Ana SayfaYazarlarDubara atmak da mümkünken

Dubara atmak da mümkünken

 

[19 Ocak 2019] Yargının siyaset tarafından araçsallaştırılmasının, hattâ bu araçsallaştırmanın bir de teorisinin yapılmasının, 20. yüzyılın ilk yarısındaki öncü ve örnekleri üzerinde duruyordum.

 

Nazi ve Sovyet hukukçularını yazmak, beni hem o korkunç dünyaya geri götürdü. Hem de yeni bazı fikirlerin ipuçlarını sunuyor.

 

Sırayla. İlkin “dubara atmak da mümkünken…” diye mırıldandım kendi kendime. Bu da Nâzım’dan, Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan bir kırıntı. Tamamı nasıldı acaba? Asrî Yusuf diye biri olmalı; bu Asrî Yusuf’un “o günlerde” yaşamamamışlıkla ilgili sevinci söz konusu olmalı.

 

Evet. Aradım, buldum. Yıl tabii 1941. Bursa hapishanesinin avlusunda on iki dükkân. Hep söyledim; MİM’in benzersizliği, Nâzım’ın 1900-1940 arasının kültürel mahremiyetine vukufunda düğümleniyor. Alıp bizi sokuyor o dükkânların ve zanaatkârların iç dünyasına. Bir Bakkal Sefer var, eski 31 Martçı. Çopur İhsan Bey ile aynacı Yusuf (ya da Asrî Yusuf), onu kızdırmak için eski bir gazete bulup okutturuyorlar. 10 Rebiülahır 1327 [yani 1 Mayıs 1909 Cumartesi] tarihli. İçinde Abdülhamit’in tahttan indirilişi, serveti, Hareket Ordusu’nun bütün İstanbul’da coşkuyla karşılanması, sonra Adana Ermeni katliamı vb anlatılıyor.

 

Beklediklerinin aksine, kızmıyor Bakkal Sefer. Fakat bu arada hepsi zaman tüneline girmiş gibi oluyor. Bir yerde bunalıyor ve fırlatıyorlar gazeteyi. İşte orada Asrî Yusuf: / “Of be!” dedi, / “Ne de olsa epeyce yürümüşüz…” / Çıkardı şapkasını. / “Hay anasını, ne zamanlarmış,” diye düşündü, / “dünyaya biraz geç gelmişiz, şükür!” / Bir kumarbaz sevinci duydu: dubara atmak da mümkünken / atmamış olmanın sevinci. 1909-1941. Hepi topu otuz iki, otuz üç yıl.

 

Demek, firavunlar çağında Nil’in binlerce yıl hep aynı akmasına (ama vitrinin arkasına, şimdiki izleyicilerin gölgesinin düşmesine) karşılık, modern çağda bu kadarı yeterli, insanların büyük bir değişimi algılamalarına. Benim aile tarihim de aynı İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş eşiğinin üzerine oturuyor. Nâzım bu satırları yazdıktan beş altı yıl sonra doğmuşum (1947). İzmir’deki evimizde, aşağı orta sınıfın mütevazi ölçüleri içinde de olsa, kültürel değerleri itibariyle alla franca bir yaşam tarzı hâkim. Banyo, mutfak, giyim kuşam, yatak odaları, günlük hayat… El öpmek öptürmek diye bir şey yok. Herkes herkese sen diyor. Ailenin çoğu, dedem Halil Namık Beyden başlayarak, ya agnostik ya ateist. Sonraları anlıyorum ki annemin var bir inancı, ancak babamla sürtüşmemek için derinlerde saklıyor. Babaannem Ülfet Hanım, bir yandan odasına çekilerek başını örtüp Kuran’ını da okuyor, namazını da kılıyor. Diğer yandan, herkesten militan bir laik. Pencerelerimizin baktığı Cumhuriyet Meydanı ve Atatürk heykelinden bir çarşaflı kadın geçse, esip köpürüyor yobazlık konusunda. Ama aynı zamanda, 1946-50 seçimlerinde DP’ye oy vermesi ve bunu da cümle âleme ilân etmesi yüzünden, bütün Alsancak’ta Demokrat Abla diye tanınıyor. Kasaba gönderiliyorum bir kilo yağsız kıyma almaya. “İki defa çeksin; Demokrat Abla istedi demeyi unutma.”

 

Neden sonra, geriye bakıp hatırladım ve düşündüm: Bizimkiler 1897-1900 Girit muhaciri. 1896 ayaklanması ve sarsıntıları içinde, bazılarının şahsen bulaştığı şiddetin olası sonuçlarından, misillemelerinden kaçıyorlar. Peki, Girit’te, adanın güney taşrasından, Ano Vianos ve Kato Vianos köylerinden Kandiye/İraklion’a sığındıklarında nasıl yaşıyorlardı acaba? İzmir’e geldiklerinde, babamın 1921’de Tilkilik’te doğduğu evde nasıl yaşıyorlardı? Dedemin bir ara müdür yardımcılığını yaptığı İzmit Kağıt Fabrikası lojmanlarında nasıl yaşıyorlardı? 1940’ta Paris’in düşüşünü hemen caddenin karşı tarafında oturan Alman konsolosluk görevlileri terasta kutlarken, Topağacı’ndaki dairede nasıl yaşıyorlardı? Batılılaşma (alafrangalaşma) dönüşümü 1900-1950 arasının neresinde, hangi dönemeçlerinde hayatlarının dokusunu oluşturmuştu?

 

Zaman bir yönüyle ne kadar hızlı, bir yönüyle ne kadar yavaş! Nazizmi düşünün. 1933-45 arasında pençesine düşenler için, her türlü tasavvurun fevkinde, âdetâ bitmek bilmez bir cehennem. Keza Mussolini. Keza Stalin. Gerçi hepsi insanlık tarihinde birer nokta. Ama bir de içinde yaşayanlara sorun. Dubara atmak da mümkünken atmamak, insan hayatları açısından ne çok şey farkettiriyor! 

 

Freisler, Vyshinsky ve bütün çağrışımları, olanca envanterleri, temsil ettikleri her şey, önceleri ve sonraları, selefleri ve olası mirasçıları karşısında Asrî Yusuf’a benzer şeyler duyuyorum.      

 

- Advertisment -