Ana SayfaYazarlarDört konu, dört mücadele alanı

Dört konu, dört mücadele alanı

[6 Ağustos 2016] Sizi bilmem; ben biraz ambale olmuş durumdayım, her türlü bilgi ve karşı-bilgi, fikir ve karşı-fikir, ifade, itiraf, ayrıntı, açıklama, suçlama, tutuklama, görevden alma, fotoğraf, video ve soru-cevap akışından.  Ya başka herşeyi bırakıp sırf buna yoğunlaşacak; meselâ 15-16 Temmuz gecesi tamı tamına ne olduğunu adım adım kurgulamaya, darbenin “bir numara”sını bulmaya veya kağıt üzerinde Gülenci örgütün eksiksiz şemasını çıkarmaya kendinizi kaptıracak; dolayısıyla neredeyse ekran karşısından ayrılmayacak ve geometrik hızla büyüyen bir malzeme yığının üstesinden gelmeye kalkacaksınız.

 

Ki hiç bana göre değil. Ne meraklarımın çokluğuna uyuyor, ne daha çok fikirlere ve fikir mücadelesine dönük olmama. Üstelik Olimpiyatlar da başladı ve Tuncer Köseoğlu’na söz vermiş bulundum, 2012 Londra’yı Taraf’ta verebildiğimiz kadar olmasa bile, 2016 Rio’yu da ufak ufak yazmaya (dört yıl olmuş, inanamıyorum, zaman nasıl geçti ve bütün siyasi mevzilenmeler kaç kere değişti bu dört yılda). Sonuçta, cümlenizi “ya da” alternatifine dönerek tamamlayacaksınız ister istemez; biraz geri çekilecek ve güncellikle aranıza mesafe koyacak, kuş bakışı birkaç ana meseleye odaklanacaksınız.

 

Başlıca dört konu görüyorum böyle yaptığımda. Hepsi, ülke içi ve dışında büyük tartışma konusu. Başka bir deyişle, dış kuşatma tam da bu dört başlıkta düğümleniyor. Şüphecilerin, dudak bükenlerin, Türkiye’nin yaşadıklarına istihfaf ve istihzayla bakanların ağzından özetlemeyi denersem: (1) Böyle örgüt mü olurmuş? Neymiş ki bu Fethullahçılar? İn miymiş, cin miymiş, AKP’nin durup dururken icat ettiği bir günah keçisi miymiş? Nasıl olur da ordu dahil her yere böyle sızabilirlermiş? Kimine göre, ne kadar saçmaymış, kendini eğitime adamış böyle tertemiz bir Hizmet hareketinin, şiddetle en ufak bir ilgisi olabileceğini düşünmek! Kimi de bakıyor, bakıyor ama bu darbe girişiminin FETÖ’den kaynaklandığına dair hiçbir ipucu göremiyormuş. New York Times da aynı fikirdeymiş; nasıl olur da bu halim selim din adamı Türkiye’ye ve (tabii, ona ne şüphe) işkenceye teslim edilirmiş! 

 

Esasen (2) böyle darbe mi olurmuş? Oysa biz ne darbeler gördük, ehem; onlara kıyasla küçük, zayıf, önemsiz bir darbeymiş şimdi yaşadığımız (Oktay Rifat havasında okuyun: Yooo fare / Olmaz fare / Şunun şurasında minnacık bir kapan bu / Ne tank / Ne top / Ne teyyare). Zaten efendim, darbe dediğin başarılı olmasından anlaşılırmış. Böyle başarısız kalırsa, daha baştan tiyatro veya danışıklı dövüş demekmiş. Ya da en azından, hükümetin daha ilk saatlerde bakıp, bunu nasıl olsa yeneceklerine hükmedip, o zaman bırakalım yapsınlar da zaferimiz daha büyük olsun demiş (bu kadar riskli bir kumar oynayabilmiş) olması gerekirmiş. Halk, demokrasi ve direniş mi dediniz? Yok canım, (3) böyle halk mı olurmuş; böyle direniş mi olurmuş; böyle demokrasi mücadelesi mi olurmuş? Bunlar halk sayılmazmış bir kere; en kötü ihtimalle dinci, faşist gericiler, ya da en iyi ihtimalle kendi partileri ve liderlerine sahip çıkmaktan başka bir bilinç taşımayan AKP seçmenleriymiş. Demokrat değillermiş ki demokrasiyi savunmuş olsunlar; zaten ezan, salâ ve tekbirlerle sokağa dökülmeleri, ne oldukları ve ne yapabileceklerini yansıtıyormuş. Pek bir şey de yapmamışlar darbeye karşı koymak adına; bir yoruma göre, her şey olup bittikten, askerî müdahale yenilgiye uğratıldıktan sonra ortaya çıkmışlar. Bir başka yoruma göre, tankların önüne atılmak çok da matah bir şey değilmiş; alt tarafı, biraz eğitim gördükten sonra kolayca yapılabilecek bir simülasyondan ibaretmiş. Özetle, Tiananmen’de tek başına dikilen o Çinli (ya da PKK’nın kahraman gerillaları?) çok kıymetliymiş ama İstanbul ve Ankara’nın üstelik de silâhsız insanlarının hiç öyle destansı, romanlaştırılabilecek, şiirleştirilebilecek, filmi yapılmaya değecek bir mücadelesi gözlenmemiş.

 

Dolayısıyla şimdi, özgürlük adına hiçbir şeyin kazanılmadığını o küçücük kafalarımızla da olsa idrak etmemiz gereken bu fırtınalı günlerin ardından (4) bizi eskisinden daha büyük felâketler bekliyormuş. Darbenin kendisi tiyatro olsun veya olmasın, ne farkedermiş; bir tür “Reichstag yangını”ymış alt tarafı; nasıl, Hollandalı anarşist-komünist Van Der Lubbe’nin Alman parlamentosunu kundaklamasından Naziler her türlü muhalefet kalıntısını ezmek için yararlandıysa, Hitler’in bizdeki karşılığı olan Erdoğan da aynı şeyi yapacak, demokrasinin bütün kırıntılarını yokedecek, kişisel diktatörlüğünü tırmandıracak , bütün ülkeyi koyu karanlığa sürükleyecek ve (elli yıl değilse de) en az yirmi yıl geri götürecekmiş. (Bari darbe böyle yarım yamalak olacağına hiç olmasaymış, ya da tam olsa ve en azından şu Erdoğan’ı bir şekilde sahneden silebilseymiş.)

 

Abartıyor muyum sanıyorsunuz? Yukarıdaki ifadelerin hemen hepsini, son üç haftanın iç ve dış basınından, sosyal medyasından, Batı gazeteleri ve televizyonlarından tek tek bulup gösterebilirim size. Ama isimler değil fikirler üzerinde duracak; tekrar ve tekrar ve gene tekrar pahasına, bu dört noktaya ben de kendimce, ayrı ayrı yazılarla cevap vereceğim.

 

- Advertisment -