Ana SayfaYazarlarKarışık düşünceler (2) Tarih, sanat ve edebiyatta Kürt savaşı?

Karışık düşünceler (2) Tarih, sanat ve edebiyatta Kürt savaşı?

 

[12-13-14 Eylül 2016] Savaş, en aşırı insanlık hali kuşkusuz. Bıçak sırtında; insan olmakla olmamak arasındaki sınırda yer alan bir şey. Ölmek ve öldürmekle burun buruna getirdiği bireyleri de korkunç zorluyor, içinden asker çıkarıp cepheye gönderen, ailelerin parçalandığı, kuralların askıya alındığı, kaynakların yetmediği, yoksulluk ve açlığın kemirdiği toplumları da. Sürekli gerilim, törpüleyip öğütüyor yaşamı; idealler kâh yükseliyor kâh düşüyor; inanç ve inançsızlık, korku ve cesaret, tereddüt ve özgüven habire yer değiştiriyor; “biz” ve “düşman” arasındaki sınır hem alabildiğine kesin çiziliyor, hem siliniyor orasından burasından. Varoluşun çivisi çıkarken, karşı tarafın insanlığını keşfetmek, bazen saf değiştirmelere, yasak aşk ve arkadaşlıklara açılıyor. En iyi ve en kötü yanyana. Kimisi sonuna kadar kullanıyor elindeki zulüm gücünü. Kimisi sırf kendini korumaya bakıyor. Kimisi “öteki”ni canı pahasına koruyup saklamaya kalkıyor. Hayatın nereye gideceği artık hiç bilinmeyen yön değiştirmeleri, savaşın köşeliliklerinden savaş sonrasının belirsizliklerine açılıyor.

 

Sanatçılar savaşın kendisini sevdiklerinden değil (gerçi onlar da var), daha çok, bu kadar stress altında yaşanan duygu, düşünce ve davranış karışımlarını başka yerde bulamayacaklarından, fırsat buldukça bu kadar eğilmiş olmalılar, savaşı, savaşan insanı ve savaştaki insanı anlatmaya. İlişkiyi tersten okursak, savaş ile sanat ve edebiyat arasında zorunlu ve doğrusal bir ilişki yok tabii. Her büyük savaş, illâ büyük sanat ve edebiyat eserlerine yansımıyor. Gene de yansıyanlar var ve ufkumuzu asıl bunlar dolduruyor. Hattâ öyle ki, bazen bu başyapıtların kurgusal gerçekliği, konu aldıkları tarihî olayın başka ve daha “bilimsel” yöntemlerle tarif edilebilecek “nesnel” gerçekliğinin dahi üzerine çıkıyor. Napolyon Savaşları ve 1812 Rusya seferi, en çok Tolstoy’un Harp ve Sulh’unda yaşıyor örneğin. Birinci Dünya Savaşı Erich Maria Remarque’ın Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’unu, Ernest Hemingway’in  Silâhlara Veda’sını, Jaroslav Hasek’in Arslan Asker Şvayk’ını, Wilfred Owen ve Siegfried Sassoon’ların kaleminden savaş karşıtı İngiliz şiirini doğurdu (öyle ki, her yeni öğrenci neslini hâlâ bu eserler aracılığıyla 1914-18’de ne olup bittiğinin biraz olsun içine sokmayı başarıyoruz). Rusya’da Bolşevik Devrimini İç Savaş (1917-22) izledi. Beş küsur yıllık bu dalgalı mücadelenin de nabzı, Şolohov’un Durgun Don’unun baş kahramanı Grigori Melekhov’un tereddütlerinde; Kızıllar ile Beyazlar ve karısı Natalya ile sevgilisi Aksiniya arasında gidip gelmelerinde atıyor. İspanya İç Savaşı: gene Hemingway, Çanlar Kimin İçin Çalıyor. İkinci Dünya Savaşı: (Pasifik cephesiyle) Norman Mailer, Çıplak ve Ölü; (Fransa’nın işgali ve Rezistans için) Joseph Kessel, Gölgeler Ordusu (Holokost faslına girmiyorum; o apayrı bir konu). Edebiyatın olanakları tükenirken, bir yerden sonra sinemaya geçiyoruz ister istemez. Sömürgelikten kurtuluş mücadeleleri: Gilles Pontecorvo, Cezayir Savaşı ve Régis Wargnier, Indochine. Özel olarak Vietnam: Stanley Kubrick, Full Metal Jacket. İrlanda: (Guildford pub bombalamaları) In the Name of the Father (yanlış çevirisiyle Babam İçin). Belki Irak: Kathryn Bigelow, The Hurt Locker. Yirminci Yüzyıl Tarihi neredeyse sırf bunlarla okutulabilir. Nitekim okutuyorum, okutuyoruz da.

 

Birinci gözlem: Türk edebiyatında sadece ve sadece Nâzım Hikmet var, bunların arasına katabileceğim — Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan, genel olarak Birinci Dünya Savaşı için Memetçik Memet, Çanakkale için Basri Şener ve Tatar Yüzlü Adam; Millî Mücadele için tabii Kuvayı Milliye; İkinci Dünya Savaşı için Tanya ve (1941 kışındaki)  Moskova muharebesi (veya Volokolamsk Şosesi) bölümleri. Zira bir tek Nâzım’da var, savaş ve insan ilişkisinin gerektirdiği derinlik, karmaşıklık ve çok-yönlülük. Neden, düşünmek lâzım. Ama şu bir gerçek ki, iş savaşa geldiğinde başka herkes, örneğin Kemal Tahir (Esir Şehrin İnsanları), Samim Kocagöz (Kalpaklılar) veya Atilla İlhan’ın Aynanın İçindekiler dizisine yer yer serpiştirdiği Kore Savaşı anlatımları, bu açıdan neredeyse karşılaştırılamıyacak derecede zayıf, çok sığ, çok yapay, bazen de çok ak-kara kalır.

 

Benzer bir doğrultuda, ikinci ve asıl altını çizmek istediğim gözlem: Otuz küsur yıldır devam eden şu Kürt Savaşı da, hiç olmazsa şu âna kadar, sanat ve edebiyatta hiçbir kalıcı iz bırakmadı. Bırakalım sanat ve edebiyatı; doğru dürüst bir tarihçiliği bile yok bu savaşın. Savaşın taraflarından biri (başlatan ve meydan okuyanı) olarak PKK’ya bakmak başka şey, savaşın bütününe bakmak tabii başka şey. İkincisi daha zor ve karmaşık. Ama sırf bir şiddet örgütü olarak PKK’ya ilişkin görece ciddî analizler bile bir elin parmaklarıyla sayılacak kadar az. Üstelik, hepsi bölük pörçük; hiçbiri örgütün neredeyse kırk beş yıllık varlığının tamamını kapsamıyor (Oral Çalışlar ve Vahap Coşkun’a, benim de sezdiğim bir kuraklığı teyid eden referans bilgileri için teşekkür borçluyum). Yüzde yüz “pro” ve yüzde yüz “anti”leri baştan koyalım bir kenara: Murat Karayılan, Bir Savaşın Anatomisi (Kürdistan'da Askeri Çizgi) (Aram Yayınları, 2014); zıddında Mehmet Selim Çürükkaya, Apo’nun Ayetleri (Beyrut Günlüğü), (Doz Basım Yayım, 2005). Bunların dışında, inanır mısınız, hemen sadece dört kitap söz konusu: (1) İsmet G. İmset, PKK: Ayrılıkçı Şiddetin 20 Yılı 1973-1992 (Turkish Daily News Yayınları, 1993). (2) Aliza Marcus, Blood and Belief: The PKK and the Kurdish Fight for Independence (NYU Press, 2007) = Kan ve İnanç: PKK ve Kürt Hareketi (İletişim Yayınları, 1. bas. 2009, 5. bas. 2015). (3) Joost Jongerden ve Ahmet Hamdi Akkaya, PKK Üzerine Yazılar (çev. Metin Çulhaoğlu, Vate Yayınları, 2012). Son olarak (4) Paul White, The PKK: Coming Down from the Mountains (Zed Books, 2015) = Dağlardan İnmek: PKK (İletişim Yayınları, 2016). Ama tekrar edeyim; bu dört çalışma da sırf PKK odaklı ve her ne kadar “otuz yıllık savaş”tan dilimler içerseler de, madalyonun diğer yüzünde, asıl savaşın kendisi hakkında, ister parçalı ister bütünsel bir çalışma tümüyle nâmevcut. Bu tuhaf gerçeği idrak ediyor muyuz acaba? Kendi kendime tekrarlamak ihtiyacını duyuyorum: Otuz küsur yıldır savaşılıyor ve bu savaşın henüz hiçbir tarihi yok, düzgün bir kronolojisi dahi yok, hiç olmazsa belli başlı olayları ve alt-dönemleri doğru sırasıyla veren. Hani, dar anlamda “askerî tarih” çalışmaları bile yok ortada, sırf çatışma ve harekât türlerini, taktik ve stratejik değişimleri anlatan. Özetle, genel okuyucunun sağlıklı bilgi alabileceği kaynak kitap sayısı sıfır. Bilmiyorum, artık bu kadarı da sırf baskı ve sansür sonucu mu? Ya da bize daha çok, içinde yaşadığımız toplum, kültür ve çalışma kültürü, emek kültürü, merak kültürü hakkında bir şey söylüyor olabilir mi?

 

Aynı soru, sanat ve edebiyat açısından da kendini kuvvetle dayatıyor. Bir an için, bütün ideolojik değerlerinizi ve siyasî kanaatlerinizi koyun bir kenara. Sırf romancı, senarist veya rejisör gibi düşünün. Daha da iyisi, dünyalılığınızı dahi bırakın ve kendinizi tümüyle dışarıdan, uzaydan, Merih’ten gelme bir romancı veya rejisör gibi düşünün. Hasbelkader asıl gezegeninizden bir sabbatical, bir proje yılı izni alıp kazara bu ülkeye düşmüşsünüz işte. Ya hacimli bir roman, ya da gene okkalı bir film üretmekle yükümlüsünüz. Bir koşul var: postmodern olmayacak; hattâ Latin Amerika tarzı “sihirli gerçekçilik” dahi olmayacak. Düpedüz 19.-20. yüzyıl Realizminin (veya 1945 sonrası İtalyan Neo-realizminin) klasik ölçüleriyle çalışacaksınız, Balzac, Tolstoy, Stendhal, Zola, Şolohov, Ehrenburg, Visconti veya Rossellini gibi. Ne çıkartırdınız Türkiye’nin 1980’den bu yana bütün yaşadıklarından?

 

Sırf giriftlik, zenginlik, renklilik ve karmaşıklık olarak yaklaşın; şu Kürt Savaşının otuz küsur yılı, size malzeme olarak inanılmaz bir çelişkiler yumağı sunuyor. Arkaplanında Kürtlere 1919-22’de verilen ve sonra tutulmayan sözler var; Şeyh Sait, Dersim ve diğer isyanlar var; seksen yıllık baskı ve ayırımcılık var; son bir dönüm noktası olarak 12 Eylül’de sıkıyönetim ve Diyarbakır cezaevi var. Oradan itibaren, çeşit çeşit Türkleri ve çeşit çeşit Kürtleri var; askerleri ve gerillaları, kadınları ve erkekleri, işkencecileri, suikastçileri, keskin nişancıları ve intihar bombacıları, dağa çıkan ve inenleri, örgüt evlerinde saklananları, hayatı sahte kimliklerle geçenleri, her iki tarafın “hain”leri, itirafçı ve JİTEM’cileri, Kirli Savaş döneminin katliamcı komutanları, kır savaşları ve kent savaşları, karakol baskınları ve hendekleri, Tansu Çiller ve Doğan Güreş’leri, “faili meçhul”leri ve gerçek infazcıları, Yeşilleri ve Yeşil muadilleri, devrim mahkemeleri ve siyasî komiserleri, lider kültleri ve cezalandırma gösterileri, yere yatırılıp bok yedirilenleri ve mutlak itaatini ispatlasın diye bebeğini sobaya attırılanları var. Hattâ Oslo’da karşılıklı bir masada oturan Kandil şefleri ve MİT yöneticileri bile var. Daha geniş bir çerçevede, sıradan halkı var bütün bir bölgenin; acı çeken, korkan, nefret eden, destekleyen, saklayan ve koruyan, ister oraya ister buraya ihbar eden ve etmeyen, saf değiştiren, kaçan, oy veren, kızan ve soğuyan köylü ve kentlileri var; bir yanda “değerli” ve “yurtsever” aileleri ile diğer yanda Müslümanları, AKP’lileri, PKK’ya karşıt diğer kesimleri ve köy korucuları var; yeri çok belli olan ve hiç olmayan, ne devlete ne örgüte yâr olan, durabilecekleri bir ara zemin yaratmaya çalışan ama başaramayan, bu arada kim vurduya giden aydınları var. Köyleri yakılıp dümdüz edilen, göçürülen, herşeylerini bir anda yitirenleri var. Açık arazide patlamamış mermilerle oynarken havaya uçan çocukları var. Her iki tarafın ılımlıları var, karşılıklı anlayış ve diyalog arayan. Avukatları, gazetecileri, esnafı, zanaatkârları var, bu ortamda çalışıp varolmaya çabalayan. Barışa umut bağlayanları ve sonra gene savaşla yıkılan ve tekrar yıkılanları var. Hepsinin ortasında, günden güne eksilenleriyle birlikte kaldırım kahvelerinde oturup çay içerek sohbet etmeye, siyaset konuşmaya devam eden güngörmüşleri var.

 

Doğrudan sanat ve edebiyat değilse de, ona hayli yaklaşan ve işlenmeye çok yatkın, spesifik bir derleme de var örneğin. Metis, editörlüğünü Nadire Mater’in yaptığı Mehmedin Kitabı’nı ilk 1999’da bastı. Aynı yıl içindeki dördüncü basımından sonra, Genelkurmay Başkanlığı'nın ihbarıyla Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından toplatıldı ve gerek yazarı, gerekse yayınevi hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 159. maddesinden dava açıldı. Ancak dâvâ Nisan 2001’de dava beraatle sonuçlandı ve kitap da bugüne kadar sayısız baskı yapmaya devam etti. Sırf, askerliklerini 1984-98 arasında Güneydoğuda,  Olağanüstü Hal Bölgesi’nde yapan ve sonra da yaşadıklarıyla yüzleşmek cesaretini gösteren bu 42 genç insanın öykülerini, boşluklarını romancının hayal gücüyle doldurup birbirlerine ve TSK’nın dışında kalan “öteki” hayatlara ilmeklemek suretiyle, kimbilir ne ciltler kaleme alınabilir?

 

Sanatçı değilim. Ne gerekli muhayyilem var, ne bu tür bir kurgulama yeteneğim. Ama ben bile, en azından teorik olarak tasavvur edebiliyorum, bu malzemeyle neler yapılabileceğini. Hangi yaşam çizgilerinin, nerelerde kesişebileceğini. Farklı hayatlardan nasıl demetler oluşturulabileceğini. Büyük bir tarihsel, toplumsal dramın  dev bir kanevaya nasıl yansıyacağını.

 

Tip tip geliyor gözümün önüne, son büyük Kürt Savaşımızın Paul Baumer’leri, Pfennig’leri, Kenan’ları, Grigor Melekhov’ları, Nurettin Eşfak’ları, Jean-Baptiste Le Guen’leri, Philippe Gerbier’leri, Binbaşı Radko’ları, Schweik’ları, Sarkık Bıyıklı Süvari’leri, Robert Jordan’ları, Teğmen Berrendo’ları, Yarbay Mathieu’leri. Nasıl birleştireceğim bilemiyorum. Ama hepsinin muadillerini görebiliyorum sahada, arazide, şu otuz yılın içinde, yerli yerinde.  

 

Ama yok. Yok işte. Doğru dürüst bir tarihi olmadığı gibi, herkesin yüreğine dokunacak, yaşanmışlık hissi veren, sahici bir sanat ve edebiyatı da yok bu savaşın. Karşılıklı yaşasın ve kahrolsun öykülerinden, kitsch televizyon dizilerinden veya PKK medyasındaki karşılıklarından söz etmiyorum. Mehmedin Kitabı’nın olası kurmaca uzantılarından söz ediyorum. Hayatın ipe sapa gelmez gerçekliğini daha da yoğaltabilen bir sanat ve edebiyattan söz ediyorum.

 

Hayır, ne Türkü, ne Kürdü, ne Avrupa’da yaşayanları ve ne de buradakileri, verebilmiş değil biraz olsun bu kıvama ve konsepte yaklaşan eserler. “Bir tane dahi mi yok” demeyin; başyapıtlar çölden tek başlarına fışkırmaz zaten. Böyle bir janr oluşmuş değil ki, içinden, kötü ve vasat örneklerinin yanı sıra bazı deha ürünleri de çıkabilsin.

 

Neden? Danıştığım bir arkadaşım, “bu fikri kuraklığın önemli nedenlerinden biri Türkiye’deki özgürlük açığıdır” diye yazdı: “Bilhassa 2000’li yılların ilk yarısına kadar olan dönemde, Türkiye üniversitelerinde PKK’yi ciddi olarak tahlil edecek bir çalışmanın yapılması mümkün değildi.”

 

Doğru. Ama düşünsel ve sanatsal yoksunluk salt buna bağlanabilir mi? İnsan aklı ve ruhu, eğer kendi içinde özgürse ve sınırsız düşünebiliyorsa, en ağır koşullarda bile bütün engelleri aşarak yaratma kapasitesine sahip değil mi? Mefhumun muhalifinde, otuz küsur yıldır bizlerin aklımız ve ruhumuz özgür mü ki, potansiyel romancı ve rejisörlerimizi akılları ve ruhları özgür mü ki, sadece devletten, resmî ideolojiden ve Türk milliyetçiliğinden değil, örgütten, lider kültüğnden, tartışılmazlığından ve Kürt milliyetçiliğinden de özgür mü ki, kendilerini her iki kurbun ak-kara veya kara-ak bakışından sıyırıp, bütün zigzagları ve iniş çıkışlarıyla “insanî ara-zemin”in öyküsünü dillendirebilsinler?

 

Son tahlilde bu, bir ruh derinliği sorununa gelip dayanmıyor mu? Acaba (Türkleri ve Kürtleriyle) bütün Türkiye toplumu, duygusal ve düşünsel açıdan böyle bir sığlık ve kavrukluk problemi mi yaşıyor? Acılar gerçek acılar mı, yaslar gerçek yaslar mı, utançlar gerçek utançlar mı, kederler gerçek kederler mi? Yoksa siyasi mi, güncel siyaset uğruna göstermelik mi herşey? İnsanların kendileri gerçek mi, birey mi, hakiki mi — yoksa, Yeni Türkü’nün yıllar önce yakaladığı gibi, maskeli balonun sahte yüzleri mi? Faraza bu toplumun sol aydınları, ne zaman kendi kendileriyle yüzleşebildiler ki? İyi kötü bir sol vardı bir zamanlar, elli küsur fraksiyonu içinde. 12 Eylül geldi ve hepsi yıkılıp, ezilip gitti. Yenilgilerini hemen sadece askerî rejimin zulmüne bağladılar. Hiç ciddî ve samimî bir özeleştiri ihtiyacı duymadılar, toplum ve tarih önünde. Şimdi, kendi kendisiyle halleşememiş (halleşmeyi reddetmiş) bu sol intelligentsia, ya da onun PKK içi veya çevresindeki, HDP’nin tepesi veya eteklerindeki mütekabilleri, bu sefer Kürt Savaşıyla aynı şekilde, kendilerini de zerrece kayırmaksızın halleşebilir ve gerçekten vicdanlı, bizleri ikna edecek, gerçeğin tınısını taşıyacak değerlendirmelere ulaşabilir mi?

 

Son bir problem. Nereye bağlayacaksın? Diyelim ki yazdın karmaşık bir öykü; sonu ne olacak, nasıl olacak? Yukarıda saydığım büyük savaş edebiyatı örneklerinin hiçbirinde, zafer ve mutlu son diye bir şey söz konusu değil. ÖLÜM. Erich Maria Remarque’nın Paul Baumer’i, savaşın hemen sonunda, bütün Batı cephesinde “yeni hiçbir şeyin olmadığı” bir 1918 Ekim günü vurulup düşüyor ve bulduklarında, yüzündeki ifade artık herşeyin bittiğine sanki sevindiği hissini uyandırıyor. KARŞILIKLI ÖLÜM. Hemingway’in Uluslararası Tugaylara katılmış olan genç Amerikalısı, patlayıcı uzmanı Robert Jordan, bacağı kırık yattığı yerde, “öteki” gencin, (gaddarlığını daha önce gördüğümüz) Faşist Teğmen Berrendo’nun rahatça vurabileceği noktaya gelmesini beklerken, kalbinin ormanın çam iğneleriyle kaplı zeminine vuruşunu dinliyor. İDEO-POLİTİK KOPUŞ. Yıllar sonra Camille, 1954 Cenevre Konferansı’na Vietnam Komünist Partisi heyetiyle geliyor ve ne annesi Eliane, ne oğlu Etienne, artık onunla temas kurmaya cesaret edemiyor; herkes kendi dünyasında kalıyor ve kendi yoluna gidiyor. HAYATTA YAPAYALNIZ KALMAK. Gene Hemingway’in bir başka genç Amerikalısı, ambülans sürücüsü Frederic Henry, Caporetto bozgunundan kaçıp kurtulmayı, ardından sevgilisi, İngiliz hemşire Catherine Barkley ile İsviçre’ye sığınmayı başarıyor. Ama oğulları ölü doğuyor, Catherine de doğumhanede kan kaybından ölüyor ve Henry yağmurda yürüyerek tek başına uzaklaşıyor. TEKRAR, HERŞEYİNİ YİTİRMEK VE YAPAYALNIZ KALMAK. Şolohov’un memleketlisi, Don Kazaklarından Grigor Melekhov, Kızıllara son yenilgilerinden sonra, bir süre ormanda saklanıyor, diğer Beyaz silâh artıklarıyla birlikte. Sevgilisi Aksiniya’yı buluyor ve tam birlikte kaçacaklarken Aksiniya vurulup ölüyor, Melekhov’un kucağında. Harap köyüne dönüyor, zar zor. Annesi babası bu dünyadan çoktan göçmüş. Hayatta kendisine kalan tek şey olan küçük oğluna sarılıp, gök kubbenin uçsuz bucaksızlığın altında öyle kalakalıyor.      

 

Evet, atıyorum kafadan; diyelim ki Lice veya Silopi’de, PKK’nın sosyal tabanında yer alan hayli geniş ve kalabalık Kürt ailelerinden (kâh “yurtsever”likten “değerli”liğe tırmanan, kâh saygınlığını yitirip daha aşağılara inen) biri etrafında ördünüz romanınızı. Diyarbakır Cezaevi’nden sağ çıkanlarla başlıyor ve bugünlere kadar geliyor. Arada, oğullardan ve diğer akrabalardan dağa çıkanlar da var, askerliğini TSK’da yapanlar da. Biri JİTEM’de öldürülüyor, diğeri kanlı topraklardan kurtulmak için İstanbul’a kaçıyor, üçüncüsü itirafçı oluyor, dördüncüsü amcasını halk mahkemesinde yargılayıp ölüm kararını veriyor. HDP’ye girip çıkanlar da var, okuyup siyasette yükselenler de, Türk kızları (veya erkekleri) ile evlenenler de (böyle çok zor bir düğün sahnesi gelir gibi oluyor gözlerimin önüne). Bütün seçimler, bütün çatışmasızlık ve sonra gene çatışma halleri bir şekilde yansıyor ailenin nehir-romanına. Öyle ki, sırf bu aile, Türkiye’nın tamamını “içerir” hale geliyor. 2011, 7 Haziran 2015, 1 Kasım 2015.  Suruç, tekrar savaş, hendek-barikat direnişleri. Kobani’ye gidip gelenler, sonra Menbviç’e, Cerablus’a, tekrar Kandil’e. Ve dayanıyoruz bugüne.

 

Nasıl bitireceksiniz? Kahramanımız, ya da kahramanlarımızdan bazıları, kent savaşlarında harap olmuş evlerini onarıp içine yerleşebiliyorlar mı tekrar? Aylar sonra baba ve hayatta kalan oğulları, güneşin henüz çok ısıtmadığı bir bahar günü kardeşlerinin bir tepenin yamacındaki mezarlarını ziyarete mi gider? Sur’un bir sokağındaki dükkânın kepenkleri mi açılır? Küçük bir şenlik mi düzenlenir, yeni parti örgütünün tabelası asılırken? K’nın Melekhov gibi kendisine kalan tek şey olan biricik oğluyla bindiği otobüs, tam o sırada mı kalkar şehrin santral garajından, ülkenin batı illerinden birine?

 

Barışa ve sivil hayata çıkıyor mu, bu patikalardan herhangi biri? “Son” bütün önceki anlatıyı belirlemez mi? Bu “son”u bilmeden, romanın da, filmin de sonu getirilebilir mi?

- Advertisment -