Ana SayfaYazarlarHaydarpaşa Garı’nın büfesinde bahar; Nuri Cemil’lerin gönlünde kaç aslan yatar?

Haydarpaşa Garı’nın büfesinde bahar; Nuri Cemil’lerin gönlünde kaç aslan yatar?

 

[22-23 Aralık 2018] Benim için en zoru başlamak. İlk cümleyi bulabilirsem, gerisi geliyor bir şekilde. Bir Cumartesi sabahı, Carl Schmitt kadar ünlü olmayan diğer Nazi hukukçularına, teori değil daha çok uygulama adamı olan Otto Thierack ve Roland Freisler gibi ahlâksız, salt emir kulu yargıçlara nasıl bir giriş yapabileceğimi düşünürken, birkaç mısranın çağrısıyla Nâzım’a dönüyorum. O da beni tuhaf yerlere götürüyor.

 

                                                             *          *          *

 

Liderler, çevreler, yükselişler. Belki bütün rejimlerin ortak öyküsü. En üst kademede, geleceğin “büyük adam”ları olmaya adaylar arasından kim, karargâhını, özel maiyetini, iktidarının en güvenilir iç halkasını  nerelerden devşirecek? Madalyonun diğer yüzünde, bir aşağısındaki müstakbel yardakçılar kademesinden kim, şu veya bu fırsatı herkesten daha erken sezecek; hangi yükselen yıldızın eteğine yapışacak ve onunla tırmanmayı deneyecek? Tabii aslında, böyle bir dizi rakip ve ekip olabilir, yeterince gerilere gittiğimizde. Ama bir ân gelecek; tarih kaybeden, korkup (mümkünse) yarıştan çekilen, ya da vurulup yol kenarına düşenleri değil, daha çok kazananları dillendirecek. Lâkin bu da mutlak değil. Bir dönemin galipleri ez kaza mağluplara dönüşürse… Objektif gerçekler gibi sübjektif değerlendirmeler de altüst olacak. O zaman tarihçiler, düşen veya modası geçene de, onunla birlikte çıkan ve inen ikincil aktörlere de özel bir ilgiyle eğilecek. Bir zamanlar yazılması mümkün olmayan, cesaret edilemeyen şeyler yazılır olacak.

 

Bu serüvenin hem biraz mükerrer, döngüsel bir yanı var, hem de koşullar değiştikçe çağdan çağa yenilenen bir boyutu. Görece uzak geçmişin hanedan devletlerinde farklı; 19. yüzyıldan bu yana gelişen parlamenter demokrasilerde farklı; güzel ve korkunç çağımızın diktatörlüklerinde gene farklı cereyan eder. Yüzyıllar boyu, bir tarafta veliaht prens ve şehzadelerin — belki geleceğin kral veya sultanlarının — işi de zor gerçekten. O daracık saray çevreleri ve oldukça kapalı hayatları içinde, kimi tanıyabilir, kime itimad edebilirler? Diğer tarafta,  olası bütün kurmaylar, danışmanlar, emir subayları, yüksek ulema veya kilise mensupları, bürokrasinin alt kademeleri, ya da avam halkın saflarından fışkıran yetenekli oportünistler içinden, hükümdara giden yolu binbir kaza ve tesadüf sonucu kimler bulup “kapısı halkı”na intisap edebilir? Her nasılsa oluşuyor, böyle buluşmalar. Fakat daima kırılgan ve tehlikeli. Çünkü “O” size güvenebilir (veya güveniyor gibi yapabilir) ama siz, aşağıdan gelenler, ne kadar önünde diz çöker ve biat ederseniz edin, asla yüzde yüz güvenemezsiniz, mutlak iktidarın mutlak surette yozlaştırdıklarına.

 

Doğudan ve Batıdan birkaç örnek. (a) 12. yüzyılda küçük soylu ve mülk sahiplerinin saflarından gelen Thomas Becket diye birinin yeteneği, İngiltere kralı II. Henry’nin dikkatini çekiyor. Kral bu işbilir genci maliyesini çekip çevirsin diye önce şansölyesi yapıyor.  Becket kralın dostluğunu da kazanıyor. Sonra Canterbury başpiskoposluğuna atanıyor.  Derken kral ile kilise arasındaki mücadelede kilisenin imtiyazları ve dokunulmazlığı konusunda direnince, ipler kopuyor. Arkadaşlık filân kalmıyor. Becket 1164’te Fransa’ya kaçıp ancak 1170’te dönüyor. Sulh olmuş gibiler. Ama daha dönerken dahi üç kral taraftarını aforoz etme kararı, o sırada Normandiya’da bulunan II. Henry’yi o kadar öfkelendiriyor ki, rivayete göre, kendini tutamayıp herkesin önünde “Yok mu beni bu kavgacı papazdan kurtaracak?” (Will no one rid me of this turbulent priest?) cümlesini sarfediyor. Doğrudan emretmiyor gerçi. Ama vaziyetten vazife çıkaran dört şövalye derhal atlayıp Calais’den gemiyle Manş’ı geçerek Canterbury’ye koşturuyor ve katedralinde dua ederken yakaladıkları Becket’ı oracıkta kılıçlarıyla doğrayıveriyor.

 

(b) 16. yüzyılda gene İngiltere kralı VIII. Henry ile Thomas More’un ilişkisi de benzer bir seyir izliyor. Oxford “medrese”sinde çok sıkı bir Klasikler öğrenimi gören More, saray çevrelerinde hızla yükseliyor, krala çok yaklaşıyor, güvenini kazanıyor, Becket gibi o da şansölyeliğe getiriliyor (yeni adıyla Lord Yüksek Şansölye oluyor). Protestanlığa şiddetle karşı; 1529-32 arasında görevdeyken bu  “sapkın”ları olabildiğince ezmeye kalkıyor, “heretik” kitap satanlar dahi diri diri yakılabiliyor. Bir yere kadar, kralın desteği hep arkasında. Ancak VIII. Henry’nin Papalık otoritesinden kopma kararlılığı yüzünden araları hızla açılıyor. Thomas More, Henry’nin Aragon prensesi Catherine’i boşamasını da, Anne Boleyn’le evlenmesini de onaylamayı reddediyor. Anne Boleyn’in İngiltere Kraliçesi olarak taç giyme törenine katılmıyor. Kralın yeni ve Roma’dan bağımsız İngiltere (Anglikan) Kilisesinin başı olduğu anlamına gelen Kralın Üstünlüğü Yemini’ni (Oath of Supremacy) de etmiyor.  Sonunda, o sırada kralın danışmanları arasında öne çıkmış bulunan Thomas Cromwell’in icat ve imal ettiği sahte deliller temelinde krala hıyanetle suçlanıyor.  6 Temmuz 1535’te kafası kesilmek suretiyle idam ediliyor.

 

(c) Gene VIII. Henry’nin önce yanına aldığı, sonra ezdiği kurbanlarından biri de, şimdi sözünü ettiğim Thomas Cromwell’in ta kendisi. Tamamen halktan gelme biri. Genç yaşta evden kaçıyor. Fransa, İtalya ve Hollanda’da serseri geziyor. Paralı askerlik yapıyor. Bankacılık ve ticaret işlerine giriyor. Bir yığın dil öğreniyor. İngiltere’ye dönüyor ve iş hayatında yükseliyor. Avukat oluyor. Parlamentoya giriyor. Kardinal ve Lord Şansölye Thomas Wolsey’e “kapı”lanıyor. Tırmanıyor da tırmanıyor. Kralcı ve Protestan; Papalık savunucularına toptan karşı. Çok da iyi bir örgütçü ve entrikacı. Efendilerinin istediği her şeye bir kılıf bulabiliyor. Tam VIII. Henry’nin aradığı adam. Şansölyelikte Wolsey’i Thomas More, (düşüşü ve idamına önayak olduğu) More’u da kısa bir aradan sonra Cromwell izliyor. VIII. Henry’nin Aragonlu Catherine’le evliliğinin iptalinde, dolayısıyla Anne Boleyn’le evlenebilmesinde, derken Anne Boleyn’in de gözden düşürülmesinde, idamında ve kralın bu sefer Jane Seymour ile evlenebilmesinde başrolü oynuyor.  Bol bol ödüllendiriliyor; sırasıyla Baş Danışman (Chief Councillor), Birinci Sekreter (First Secretary), Mühürdar (Lord Privy Seal) ve Baş Mabeyinci (Lord Chamberlain) oluyor. Asalet ünvanları alıyor (Wimbledon Baronu, Essex Earlü). Derken şansı dönüyor. Jane’in ölümünden sonra kralı tek bir Holbein tablosu gösterip beğendirerek evlendirdiği Cleves prensesi Anne’den, yüzyüze geldiklerinde VIII. Henry hiç hazzetmiyor. O kadar ki, nikâh kıyıldıktan sonra kocalık görevini dahi ifa etmeyecek. Aynı zamanda, Anglikan Kilisesi’nin doktrin açısından Protestanlaştırılmasında Cromwell’in fazla ileri gittiğini düşünmeye başlıyor. Belki de sadece o kadar yükselmiş ve güç toplamış olması göze batıyor Thomas Cromwell’in. Tutuklanıyor ve Londra Kalesi’ne (Tower of London) kapatılıyor. Başkaları hakkında o kadar ustaca düzenlemiş olduğu uyduruk suçlamalar şimdi kendisine yöneltiliyor. Bütün ünvanları alınıyor ve (artık aslına rücu ettiği, avam halktan olduğu gerekçesiyle) soylular meclisince yargılanmaksızın 28 Temmuz 1540’ta, Thomas More’dan 5 yıl 20 gün sonra ve aynı noktada, kafası baltayla kesilmek suretiyle idam ediliyor. (Yukarıda soldaki resim, Londra Kalesi’nde 1535’te Thomas More’un, 1540’ta Thomas Cromwell’in son nefeslerini verdiği sehpanın kurulduğu yeri gösteriyor.)

 

(d) Bir hanedan devleti olarak Osmanlılarda da, çok farklı olmayan süreçler söz konusu. Kabaca 14. yüzyıl ortalarından 1600 dolaylarına kadar olan dönemde, şehzadeler için sancağa çıkma usulü var. Amasya ve Manisa, şehzade sancakları olarak biliniyor. 10-12 yaşına gelen şehzadeler, lala denen hoca veya danışmanlarının nezaretinde, bu iki sancaktan birine gönderiliyor. Etraflarında küçük bir divan kuruluyor. Yönetmeyi bu suretle öğrenmeleri bekleniyor.  İlk yakınlık ve sadakat bağları da bu aşamada oluşuyor. Alevîlikten  gelen bir deyimle, musahipler (kelime anlamıyla sohbet arkadaşları) peydahlıyorlar. (e) Böylece her birinin etrafında, kaderi şehzadenin kaderine bağlı olan bir grup şekilleniyor. Hanedan içinde bir hizip de diyebiliriz. Öte yandan payitahtta da çeşitli entrikalar dönmekte. Bursa veya Edirne veya İstanbul — sancaktakilerin oralarda da taraftarları, casusları, koruyucuları var. Rakip fraksiyonlar kendi mevzilerini güçlendirmeye çalışıyor. Padişah öldüğünde müthiş bir yarış başlayacak. Saraya ilk kim varacak? Divan, rical ve yeniçeriler kime biat edecek? Bölüşüp paylaşmak asla söz konusu değil. Tam bir “sıfır toplam” (zero sum), 1/0 oyunu; kazananın herşeyi alacağı amansız ve insafsız bir mücadele. Yenilen okkanın altına gidiyor. Tahta çıkanın ise, bütün ekibi onunla birlikte yükseliyor. Gençliğinde maiyetine girenleri, her şey yolunda giderse, sırasıyla silâhtarlık, hasodabaşılık, beylerbeyliği, vezirlik… ve belki damatlık dahil başvezirlik bekliyor. 

 

(f) Ne ki, Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da, hiç güvenmeye gelmiyor hükümdara. Tersine, ikbal hem herkesin rüyası, hem de alabildiğine tehlikeli. Üstelik yükseldikçe ve iç halkaya dahil oldukça, cazibesiyle birlikte tehlikesi de artmaya devam ediyor. Göze girmek ile göze batmak, aynı madalyonun iki yüzü. Ve ilginçtir; iktidar merkezinden çok uzaklardaysan dikkati üzerine çekmeyebiliyorsun da, sultana ne kadar yakınsan göze batma ihtimali o kadar büyüyor. Tersten söyleyecek olursak, ister “mutlakiyet” ister “istibdad” gücü (Clive Ponting’in de altını çizdiği gibi) sadece saray ve yakın çevresinde geçerli. İmparatorların asıl bu iç âlemde astığı astık, kestiği kestik. Nitekim daha aşağı kademelerin (beylerbeylerinin, sancakbeylerinin, ya da merkez bürokrasisi mensuplarının) cellâda verilme frekansı o kadar yüksek değil. Buna karşılık 1453’te Çandarlı Halil Paşa’dan 1821’de Benderli Ali Paşa’ya kadar kırk dört sadrazam, kendilerini o mevkie getiren, bazen yirmi dört yıl bazen dokuz gün hizmet ettikleri padişahın emriyle katlediliyor. (g) Özellikle iki Damat İbrahim’in başına gelenler, bu açıdan çok çarpıcı. Pargalı İbrahim, Frenk İbrahim veya Makbul İbrahim Paşa olarak da biliniyor. 1493’te bugünkü Yunanistan’da, Parga yakınlarında doğuyor. Küçük yaşta devşiriliyor. Enderunda eğitiliyor. Anlaşılan Manisa sarayına yollanıyor. Zira Şehzade Süleyman’ın Manisa sancakbeyliği sırasında, geleceğin Kanunî’sinin hizmetine giriyor. VIII. Henry, Thomas More ve Thomas Cromwell’in tam anlamıyla çağdaşı. Yukarıda sözünü ettiğim terfi basamaklarını hızla atlayıp, daha otuz yaşındayken veziriâzam oluyor. On üç yıl süreyle dorukta (1523-1536). Üstelik 1524’te padişahın kızkardeşi Hatice Sultan ile de evlenmiş. Ama bütün bunlar, (Thomas More’un kafasının kesilmesinden bir yıl sonra) 1536’da (öyle mahkeme filân da yok) sultanın tek bir sözüyle boğdurulmasını engellemiyor. Ardından “Makbul İbrahim Paşa, oldu Maktul İbrahim Paşa” gibi, Osmanlıcanın alta bir noktalı b’si ve üste bir noktalı t’sinin iyice keskinleştirdiği  kelime oyunları sökün ediyor.

 

(h) İki yüz küsur yıl sonra, sıra Nevşehirli İbrahim’de. Saraya dışarıdan intisap edenlerden. Önce helvacı ocağına giriyor, sonra teberdarlara (zülüflü baltacılara) katılıyor. Şehzade Ahmed’in hizmetine giriyor. Farkediliyor. Efendisi tahta çıkıp III. Ahmed olunca, İbrahim de hızla tırmanmaya başlıyor. O sırada veziriâzam, sultanın silâhtarlığından gelen bir başka damat: Ali Paşa. 1715-1718’de Avusturya ile savaş patlak veriyor. Silâhtar Ali Paşa 1715 Mora seferine çıkarken İbrahim’i mevkufatçı yapıp yanına alıyor.  1716 Petervaradin kuşatmasında da bulunuyor. İstanbul’a haberci gönderildiğinde, III. Ahmed artık geri yollamayıp yanında alıkoyuyor. Önce birinci ruznâmeci, ardından sadaret kaymakamı tâyin ediyor. Ali Paşa 1717’de şehit oluyor (ve bu yüzden, Silâhtar ve Damat sıfatlarının yanısıra, Şehit Ali Paşa olarak da anılmaya başlıyor). III.Ahmed’in sevgili kızı Fatma Sultan ise küçük yaşta dul kalmış. Hemen İbrahim’e veriliyor. Ve Damat İbrahim Paşa, 1718’de sadrazam da oluyor. Hepsi üç yıl içinde. Sonra on üç yıl boyunca devleti o yönetiyor. Osmanlıyı felâketli savaş ve muhtemel yenilgilerden uzak tutuyor. Bir ilk modernleşme hamlesini başlatıyor. Bu arada, doğduğu Muşkara köyünü de büyütüp Nevşehir adını veriyor (Nevşehirli sıfatı buradan gelme). Bir yığın yeniliğe imza atıyor. Sultanın gerçekten arkadaşı ve sırdaşı (gibi). Günde birkaç kez mektuplaştıkları oluyor. Fakat Patrona Halil isyanı patlak verdiğinde, III. Ahmed kendisini kurtarmak için Nevşehirli’yi kellesini isteyen âsîlere kolayca teslim ediveriyor.

 

                                                                        *          *          *

 

Tabii, 19. yüzyıldan itibaren gelişen hukuk devletleri ve demokrasilerde bu kadar sert ve kesin yürümüyor işler. Çok daha yavaş, yumuşak ve tedricî. İnsanlar yıldırım hızıyla yükselip gene yıldırım hızıyla düşmüyor. Kamusal alan gerek bireysel, gerek örgütsel düzeyde rekabete açılmış. Siyasal partiler sahnede. Herşey medyanın gözü önünde. Genç politikacılar belki yerel örgüt ve yönetimlerden başlayarak tecrübe kazanıyor; (vazgeçip terketmezlerse) adım adım yükselerek lider adayları arasına giriyor. Çevreleri veya ekipleri mutlak değil; aralarındaki ilişki despotik değil. İttifaklar kuruluyor ve çözülüyor. Hiyerarşiler var, ama çok daha medenî. Kimse kimseyi tekme tokat kapı dışarı etmiyor. Dahası, zaferler de geçici, yenilgiler de. Kimse iktidara ömür boyu kazık çakamıyor. Değişmez Führer, “organik lider” diye bir şey yok. Uydurma. Efsane. En başarılı liderler dahi halkın güvenini ilânihaye elinde tutamıyor. Seçimler kâh kazanılıyor, kâh kaybediliyor. Azınlıkta kalan muhalefete geçiyor. İstifa da mümkün, emeklilik de. Hayatın sonu değil. Demokrasi içinde, “saltanat krizleri” zuhur etmiyor. Barışçı değişim süreçleri işliyor. Arka sıradakiler zaman içinde ön saflara ilerleyip boşlukları doldurabiliyor.

 

Demokrasinin gelişme ve derinleşmesine tepki olarak, 20. yüzyılda türeyen diktatörlük ve totalitarizmler ise bunun tam zıddı. İşte, İlkçağ, Ortaçağ ve Yeniçağın hanedan devletlerini hatırlatan uygulamalar bu rejimlerde tekrar zuhur ediyor. Hukuk ve demokrasi için gerekli denge ve frenlerin hiçbiri kalmamış. Osmanlı tarihi nasıl (Osman, Orhan, I. Murad, I. Bayezid, Çelebi Mehmed, II. Murad, II. Mehmed vb) padişahların saltanatları ile ölçülürse, Sovyet tarihi de aynen öyle, hiçbir hükmü olmayan seçimlerle değil, parti genel sekreterlerinin iktidarları üzerinden tasnif ediliyor: Lenin dönemi (1917-22/24), Stalin dönemi (1922/24-53), Kruşçev dönemi (1953-64), Brejnev dönemi (1964-83), Andropov dönemi (1983-84), Çernenko dönemi (1984-85), Gorbaçov dönemi (1985-91). İktidar çevresine giriş çıkış da şiddet dolu. Apparat adamları tepeden paraşütle indiriliyor ve aynı hızla uçuruma itiliyor. Stalin, gizli polisinin başına getirdiği Yagoda ve Yezhov’ları salıyor, Eski Bolşevikler dahil şüphelendiği herkesin üzerine. Sonra yeri gelince, VIII. Henry’nin Thomas Cromwell’e yaptığı gibi o da, suyunu çıkardığı Yagoda (1938) ve Yezhov’u (1940) peşpeşe, tamı tamına aynı suçlamalarla ölüme gönderiyor.

 

Nazizmin iktidarı çok daha kısa ömürlü: 1933-1945. Bu on üç yılda herşey Sovyetlerden de daha keskin ve radikal biçimlere bürünüyor. Sovyet rejimi son tahlilde bir parti diktatörlüğü. Stalin dahil bütün liderler meşruiyetlerini Komünist Partisi’nden, SBKP’den alıyor. Yani meselâ Stalin’in partiyi feshetmesi ve ben yeni bir parti kuruyorum demesi mümkün değil. Buna karşılık Hitler’in NSDAP ile ilişkisinde bu pekâlâ mümkün. Çünkü Führerprinzip yüzde yüz geçerli. Nazizm parti diktatörlüğü bile değil; insanlık tarihinin görüp bildiği en mutlak kişi diktatörlüğü. Hitler’in varlığıyla kaim. Hitler de hem yürütme, hem yasama (tek başına kanun koyma yetkisi var), hem yargı (tek başına karar verme veya bütün mahkeme kararlarını değiştirme yetkisi de Reichstag’dan çıkarılan bir kanunla tanınmış). Fiiliyatta da, en yakınları dahil tek tek her Nazi ve her Alman vatandaşının kaderi, Hitler’in iki dudağının ucunda. 1934’e kadar en sadık adamı, SA’ların başındaki Ernst Roehm. Ama Alman ordusu ve bürokrasisinin güvenini kazanıp son bir darbe ihtimalini bertaraf etmek uğruna, Roehm’ü bile feda etmekten çekinmiyor. Uzun Bıçaklar Gecesi’nde (30 Haziran – 1/2 Temmuz 1934), SS’lerin ve Gestapo’nun başında, bizzat baskına gidiyor.  

 

1918-1939 arası, daha nice anti-demokrasi örneklerine tanık.Türkiye’nin Tek Parti dönemi de bunlardan biri. Nazizm veya Marksizm-Leninizm gibi sert çekirdekli bir teorisi yok. Dolayısıyla doktriner bir otoritarizm değil. Daha pragmatik ve geçirgen. Ama 1925-27’nin İstiklâl Mahkemeleri’nin, 1936-38’in Moskova Duruşmaları’ndan aşağı kalır yanı yok. Ve Ulu Önder “sofrası” ve ötesine benzer bir tahakküm, tersten söylersek benzer bir biat ve itaat hissi neşrediyor.   

 

                                                                   *          *          *

 

Peki, nasıl giriliyor o çevrelere? Diyelim ki “üç Ali”lerin simgelediği yargı ekibine, veya Vyshinsky’nin kurduğu savcılık mekanizmasına, veya Thierack ve Freisler’lerin “halk mahkemeleri”ne kim, nasıl intisap ediyor?

 

Başlangıçtaki bir avuç inanmış militan bir yana; çoğu insan açısından bir noktada “kartopu efekti”nin, yükselen ve karşı durulmaz gözüken bir güce bir an evvel yapışma duygusunun tâyin edici  olduğu kanısındayım. Hitler ve Nazizm açısından, 1930’larda Nâzım bunu bizzat görmüş ve yaşamış. Bütün cevapların Sağda ve Aşırı Sağda arandığı bir dönem. “Yeni Düzen” diye bir şey çıkıyor. Kendini kapitalizmin ve liberal demokrasinin biricik alternatifi gibi sunuyor. Büyük bird alga yaratıyor. Romanya’da “Demir Muhafızlar”ı gözleyen Ionesco’ya göre (kimbilir kaç kere yazdım) insanlar “çok güçlüler” diye diye gergedanlaşıyor. Türkiye’de, Nâzım’ın  Memleketimden İnsan Manzaraları’nın (bundan böyle MİM) zaman çerçevesi 1941 yılı. Ülkesine ve dünyaya o pencereden bakıyor. 1942’de yazmaya devam etmediğini, en basiti, İkinci Dünya Savaşı anlatımlarının 1941 kışındaki Moskova Muharebesi’nin ötesine geçmemesinden anlıyoruz.

 

Geçelim. 1941 ilkbaharında iki tren kalkacak İstanbul’dan Ankara’ya. İlki her istasyona uğrayan, halk sınıflarıyla dolu kara tren. İkincisi, yemekli vagonunda büyüklerin yer aldığı ekspres (sürat katarı). MİM’in birinci kitabında daha çok ilki, ikinci kitabında daha çok ikincisi anlatılıyor. İmajlar da değişiyor birinden diğerine. Örneğin Birinci Kitap’ta, iki ayrı yerde Denizde balık kokusuyla / döşemelerde tahtakurularıyla gelir / Haydarpaşa Garı’nda bahar (Adam Yayınları edisyonunda, s. 12 ve s. 23). Ama İkinci Kitap’ta başka bir realiteye geçiyoruz: Gülden güzel kokan Arnavutköy çileği / ve sarma yaprağına sarılı  barbunya ızgarasıyla gelir / Haydarpaşa Garı’nın büfesinde bahar (s. 113).

 

Buna rağmen, diyor Nâzım, Buna rağmen / Hasan Şevket / rakıyı bir tek dilim beyaz peynirle içiyordu (aynı yerde). Kimdir bu Hasan Şevket? Zamanın Bâbıâli’sinden, Cağaloğlu Yokuşu’nun “tutunamayan”larındandır; küçük, zavallı, dar gelirli, pek çok şeyi bilen ve anlayan, ama bir şey yapamamış, düzene göğüs gerememiş, inançlarını yaşayamamış bir basın emekçisidir. Belki bir meyhane sosyalistidir. Hayatı konusunda kendi kendisiyle halleşirken, oradan Nuri Cemil diye bir başka tip geçer ve ekspresin birinci mevki vagonlarından birine biner. Nuri Cemil de Cağaloğlu’ndandır, ama Hasan Şevket gibi o da çok mütevazi kökenlerden geldiği halde eski inançları pahasına yükselmeyi başarmıştır. (Erkan Koca ve Gürbüz Özaltınlı’nın son yazılarının getirdiği kavramsal çerçeve içinde, “kötü olmaktan korkmadığı için” demek daha doğru olabilir.) Her halükârda, anlıyoruz ki Nuri Cemil işi Faşizm ve Nazizm taraftarlığına kadar vardırmıştır. Hasan Şevket bakıyor ve şöyle mırıldanıyor kendi kendine:

 

Hitler’de benim affedemediğim şey: / satılabilmek imkânını verip Nuri Cemil gibilere / müthiş arzular yüklemesidir yüreklerine onların.

 

                                                                      *          *          *

 

Kabul edelim ki  çok derin bir üç satır. Günümüzde, çeşitli açılardan sorgulanabilir kuşkusuz. Yukarıda uzun uzadıya anlatmaya çalıştığım gibi, yalnız Hitler midir insanlarda ahlâksızca yükselme hırsını körükleyen? Zamandaşı Stalin’e ne demeli? Nâzım’ın kendisine ne demeli, 1950-63 arasında? Eski Bâbıâli tamamen öldü mü? Yoksa her çağ kendi gergedanlarını ve kendi Nuri Cemil’lerini mi yaratıyor?

 

Fakat işte Cumartesi (yani dün) sabah 11:00 sularında ekrana bakıp Nazi hukukçularının çıkış noktasını nasıl anlatsam diye düşünürken, aklımdan Nâzım’ın 1941’den 2018’e, neredeyse seksen yıllık bu mısraları geçiyordu.

- Advertisment -