşısında. Buna karşılık (Kemalizm ile Marksist solculuğu bileştiren) ulusalcılık  ya da sol-milliyetçilik, her zaman AKP’nin tam karşısında yer aldı. Tarihsel saflaşma bu şekilde gelişmişken, şimdi sözünü ettiğim koyu ve katı liberalizm düşmanlığı neyin peşinde koşmakta? AK Parti’nin gerçek tabanına, hangi sahte projeyi yutturmaya ve bu suretle kendi tarihini unutturmaya çalışıyor?

 

Son tahlilde bu, AK Parti saflarına sızmaya çalışan bir ulusalcılık; ya da, 15 Temmuz’un yarattığı endişe ve tedirginliklerden yararlanarak ulusalcılığın itibarını iade etme, AK Parti’yi de gerisin geri ulusalcılık ve ulusalcı militarizm saflarına çekme, ulusalcılıkla sarıp sarmalama, esir alma çabalarının tezahürü. Kökten yanlış ve sakat; neredeyse eksiksiz bir nasyonal sosyalizm imalâtı. Bu meseleye Alper Görmüş dikkat çekmeye başladı son haftalarda. Önce Kemalist subaylar sahnede: Bit pazarına nur yağıyor gözleminde bulundu (7 Eylül). Ardından, doğrudan doğruya AK Parti saflarından yükselmeye başlayan itirazların Hasan Fehmi Kinay’ın 14 Eylül tarihli bir yazısına yansımasından hareketle, Bir “rüzgâr eken fırtına biçer” hikâyesi’ni kaleme aldı (19 Eylül 2016). Hepsine katılıyorum, hepsi çok önemli uyarılar. Dahası, bunun pek böyle gidemiyeceğini; cumhurbaşkanı ve başbakanıyla hükümet ve AK Parti liderliğinin, çok uzak olmayan bir gelecekte, AKP hareketinin asıl tabanının niyet ve özlemleri, AKP’yi bugünlere getiren esas demokratik çizgi ve ana mecra ile bu neo-ulusalcı otoritarizm ve kutuplaşmacılık yapıştırması arasında bir tercih yapmak durumunda kalacağını sanıyorum.   

 

Fakat bunları âdetâ “geçerken” yazdım, yeri geldiği için. Asıl, birkaç yazı boyunca, başlangıçta sözünü ettiğim “devrim sonrası durum”da, AK Parti’nin devleti temizleme ve yenileme çabalarına (bu çabaların kapsamı ve şiddetine, ya da aşırılık olasılığına, “dar çizgi” ve “geniş çizgi” sorunlarına) ışık tutabileceğini düşündüğüm bazı tarihî örnekler üzerinde durmak istiyorum.

 

- Advertisment -