Ana SayfaYazarlarDevrimci şiddet: Nâzım’ın Ali Kemal’e bakışı

Devrimci şiddet: Nâzım’ın Ali Kemal’e bakışı

 

[9-10 Temmuz 2016] Yıldıray Oğur nadir çalışkan, meraklı, namuslu medya emekçilerinden (ismini bilmediklerim affetsin). Bir konuya el attı mı sonuna kadar götürüyor; bulabildiği bütün kaynaklara giriyor; sabırla ve uzun uzadıya işliyor (biraz daha özenli yazabilir ama anlatımı temelde çok iyi); şematize etmeksizin, hayatı bütün girinti çıkıntıları ve çelişkileriyle sergiliyor. Brexit’te en olumsuz rollerden birini oynayan eski Londra belediye başkanı, neo-con Boris Johnson’ın aile geçmişinden yola çıkarak, büyük dedesi Ali Kemal’in yaşamı ve ölümüne eğildiği Çankırı’dan Londra’ya bir Türkiye hikâyesi 1-2-3 dizisi de böyleydi (4-6-8 Temmuz 2016). Gerçi başkaları da yazmıştı geçmiş yıllarda (Can Dündar, Ayşe Hür, Erhan Afyoncu, Murat Bardakçı). Ama Yıldıray Oğur’un derlemesinde daha bir roman tadı vardı. Kopyalayıp sakladım, bir gün yararlanırım diye. Ve bir de, bu “ek” veya dipnotu düşmek ihtiyacını duydum.

 

Nâzım Hikmet, daha önce çok yazdım, kendi çağının çok özel bir tanığı. 1900-1940 arası Türkiye’nin âdetâ sırdaşı. Memleketimi Seviyorum’un daha ikinci satırında “hapishanelerinde yattım” diyor ya; bir yerde bu, koyun koyuna yattım demek gibi bir şey. Kültürel mahremiyetine kimsenin olamıyacağı, görse-bilse dahi ifade edemiyeceği derecede ve şekilde vâkıf. Tabii kendi ideolojisi de var. Pek çok şeyi Marksizm prizmasından süzüyor. Ama o Marksizm büyük bir sosyal ve tarihsel realizmi de içeriyor. Satır aralarındaki “gerçek kahraman kitlelerdir” anlayışı doğrultusunda, sıradan halkı anlattığında, bu realizm doruğa çıkıyor. Hele, ilk şiirleri ile son şiirleri bir yana, arada, hapiste ve gücünün doruğundayken kaleme aldığı Memleketimden İnsan Manzaraları’nda, asla basit bir propagandacı değil demek bile, hakaret düzeyinde hafifsemek olur. Zira karşımızda, muazzam bir sosyal gerçekçilik şaheseri duruyor.

 

Bununla birlikte, Nâzım toplumun derinliklerden satha çıkıp da kamusal alanda bilinen tarihî olaylara dokunduğu, spesifik enstantanelere kendi yorumunu getirmeye giriştiği anda, Marksist devrimciliğin (deyim yerindeyse, zamanının ama zamanından da önce kendi içsdelleştirilmiş “resmî ideoloji”sinin) makro icapları daha fazla devreye giriyor. Bu icaplara, Kemalizme ve Kemalist devrime kefil olmak da dahil. Buraya, Komintern Marksizminin ve eski TKP’nin genel çizgisi doğrultusunda, (i) tarihin yönüne (işçi sınıfı devriminin ve sosyalizmin kaçınılmazlığına) inanç; (ii) 20. yüzyılda, artık bir yanda dünya emperyalizminin ve diğer yanda dünya devriminin yer aldığı teorisi; (iii) başka bir deyişle, devrimin, artık herhangi bir ülkenin (üretici güçlerinin) kendi içsel gelişimi sonucu değil, emperyalist zincirin en zayıf halkasından kırılması biçimini alacağı ve (iv) bu tür devrimlerin sosyalizmle taçlanmasa bile emperyalizme zarar verdiği ölçüde (sürece) desteklenmesi gerektiği önermeleri… yoluyla geliyor. Onun için Kuvayı Milliye Destanı’nı yazıyor; hattâ önce Memleketimden İnsan Manzaraları’nın içine yediriyor ve sonra, ayrı edisyonunda (MİM’de okunmayıp sadece başlığı verilen HİKÂYEİ MUSTAFA SUPHİ VE ARKADAŞLARI gibi) bütün eleştirel imâları dahi çıkarıp her türlü leke ve günahtan arındırılmış ideal bir Millî Mücadele sunmayı yeğliyor. Bu çerçevede, her türlü “devrimci şiddet” ve “cezalandırma gösterisi”ne de sahip çıkıyor. “Haklı savaş” mutlaka “haklı şiddet”i  beraberinde getiriyor.      

 

Ali Kemal’i ve 6 Kasım 1922’de İzmit’te linç edilişini Nâzım’ın nasıl anlattığı neredeyse satırı satırına ezberimdeydi (ve temel deformasyonunun ne olabileceğini az buçuk tahmin ediyordum) da, Yıldıray Oğur’u okuduktan sonra büsbütün ilginç oldu ikisini yanyana koymak. Şunları gördüm: (1) Edebiyatın gücü, en azından ilk ağızda, kurcalamaz ve sorgulamazsanız, gerçek tarihin kuruluğunu ezip geçiyor. Nâzım’ın şiiri, olayı “olduğu gibi” (ne demiş Ranke, wie es eigentlich gewesen) canlandırmıyor; baştan kurguluyor ve kurgularken atlıyor, çıkarıyor, abartıyor, yoğunlaştırıyor; başka bir gerçeklik imal ediyor. (2) Grinin çeşitli tonlarının yerini ak ve kara alıyor. Yukarıda vurguladığım gibi, MİM’de Nâzım’ın genel olarak hayat ve (kendi ifadesiyle) “müşahhas insan” karşısındaki tavrı böyle değil. Belirli tezleri simgeleyen kişiler olmayınca, herşey rengârenk. Kadın erkek hemen herkesin (toplumun çoğunluğunun) doğruları da  var yanlışları da, artıları da var eksileri de, güçlü yanları da var zaafları da. Gelgelelim, işin içine devrim (ya da Gürbüz Özaltınlı’nın deyimiyle “dâvâ”) girince, bir tarafın (“bizim”) olası olumsuzlukları ve öteki tarafın (“onlar”ın veya “düşman”ın) olası olumluluklarının tamamen ayıklandığı bir siyah-beyaz saflaşması vücut buluyor.

 

(3) Bu uğurda Nâzım, anlatımı en güvenilir adamlarından birine, Kartallı Kâzım’a emanet ediyor. Dikkatli okuyucuların bileceği gibi, MİM’i meydana getiren beş kitabından ilk ikisinde, Kartallı Kâzım Nâzım’ın favori “halk komünisti.” Deşifre olmamış bir gizli parti üyesi. Münevver değil; bahçıvan (ve Allaha inanıyor). Cesur ve dürüst. Millî Mücadele’de savaşmış. Şimdi, Haydarpaşa Garı’ndan kalkan 15:45 katarının bir kompartımanındaki tutuklu komünistleri, Halil, Fuat, Süleyman ve Melâhat’ı gidecekleri Anadolu cezaevlerine kadar izlemekte, acaba kaçırabilir miyim diye. Üstelik, “iktisatçı” ve “âlim” diye tarif edilen (belki yüzde 70 Hikmet Kıvılcımlı’yı, yüzde 30 Nâzım’ın kendisini temsil eden) Halil’e kıyasla, daha önce “selâmetlediği” ve “destanını bitirmiş” denen şair Celâl’e (yani sırf adı ve sırf burada geçse, bird aha anılmasa ve ete kemiğe bürünmese de yüzde 100 Nâzım’ın kendisine) öncelik veriyor. Hattâ öyle ki, “Celâl”in şiir yazışını ideal bir yaratıcılık eylemi olarak Kartallı Kâzım’a tasvir ettiriyor, kendini her zaman çok beğenen, hayli narsist diyebileceğimiz Nâzım: her seferinde sanki herif on beş yaşında kız olmuş da / kıvrana kıvrana / kemikleri açılıp çatırdayarak / ağrılar içinde çocuk doğuruyor, / sanki her seferinde dünyayı yaratıyor yeniden. İşte MİM’in birinci ve ikinci kitabında, hayli operatik bir kompozisyonun en güzel, en önemli, en çarpıcı “hava”larını, en kritik bazı aria’larını bu Kartallı Kâzım’ın “ses”ine tahsis ediyor Nâzım: İngiliz ajanı Mansur’u pusu kurup öldürmesi; Birinci Dünya Savaşında kapalı vagonlarla asker sevkiyatı (Memetçik Memet); Selimiye Kışlası’nın avlusunda bir öğleden sonra… Böylece Kâzım’ın bizzat tanık olduğunu söylediği, her ânını tekrar yaşarcasına anlattığı ve müthiş bir gerilimle bize de yaşattığı Ali Kemal ve linç sahnesi, okuyucunun gözünde büsbütün inandırıcılık kazanıyor.

 

(4) Kâzım’ın ve Nâzım’ın Ali Kemal’inde, Yıldıray Oğur’un gene Ali Kemal’in makalelerinden alıntılarla dile getirdiği inceliklere hiç yer yok. Bir problemimiz şu ki, 1918-23 arasının tarihi, hele 1927’den itibaren hep Nutuk’taki karakterizasyon doğrultusunda, yani galiplerin bakış açısından yazılmaya devam ediyor. O dönemin koşulları çerçevesinde, görüyoruz ki Ali Kemal’in trajedisi, Türkiye’deki liberallerin ve liberalizmin genel trajedisinin bir parçası. İttihatçı milliyetçiliği (ya da Türkçülük) ile Büyük Devletler (veya “muasır medeniyet”) arasında sıkışıp kalıyor; ya (Halide Edip gibi) düşe kalka ilkinin kanadı altına girip evcilleştiriliyor, ya da ikincisine sığınıp sonunda eziliyorlar. Evet, Ali Kemal aslen Batı hayranı bir liberal. Bu yüzden, İttihatçıların  keyfîliğine, baskıcılığına, diktatörlüğüne ve Alman taraftarı maceracılığına karşı. Mustafa Kemal’in önderliğinde başlayan Anadolu direnişine de (a) gene maceracı ve yenilgiye mahkûm; (b) ayrıca, kazandığı takdirde gene aynı diktatörlük eğilimlerine gebe… diye karşı çıkıyor. İlkini tarihî olayların seyri yanlışladı; ikincisinin pek de yanlışlandığı söylenemez. Nitekim Ankara’da, Meclis’teki hemen bütün İkinci Grup ve sonra Terakkiperver Fırkacılar, bu endişeyi (veya gerçekleşmekte olduğu korkusunu) paylaşıyor. Ali Kemal bunlardan (ve meselâ eski arkadaşı Yahya Kemal’den), (i) Anadolu’ya geçmeyip İstanbul’da kalmışlığı; (ii) işgalin suç ortağı durumuna düşmüşlüğü; (iii) Millî Mücadeleye cepheden karşı çıkmış, hattâ Mustafa Kemal’in idamını istemişliği gibi boyutların biri, ikisi veya hepsiyle ayrılıyor. Gerçi tereddütleri hep var. Ankaracılar kazanırsa kendisinin haksız konuma düşeceğini görüyor ve söylüyor. Sonunda da bu oluyor ve zaferi kutluyor; hatâsını  son anda, ister istemez kabul ediyor. Fakat önceden öyle aşırı uçlara gitmiş ki, yetmiyor ve yetmez de. Öte yandan Nâzım’ın devrimci, anti-emperyalist dramatizasyonu, Ali Kemal’in liberal çıkış noktasını da, korku ve kaygılarını da tamamen siliyor; 2000’lerin başlarında bir ara tekrar canlandırılan “Mütareke basını” şablonu uyarınca, kestirmeden Gazete muharriri. / İngiliz’den para alır. / Adamıydı Halifenin. / Gözlüklü, / şişman. / Kan damlardı kaleminden, / fakat murdar, / fakat pis bir kan diye betimliyor. Burada Sultanın bile değil, Halifenin adamı nitelemesi özellikle ilginç. Nâzım’ın (üvey oğlu) Memet Fuat’a mektuplarında Reşat Nuri’in en çok Yeşil Gece’sini kuvvet ve hararetle tavsiye ettiğini unutmayalım. Monarşi haydi neyse de; din ve “irtica” o dönemin hem Marksist hem Kemalist cumhuriyetçileri için en korkunç gericilik, en affedilmez günah niteliği taşıyor.  

 

(5) Kâzım ve Nâzım için, Ali Kemal’in İstanbul’dan kaçırılması (1920’deki Akbaş Cephaneliği baskını gibi) başlıbaşına bir kahramanlık ve iftihar konusu: İstanbul’dan kaldırıldı herif / güpegündüz / berberden, / Beyoğlu’nda traş olurken. / 338’de… / (…) / Ali Kemal’i çalıp getirdiler İngiliz’in mavi gözünden. (6) Fakat destanlaştırmanın tarihî gerçeklikten en büyük farkı, bundan sonraki aşamada başgösteriyor. Yıldıray Oğur’un aktardığı kaynaklarda, linçin perde arkası çok açık. Tam bir derin devlet operasyonu. Halkın birikmiş öfkesinin spontane bbir kitle hareketi şeklinde patlak vermesi — yok böyle bir şey. Ali Kemal kıyıya çıkarılıp kolordu karargâhına getirildiğinde, herşey normal ve sâkin. Bizzat Nurettin Paşa, karargâh subaylarından Rahmi Apak’a, “Şimdi sokaktan birkaç yüz kişiyi büyük kapının önünde toplat. Kapıdan çıkarken Ali Kemal’i öldürsünler, linç etsinler!” talimatını veriyor; Rahmi de kendisi yapmak istemediğinden Yüzbaşı (Kel) Sait’i paşanın yanına gönderip sorumluluğu ona yıkıyor, emri onun tebellüğ etmesini sağlıyor.  

 

Hele bir komünist olarak Nâzım Hikmet’in, devletin bu işleri nasıl örgütlediğini çok iyi bilmesi; Rahmi Apak’ın veya Yahya Kemal’in anıları MİM’i yazdığı 1941 yılında yayınlanmamış olsa da belirli bir kuşku payı bırakması gerekir. Genel teorik çerçevesi yetmiyorsa, bunu ona İttihatçılara ve Teşkilât-ı Mahsusa’ya dair (1915’teki Ermeni tehciri ve katliamlarını da içine alan) bilgileri söylüyor; “Hikâyei Mustafa Suphi ve Arkadaşları” (ya da “onbeşler” hakkında başka yerlerde yazdıkları, örneğin Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim romanındaki kendi cümleleri [Burada bir Yahya Kâhya var, kayıkçılar kâhyası, it mi, it. Topal Osman’ın adamı]) söylüyor; aynı Nurettin Paşa’nın daha iki ay önce İzmir’in kurtuluşu sırasında yaptıkları (10 Eylül 1922’de İzmir metropoliti Hrisostomos Kalafatis’i tamı tamına aynı yöntemle linç ettirişi) söylüyor; 1930’ların Trakya olayları söylüyor; 1938’de bizzat yaşadıkları söylüyor. Söylemesi gerekir. Fakat çok tuhaf; bir karşı-devrimcinin cezalandırılması söz konusu olunca herşey değişiyor ve bütün bunlar unutuluveriyor. Kâzım/Nâzım alabildiğine naïf ve inançlı kesiliyor; derin devlet karanlığının yerini, tipik bir aşağıdancılık idealizasyonu alıyor. 1917’nin (eski takvimle) 25 Ekim veya (yeni takvimle) 7 Kasım’ında, aslında toplam iki kişinin ölmesi ve 18 kişinin tutuklanması, Bolşeviklerin de  neredeyse terkedilmiş bir Kışlık Saraya hemen hiç direnişle karşılaşmaksızın girmesi, buna karşılık “Büyük Ekim Sosyalist Devrimi”nin üç yıl sonra, 1920’de yeniden sahnelenmesinde yüzbinlerce figüranın rol alması ve Eisenstein’ın da Oktiyabr veya Dünyayı Sarsan On Gün’ünün ham malzemesini bu çekimlerden sağlaması gibi, Nâzım da “olanı değil olması gerekeni” göstermeyi amaçlayan Sosyalist Realizm ilkeleri doğrultusunda, bize alabildiğine bilinçli bir İzmit halkı, muazzam bir kitle, kendiliğinden başlayan bir eylem, tamamen birleşik ve homojen bir popüler irade sunuyor: Burda “Geliyor” diye bir şayia çıktı / altı yedi saat önce. / İskeleye yığıldı millet. / Belki İzmit halkının dörtte üçü, / kadınlara varıncaya kadar. / (…) / Konağın önü / meydan / sokaklar / adam almıyor. Bu birikimi, hainlere karşı zaptedilmez bir öfke seli izliyor: Kaynıyor karınca gibi İzmit halkı. / Fakat öfkeli / fakat merhametsiz. / Çoğu da gülüyor, / bayram yeri gibi İzmit şehri. Rahmi Apak’ta geçen (ve önceki hazırlığa delâlet eden) arkadan uzun bir bıçak saplama gibi ayrıntılar mevcut değil. Taş, odun ve çürük sebze. Muhafızları bıraktı Ali Kemal’i. / Ahali kara bulut gibi çullandı üzerine / alaşağı ettiler. / Orda yerde yaptılar ne yaptılarsa. Şair vahşeti doyasıya aktarıyor ve ölü bedenini de (hakim sınıflardan bir alçağın olması gerektiği veçhile) pelte gibi tombul, beyaz diye betimliyor. Sonra sol bacağına ip bağlayıp kafası taşlara çarpa çarpa sokaklarda sürüyorlar ve Kâzım/Nâzım bu acımasızlığa hak vermeye devam ediyor: İbret alınacak hal. / Halkı kızdırmaya gelmez. / Bir sabreder iki sabreder; / her ne ise… / Böylece dolaştı İzmit şehrini Ali Kemal. 
 

(6) Nâzım esas öyküsünü Ali Kemal’in eşyalarının daha sonra müzayede edilmesiyle bitiriyor. Başka bir deyişle, Kâzım’ın ağzından “haklı şiddet” anlatımı bu noktada son buluyor. Buraya kadar, ikirciksiz bir onaylayış söz konusu. Ne tuhaf; 6 Kasım 1922’de Ali Kemal’e yapılanlar, topu topu bir buçuk yıl önce Trabzon’da Mustafa Suphi’lere yapılanların karbon kopyası gibi. TÜSTAV’ın çıkardığı TKP MK 1920-1921 Dönüş Belgeleri – 2 kitabında, Komintern Arşivi’nden edinilmiş bir belgeye yer verilmekte. Buna göre, 28 Ocak 1921’de, deniyor, Kayıkçılar Kâhyası Yahya (Kaptan) sağdan soldan on kadar hammal, on onbeş sepetli hammal çocuk, beş altı tane de rençber topladı. Tellâl çıkarıldı; ahali gelen kafileye hakarete, tükürmeye, çamurlarda yuvarlamaya teşvik edildi. Mustafa Suphi konuşurken arkadan birisi tekme attı ve çamurların içine yuvarladı. Hammallar derhal taarruz edip dövdüler, çamur attılar, yüzüne tükürdüler ve zorla motora bindirdiler. Artık arabadan inmiş olan diğer arkadaşları da aynı şekilde, dövülerek ve yüzlerine tükürülerek motora bindirildi. Yahya = Kel Sait; Trabzon’un hammalları = Nurettin Paşa’nın İzmit’te sokaktan devşirilmesini emrettiği “birkaç yüz kişi”; arkadan tekme = yüzüne taş; taarruz edip dövmek = üzerine çullanıp alaşağı etmek… Ne fark var arada? Sonuçta, ikisi de Kemalist hegemonyanın rakip tanımazlığının kâh o yana kâh bu yana vuran tezahürleri. Nâzım ilkine gerici bir komplo, ikincisine ise halkın haklı öfkesi diye bakıyor. Tersi olamaz mı; yani meselâ Kemalist merkezden veya daha sağından konuşan bir yorumcu, Ali Kemal gibi Suphi’lerin linç edilişini de halkın haklı öfkesi diye yorumlayamaz mı? (Nâzım’ın artık yurtdışında yaşadığı döneme sıçrayalım. Demokrat Parti iktidarında Özel Harp Dairesi’nin düzenlediği 6-7 Eylül 1955 pogrom’una da bir kitle hareketi, halkın gayrimüslim bir komprador burjuvazinin kalıntılarına karşı haklı ve spontane öfkesi diye bakılamaz mı?) 

     

1941’de Bursa hapishanesinde yatan ve yazan Nâzım Hikmet, bu olasılıkları pek aklına getirmemiş gibi. Rahmi Apak ve Yahya Kemal, Ali Kemal’in linç edilmesinin gerek İsmet Paşa’da, gerekse Mustafa Kemal’de uyandırdığı (ama ikisinin de bastırdığı) rahatsızlığı şu veya bu şekilde dile getiriyor. Nâzım’ın böyle retrospektif bir hicap da pek umurunda değil. Onun Komünist intikamcılığı ve cezalandırıcılığı, Kemalizmin ana mecrasının intikamcılığı ve cezalandırıcılığını dahi aşıyor mu acaba? İşçi sınıfı devrimciliğinin burjuva devrimciliğinden daha radikal ve tutarlı olma iddiası böyle mi tezahür ediyor? Kâzım niçin, “Gebze’deki İngiliz yüzbaşısının tercümanı” Mansur’u önce beş kurşunla vurup sonra “işini bıçakla bitirdiği” zamanki kadar bile (Herif namussuzun biriydi, / muhakkak. / Düşmana satılmıştı, / orası öyle. / (…) / Ama ne de olsa / mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu) bir üzüntü duymuyor?

 

İlginçtir; belki çok da içi rahat değil Nâzım’ın — fakat tedirginliğini (eğer varsa) Kâzım’dan alıp başka bir “ses”e, “Tatar yüzlü adam” tipine aktarıyor. Tatar yüzlü adam Çanakkale’nin sessiz ve mütehammil kahramanlarından. Devrimcilikle de, komünistlikle de bir ilgisi yok. Leninizm açısından, öncüyü değil sıradan halkı temsil ediyor. Halen Merinos fabrikasında bekçi. Ve bilinç düzeyi de bu memur – küçük burjuva konumuna uygun.  Devlete çok güveniyor ve itaat ediyor; Çanakkale’de yaralanıp bütün çektiklerinden sonra (tertemiz, elektrikli, asrî) Haydarpaşa hastanesine yatırıldığı anda “devlete dua ettim ossaat” diyor (ve öyküsünü dinlemiş bulunan komünist sempatizanı Üniversiteli tarafından “ne yazık, ne çabuk affediyorlar” diye içten içe kınanıyor). Ama işte bu Tatar yüzlü adama düşüyor, Kartallı Kâzım’i dinledikten sonra İzmitlileri eleştirmek:  Herifin suçu vardıysa / devlet verir cezasını / hükümet asar. / Herifi parçalamak / devlete karşı koymak demek. Kuşkusuz böyle bir fikir de var toplumda. Jakoben ihtilâlci değil, daha kanun ve nizam yanlısı bir düşünce. Yahya Kemal’in Portreler’inde bunu, Nurettin Paşa’ya karşı Rıza Nur öfkeyle savunuyor. Nâzım ise bir taşla iki kuş vuruyor gibi. Hem (sonradan aklına gelmişçesine) linçle arasına bir mesafe koyuyor. Hem de bunu Kartallı Kâzım değil Tatar yüzlü adam üzerinden yapmak suretiyle, kendisinin tam nerede durduğu konusunda, en azından bir belirsizlik yaratıyor.

 

Benim gözlemlerim aşağı yukarı bu şekilde. Daha fazla araya girmeksizin, şimdi sizleri, Nâzım’dan bu bölümün tamamıyla başbaşa bırakıyorum (Memleketimden İnsan Manzaraları (baskıya hazırlayan: Memet Fuat); de yayınevi, Mart 1971 (90-94) ve Adam Yayınevi, Haziran 1995 (92-95)).

 

                                                              *          *          *

 Kartallı Kâzım 
 köprünün orda bir ağacı gösterdi Tatar yüzlü adama: 
 “— Şu köprünün dibindeki ağaç yok mu? 
       Ard ayakları üstüne kalkmış 
                                               hayvana benzeyen ağaç? 
       Şu, soldaki, 
            koskocaman. 
       Bak. 
       Dalları köprüyü aşan. 
       O dallara astılar ölüsünü Ali Kemal’in. 
       İstanbul’dan kaldırıldı herif 
                                    güpegündüz 
                                    berberden, 
                                    Beyoğlu’nda tıraş olurken. 
                                               338’de…” 
 “— Kim bu Ali Kemal?” 
 “— Gazete muharriri. 
        İngiliz’den para alır. 
        Adamıydı Halifenin. 
        Gözlüklü, 
                        şişman. 
        Kan damlardı kaleminden, 
                                    fakat murdar, 
                                               fakat pis bir kan. 
        Gün olur daha derin, 
                        daha geniş yara açar 
                                    kalemin düşmanlığı
                                               mavzerin düşmanlığından.”
 “— İzmit bizde miydi o zaman?” 
 “— Yeni girmiştik. 
        İngilizler İstanbul’daydı daha. 
        Ali Kemal’i çalıp getirdiler İngiliz’in mavi gözünden. 
        Burda “Geliyor” diye bir şayia çıktı 
                                                           altı yedi saat önce. 
        İskeleye yığıldı millet. 
        Belki İzmit halkının dörtte üçü, 
                                               kadınlara varıncaya kadar. 
        Ben Ulu Caminin ordan bakıyorum 
                                               gözümde dürbün. 
        Göründü karşıdan motor nihayet, 
                                               bata çıka geliyor. 
        Koştum aşağıya. 
        Ben iskeleye inmeden 
                        çıkarmışlar Ali Kemal’i motordan. 
        Şurda 
            tepede 
                        Saray meydanında hükümet konağı var 
                                                           kolordu dairesi, 
                                                           oraya götürdüler. 
        Konağın önü 
                        meydan 
                                    sokaklar 
                                               adam almıyor. 
        Kaynıyor karınca gibi İzmit halkı. 
        Fakat öfkeli 
                        fakat merhametsiz. 
        Çoğu da gülüyor, 
                 &nbs

- Advertisment -