Ana SayfaYazarlarİkinci Cumhuriyet’ten, Yeni Türkiye’ye

İkinci Cumhuriyet’ten, Yeni Türkiye’ye

 

[1-2 Ağustos 2016] Çok basit bir fikirle başlayacağım: 15 Temmuz darbe girişimi ve yenilgisi, herhalde gelecekte, Türkiye’nin 1946/50’de başlayan çok-partili hayat tarihinin en büyük dönemeci olarak anılacak.

 

Kendi başına bu, çok özgün bir tesbit değil. Milât metaforu hayli yaygın. Ama çoğu yorumcu bunu daha çok, bugüne kadar hiçbir darbe girişimi böyle bir direnişle karşılaşıp püskürtülmemişti anlamında kullanıyor. Başka bir deyişle, 15-16 Temmuz gecesi ve ertesi gün(ler) boyunca yaşananlar, daha çok kötü bir geçmişten kopuş olarak değerlendiriliyor. Ben ise bundan sonra ve bu sayede olacaklara bakıyorum. Benzer ama zıt yönde bir şeyi muhalif-kötümserler de söylüyor, farkındayım. Ülke içinde bir kısım sol-liberal aydın ve yazarlarla sınırlı kalan, Batı medyasında ise çok daha yaygınlık kazanan bir kanaate göre, ister bizzat planlamış ister planlamamış ama üzerine konmuş olsun, püskürtülen darbe Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın elinde daha fazla güç temerküzüne ve dolayısıyla diktatörlük eğiliminin tırmanmasına yol açacak… Kanımca bir gerçeği saptıyor fakat saptadıkları gerçekten ürktükleri için felâket senaryoları kaleme alıyorlar. Son derece tehlikeli bir top direkten döndükten sonra, şimdi Erdoğan’ın, hükümetin, AK Parti’nin ve bir bütün olarak Türkiye’nin çok daha güçlü olduğu doğru. Buna karşılık, bu yüzden ülkece battığımız (veya, darbeyle elli yıl geri gidecekken, bu sefer de en az yirmi yıl geri gideceğimiz) doğru değil. Söz konusu peşin hükümlülük, devirmeci umutların boşa çıkmasından duyulan hayal kırıklığının yanısıra, kaçınılmaz ve zaten başlamış bulunan değişimin boyutları ve derinliği karşısında, kendi çıkmazlarını toplumun çıkmazı gibi görmenin yol açtığı korkuyu yansıtıyor. Bir zamanlar peşinden gittiği tarihsel özne buharlaşınca işlevsiz ve geleceksiz kalan, ruhunu yitirmiş bir eski sol intelligentsia’nın sönüşü ve çöküşü hakkında geçmişte yazdıklarımı doğruluyor.

 

Fakat bu eleştiriler bir yana, değer yargılarımız çok farklı ve dolayısıyla onlar karamsar ben iyimser de olsak, biraz önce de belirttiğim gibi bu arkadaşlarla şu noktada buluşuyoruz: Türkiye binde bir rastlanan bir dönemece geldi ve bu dönemeç iktidara çok radikal bir yeniden yapılanma, hattâ enikonu bir yeniden kuruluş için (kimimizin beğendiği, kimimizin beğenmediği) eşsiz bir fırsat, benzersiz bir platform sunuyor. AK Parti’nin bu fırsatı hem gerekli cesaret, hem gerekli dirayetle, ya da ikisinin ne derece olgun bir bileşimiyle kullanıp kullanmayacağı, ayrı bir mesele. Ben burada sadece, söz konusu fırsat ve platformun bir tür “devrim momenti”nden kaynaklanan tikelliğini anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum. İster taraftar ister karşı olalım, ister kaçınılmaz görelim ister rastlantısal sayalım, devrim (veya ihtilâl) dediğimiz olayların çok özel bir yeri var tarihte. İlk ve en büyük, en evrensel örneğinden, bir bakıma hepsinin ağababası, bir model ve bir paradigmanın başlangıcı sayılabilecek Fransız Devriminden itibaren, genel ve soyut bir kavram olarak devrimin artıları ve eksileri üzerine bütün bir literatür oluşuyor. Robespierre ve Saint-Just’ten başlayıp Marx’tan geçerek Lenin’e ve ötesine uzanan bütün bir çizgi, mutlu geleceği ödenmesi gereken bedelden çok üstün tutuyor; sıradan halkın (ister monarşi ister kapitalizm olarak tanımlansın) “eski düzen” (ancien régime) altında her gün çektiği ve devrim olmadığı sürece çekmeye devam edeceği acıların yatay ve dikey toplamının, devrimin kendi travmasından kat be kat büyük olduğunu savunuyor. Karşısında ise Edmund Burke ve Tocqueville’den başlayıp Lenin’in teorik muhaliflerinden geçerek günümüz liberal ve sosyal demokratlarına dayanan başka bir çizgi, hayır, diyor; bir kere, devrim sürecinde çekilenleri hafifsiyorsunuz, çünkü bu sadece kan ve şiddet değil aynı zamanda bir diktatörlük meselesidir ve diktatörlük de keyfî olduğu için, gene de kendi içinde kuralları olan “mevcut” veya “eski” düzenin öngörülebilirliğine kıyasla çok daha fazla canını yakar insanların. Dahası, o çok inandığınız mutlu geleceğe de ulaşılamaz bir türlü, çünkü devrimci yönetim yerini kendiliğinden demokrasiye bırakmaz; tersine, bitmek bilmez bir “karşı-devrim” ve “restorasyon” korkusunu kullanarak geçici olması gereken, başlangıçta geçici diye düşünülmüş ve gerekçelendirilmiş, kısa sürer denmiş diktatörlüğü öyle bir olağanlaştırır ve katılaştırır ki, ortaya eşitlik adına Komünist Manifesto’nun veya Gotha Programının Eleştirisi’nin (giderek uzaklaşan ve “ikinci aşama”ya ertelenen) sınıfsızlık utopia’sı değil Orwell’in toplumu net iki sınıfa ayıran “1984” dystopia’sı çıkar. Dolayısıyla devrimci romantizmin olağanüstü heyecan ve kahramanlıklar vaadine aldanmamalı; sıkıcı da gelse evrimci ve reformcu bir yaklaşım her zaman tercih edilmelidir. İlk yaklaşımda devrimin getirdikleri götürdüklerine ağır basar, diğerinde ise götürdükleri getirdiklerine. Bu tartışma, siyasal düşünceler tarihinde iki yüz yıldır mevcut. Belki bu özete, 1917 Ekim Devrimi’nin hayat verdiği Sovyetler Birliği’nin şahsında sadece Marksist sosyalizmin değil, aynı zamanda bütün bir devrim teorisinin de çökmesi sonucu, 21. yüzyılın şafağında ibrenin artık kesinlikle ikinci, evrimci-reformcu yaklaşıma kaydığı eklenebilir. Bir bakıma bu, önemli aydın kesimlerinin devrim fikriyle 1789’dan beri süren iki yüz yıllık aşk macerasının sonu demektir.

 

Gene de, iyilik-kötülük değerleri planında değil ama daha nesnel gözlemler çerçevesinde, söylenebilecek çok önemli bir şey var, devrim olayının benzersizliği açısından: Devrimler büyük yıkıcı ve basitleştiricilerdir. Başka hiçbir şey olmasa, işte budur devrimlerin (her zaman değilse de bazen) yaptığı ve normal politika süreçlerinin hemen hiç yapmadığı, yapamadığı — eski ve yeninin yan yana varolduğu, içiçe geçtiği, arap saçına dönmüş karmaşıklık hallerini, arkasında büyük bir itilimle çıkagelen olağanüstü şiddet eylemleri düzleyip tasfiye eder; İskender’in Gordion Düğümü’nü çözmektense kılıcıyla kesmesi misali, bina ve ağaçlara dolanan sarmaşıkları budar, temizler; yüzde yüz değilse de göreli bir tabula rasa kurar. Fransa’nın 18. yüzyılı gibi Osmanlı’nın uzun 19. yüzyılı da böyle bir “eski düzen karmaşası”dır örneğin (ancien régime complexity): Tanzimat reformları bir yığın yeni kurum ve uygulama getirmiş ama eskilerini kaldırmamıştır; dolayısıyla hemen her şeyin — mekteplerin, siyasetin, giyim kuşamın, kanunların, mahkemelerin, evlerin, vergilerin, günlük hayat mekânlarının, şiirin, edebiyatın, yaşam tarzlarının, kadın ve erkeklerin, müzik ve musikinin, aşkın, ölümün, kahvenin ve tuvaletlerin — hem eskisi hem yenisi, ya da bu eski/yeni ekseniyle özdeş olmayan ama kısmen örtüşen hem alla turca’sı hem alla franca’sı birlikte ve yanyana mevcuttur. Bu giriftliği çözmeye, labirenti açmaya 1908 Jön Türk Devrimi, İkinci Meşrutiyet ve İttihatçılık da ancak kısmen yeter (ve kısmen yetmez); asıl Millî Mücadele’nin yeniden kazandırdığı karizma, asker-bürokrat sınıfa iade ettiği itibar sayesindedir ki büyük basitleştirme Kemalist Devrim ve Cumhuriyetle sağlanır. Bu bağlamda, Almanya ve Japonya’nın  İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yenilenmesini de düşünmek lâzım. Gençliğe Hitabe’sinde Mustafa Kemal, 1918-19 itibariyle İtilâf devletlerinden “bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili” diye söz eder. Ama Atatürk’ün ömrü yetmediği için göremediği 20. yüzyıl tarihinin kalanını da dahil edersek, pek doğru değildir aslında: Müttefiklerin Casablanca konferansında kararlaştırılan “kayıtsız şartsız teslim” (unconditional surrender) politikası sonucu 1945’te ulaşılan durum, “emsali görülmemiş bir galibiyet” tarifine çok daha yakındır. Alman Nazizmi ve Japon militarizmi sadece maddî değil, manevî bakımdan da öyle topyekûn bir hezimete uğramış ve hiçbir savunması, en küçük bir itiraz hakkı kalmamıştır ki, bu zeminde, ABD’nin her iki ülkeye neredeyse sıfırdan şekil vermesi mümkün olur.   

 

Kıssadan hisse: AK Parti’nin 2002, 2007, 2011, 2015 Haziran ve 2015 Kasım genel seçimleriyle ilerleyen on dört yıllık iktidarı, derin ama son tahlilde evrimci dönüşümlere tanık oldu. Birçok yorumcu buna devrim veya devrim benzeri bir durum da dedi, biliyorum. Ama değildi ve neden olmadığı şimdi çok daha iyi görülebiliyor. Devrim değildi çünkü yeni kurum, anlayış ve pratikler getirse de eskilerini radikal biçimde tasfiye edemezdi ve edemedi nitekim; böylece, 1960-2000 arasındaki kırk yılda, üç darbenin ve sonra üç çıkış sürecinin çelişkili etkileri sonucu orasından burasından rastgele teyellerle tutturulmuş “Eski Türkiye” yamalı bohçası, 2002-2016 arasında daha renkli kumaş parçalarıyla süslense de esas itibariyle bir yamalı bohça olmaya devam etti. Bu arada, her türlü rejim ve düzen gibi Kemalist Cumhuriyetin de eskidiği farkedildi tabii. 1980’lerden itibaren bazı aydınlar çıkıp Birinci Cumhuriyet bitmiştir, bize artık yeni bir toplum sözleşmesi ve ikinci bir cumhuriyet lâzım diyebildi örneğin. Bu çerçevede, Kemalizmin hastalığına genelleştirilmiş bir devletçilik teşhisi koydular ve alternatifini hem ekonomik hem siyasî liberalizmde aradılar. Her halükârda cesur bir düşünce hamlesiydi, ama tasavvurunu gerçekleştirecek toplumsal dinamiklerden de, büyük bir virajı almaya yetecek tarihsel fırsattan da yoksundu.    

 

Çıkış noktama dönüyorum: 15 temmuz 2016 bir karşı-devrimdi, AKP’nin yer yer zigzaglı da olsa Türkiye’yi bir ölçüde yenileyen ve önemli yerlere getiren reformlarına karşı. Bu karşı-devrim yenildi, ezildi, başarısız oldu. Bu yüzden, işte şimdi bir tür devrimci durum şekillendi. Hükümetin başlattığı çok kapsamlı hamleler, sırf darbe tehlikesinin tekerrürünü önlemeye yönelik kısa vâdeli adımlar olarak (ya da ağlayıp hayıflanarak) değil, asıl bu çerçevede değerlendirilmeli. Bir anlamda, İkinci Cumhuriyet’in Yeni Türkiye’yle buluşması, Yeni Türkiye olarak vücut bulması söz konusu.

- Advertisment -