Ana SayfaYazarlarMarksizm ve ahlâk (4) Göreliliğe karşı, örtüşme ve devamlılık

Marksizm ve ahlâk (4) Göreliliğe karşı, örtüşme ve devamlılık

 

[21-22 Temmuz 2018] Dünkü yazımı, Marksist tarih ve devrim teorisinin ahlâk açısından getirdiği beş problemle bitirmiştim: (i) bütün diğer üstyapılar gibi ahlâkın da tarihsel göreliliği; (ii) ahlâkın sınıfsallığı; giderek (iii) ahlâkın particiliği veya partiselliği; (iv) ahlâkın hizipçiliği veya hizipselliği; (v) ahlâkın devletçiliği veya devletselliği (ekliyorum; isterseniz devletleşmesi diyelim). Şimdi bunları tek tek ele almaya çalışacağım.

 

Bir üstyapı olarak ahlâkın görelilik sınırları. Daha önce defalarca belirttim; Marksizmde bütün üstyapılar — devlet, hukuk, ordu, din, kültür, sanat ve tabii ahlâk; hepsi ama hepsi çağın koşullarına tâbi. Hiçbiri mutlak değil; hepsi göreli — o çağa ve o toplumun (ekonomik temelinden başlayarak) genel yapısına uygun. Ve dolayısıyla hepsi çağdan çağa, toplumdan topluma sürekli değişim gösteriyor.

 

İyi ama, işin geçicilik yanında bir de devamlılık boyutu yok mu? Bir, herhalde bütün insan topluluklarında şu veya bu şekilde bir kültür, şu veya bu şekilde bir inanç dünyası, keza şu veya bu şekilde bir ahlâk mevcut. İki, en azından Homo sapiens sapiens’ten bu yana, ama son buluntulara göre (daha cılız bile olsa) Homo sapiens neandertalensis de dahil, belirli bir sanatları (hiçbir işlevsel amacı olmaksızın yaratılmış ve realitenin üzerinde ayrı bir realite kertesi oluşturan objeleri) herhalde var. Üç, herhalde “anlaşmazlıkların halli” (modern conflict resolution değil, çok daha basit ve küçük bir çerçevede settlement of disputes) anlamında pratik, sözlü bir hukukları da zamanla oluşuyor. Klan ve kabileleri arasındaki ilişkileri de, bu birimlerin kendi iç ilişkilerini de düzenliyor. Aşiret meclislerinde Dedem Korkut misali “yasa söyleyiciler” (lawspeakers) kalkıp bütün bu ilişkileri hatırlatıyor (“boy boyluyor, soy soyluyor”) ve “töre”yi ezberden tekrarlıyor. Dört, kabile toplumundan uygarlığa (yazıya, kentlere ve devlete) geçişle birlikte, artık devletli toplumlar birbirini izliyor.

 

Tarihsel birikim ve örtüşmeler. Bunları şunun için belirtiyorum: evet, “üstyapılar” (isterseniz kurumlar, müesseseler diyelim) bir yandan hep değişiyor. Ama aynı zamanda, hepsi hemen bütün toplumlarda mevcut. Dahası, bir çağ veya toplum tipinden diğerine geçişte, bütün “üstyapı” sıfırlanıp tekrar kurulmuyor. Arazi düzlenmiyor ve üzerinde yepyeni bir bina inşa edilmiyor. Tersine, kısmî söküm ve yapımlarla birlikte, taş üstüne taş koyarcasına yükselen bir süreç de söz konusu. Haydi, Marksist periyodizasyon içinden konuşalım bir fasıl. İster ilkel toplum (primitive society), ister kabile toplumu (tribal society) deyin; bağrında başlamış birçok değişim devlete intikal ediyor (zaten aksi takdirde, Marksizmin kendi mantığına göre de uygarlığa geçiş olamazdı). İbn Haldun’un Kuzey Afrika’da çok yakından gözlediği kabile asabiyye’si, bu ortak zeminden devlete doğru meydana gelen bütün sıçramalarda hem dönüşüyor, hem yaşamaya devam ediyor. Belirli coğrafyalardaki bütün tarım ve köylü toplumları, sürekli öncekilerden öğrenerek saray ve hanedan usullerine, bürokrasilerine, askerî teşkilâtlarına, koşullu toprak tevcihlerine (fiyef veya timar dağıtımlarına), nüfusun yüzde 90’dan fazlasını meydana getiren bağımlı köylüler üzerinde kurdukları vergi sistemlerine kapsam ve kalıcılık kazandırıyor. (Nitekim, bırakalım Halil İnalcık’ın Raiyyet rüsumu veya Hıristiyan sipahiler çalışmalarını; başlı başına Osmanlı tahrirlerinin köhne defter göndermeleri, çoğu zaman Osmanlı öncesiyle kuvvetli devamlılıklara işaret ediyor.)

 

Kopuş ve devamsızlıkların belki en radikali, Roma İmparatorluğu toptan silinirken Germenlerin gelip kendi “barbar” krallıklarını kurmaları ve yeni, genellikle “feodal” diye adlandırılan bir Ortaçağ uygarlığının şekillenmesi. Burada çarpıcı tezatlar söz konusu: bir yanda likiditeye dayalı (cash-based) ve hâlâ res publica özelliklerini kısmen koruyan bir imparatorluk; diğer yanda, koşullu toprak tevcihlerine dayalı (fief-based) küçük hanedan devletçikleri. Bir yanda daha çok kölelerin, diğer yanda daha çok köylülerin emeği. Bir yanda çok-tanrıcılık ile İlkçağ Hıristiyanlığının bir karışımı; diğer yanda çok koyu ve kesif bir Ortaçağ Hıristiyanlığı. Ama burada bile İlkçağdan Ortaçağa devamlılıklar da mevcut. En basiti demografi: eski Romalı nüfus ortadan kalkmıyor; yöresine göre değişen oranlarda Germenlerle (ve Slavlarla) karışıyor. Aynı paralelde, diller (Latincenin az veya çok etkisi oranında). Sonra Hıristiyanlık. Keza hukuk (Roma hukukunun  bilhassa özel mülkiyete ilişkin mirasının kapitalizmin uçvermesini ne kadar kolaylaştırmış olabileceği 1960’lardan bu yana çok konuşuldu). Buradan geçelim, dün de biraaz değindiğim “burjuva devrimi” sorunsalına. Çağdaş Batı tarihçiliğinde böyle bir kavram kalmadı gibi. Karşıtında, “askerî devrim ve modern devletin doğuşu” yaklaşımı, bir yapı, örgütlenme ve finanse edilme tarzı olarak modern devleti 1640-48 İngiliz ve 1789 Fransız Devrimlerinden çok önce, hattâ konvansiyonel dönemlendirme açısından Geç Ortaçağ içinde bir noktada başlatmakta. Deyim yerindeyse, bir “kap” (container) veya “şişe” böyle şekilleniyor diyebiliriz. Sonra Fransız Devrimi, yepyeni bir devlet tipi yaratmıyor. Ama belki bu mevcut “şişe”nin içinde, yeni sınıf ilişkileri anlamında taze bir “şarap” (old wine in new bottles değil, new wine in old bottles) dolduruyor.

 

19. yüzyıl ortalarında Marx ve Engels, tarih bilgileri itibariyle, yukarıda saydıklarımın birçoğunu, belki büyük bölümünü bilmiyor değillerdi. Ama sonuçta, tarihte devamlılığa değil devamsızlığa, birikime değil kesinti ve kopuşlara odaklandılar. Bunda bir, (Aydınlanmadan ve Fransız Devriminin kendisinden beslenen) genel devrimci haleti ruhiyeleri; iki, yeni bir şey söylüyor olmalarının ister istemez getirdiği aşırılık ve keskinlik rol oynadı. Değişimi ve toplumların yenilenmesini öne çıkarmaları; tarihsel göreliliği vurgulamaları; belirli koşulların getirdiği “olabilirlik sınırları”na dikkat çekmeleri büyük önem taşıyordu.

 

Heraklitos’un nehri ne kadar aynı, ne kadar farklı? Marksizme kadar mevcut değildi, böyle kapsamlı, mufassal bir tarihsel değişim teorisi. Döne döne söylüyorum; tarih, sosyoloji ve tarihsel sosyoloji çok şey öğrendi Marksizmden. Madalyonun diğer yüzünde, kopuşları ve göreliliği abarttıkları kanısındayım. Marx ve Engels, İÖ 540-480 dolaylarının Efesli filozofu Heraklitos’a izafe edilen “aynı nehirde iki kere yıkanmak imkânsızdır” deyişini çok önemsediler örneğin. Evet, gerçekten büyük bir sezgiydi; zamanı için insana inanılmaz gelen bir sezgiydi. Ama bir kere tam böyle değil, Heraklitos’tan elimizde kalan fragman. Daha çok, “Aynı nehirlere girenlerin üzerine başka ve daha başka sular akar” diye çevrilebilir (bkz John Manley Robinson, An Introduction to Early Greek Philosophy (Boston 1968), s. 89).

 

Âşikâr ki burada ciddî bir sorun var. Heraklitos “aynı nehir diye bir şey yoktur” mu diyor? Nehir hem aynıdır, hem değildir mi demeye çalışıyor? Dikkat edilirse, hem “aynı nehir/ler” hem “başka ve daha başka sular” ifadelerini kullanıyor. Ne anlama gelebilir? Nehir bir bakıma aynıdır, çünkü oradadır, üç aşağı beş yukarı bildiğimiz yerdedir, bize tanıdık gelen mecrası ve yatağından akmaktadır. Kıyısına, yamaçlarına, hacmine, debisine vb az buçuk âşinâyızdır. Bu yüzden de Sakarya deriz, Gediz deriz, Küçük Menderes deriz; yanına geldiğimizde veya içinden-üzerinden geçerken teşhis ederiz hangisi olduğunu. Ama bir bakıma da aynı değildir, çünkü tuttuğu, taşıdığı su değişmektedir habire. Nehre girdiğimizde üzerimize gelen “başka ve daha başka sular” yatağını da kazıp değiştirmektedir hafiften hafiften. Bu da işin aynılık veya devamlılık değil farklılık veya değişim yanıdır. İkisi, Heraklitos’tan Marksizme geçen bir başka fikirle söyleyecek olursak, “zıtların birliği”ni oluşturur.  

 

Geçişlerin “eksik”liği ve “kalıntılar” sorunu. Öyleyse ilk ve klasik Marksistler, neden hafifçe değiştirdiler ve biraz tek yanlı yorumladılar Heraklitos’u? Yukarıda söylemeye çalıştığım gibi, öncelikle genel ve evrensel bir “değişim teorisi” kurmaya çalıştıkları; bundan da her iki aşama arasında devrimin zorunluluğu ve kaçınılmazlığı sonucunu çıkarmaya çalıştıkları için. Bir çağdan diğerine, bir toplum biçiminden diğerine (meselâ nehrin mecrası ve haritadaki yeri gibi) devamlılık unsurlarının farkında değiller miydi; farkındaydılar pekâlâ. Ama işte onları, siyasî değilse bile sosyal devrim olur ve çağ değişirken eski rejimden ve üstyapılardan her nasılsa artakalan şeyler — kalıntılar (Fr. survivances) sayıyorlardı.

 

Oysa öyle küçük ve entepüften şeyler değildi bunlar; biraz gerçekçi bir şekilde etraflarına baksalar (baktıklarında), dağ taş o “kalıntı”larla, survivances ile kaplıydı. Sanayi Devriminin anavatanı İngiltere’de bile, yazılı anayasası bugün de olmayan bir meşrutî monarşi yürürlükteydi. Devlete ve orduya dükler, kontlar, vikontlar ve sair asilzadeler hâkimdi. Bir tek Fransa’da, devrim gerçekten tarümar etmişti feodal soyluluğu. Ama Almanya’dan başlayarak doğuya gittikçe, monarşi ve aristokrasinin egemenliği giderek daha kesif ve mutlak bir hal alıyordu. Bir uçta burjuvazi ve diğer uçta proletarya ise pek gözükmüyordu ortalıkta. Komünist Manifesto’nun en başındaki “Avrupa’da komünizm hayaletinin kol gezdiği” ve “Papa ve Çar, Metternic ve Guizot, Fransız radikalleri ve Alman polis muhbirleri dahil eski Avrupa’nın bütün muktedirlerinin bu hayaleti kovalamak için elele verdiği” iddiaları hayli boştu aslında. 1848’de böyle bir sosyalizm ve komünizm tehlikesi mevcut değildi. Nitekim 1848 dalgasının sarsıntıları içinde Marx, galiba şimdi önce monarşi ve aristokrasiye karşı demokratik ittifaklar kurmamız gerekiyor demeye başlayacak; böylece “aşamalı devrim” teorisinin başlangıçlarını formüle edecekti.

 

Dinlerin ve ahlâk sistemlerinin çağları aşan devamlılığı. Daha vahim bir sorun var. “Kalıntılar” diye küçümsedikleri olay, din ve ahlâk alanının neredeyse tamamı demekti (ve demek). İkisini birlikte zikrediyorum, çünkü din ve ahlâk arasında hep çok büyük bir içiçelik söz konusu oldu (ve bugün de öyle). İnsanların inanma duygusunu ve bu özlem etrafında gelişen inanç sistemlerini sırf bir ahlâk getirme misyonuna indirgemek istemem. Ama şu da bir gerçek ki dinler bu açıdan çok derin bir sosyal ihtiyaca cevap verdi. Kabile toplumunun, çok küçük ve basit ölçekteki “anlaşmazlıkların halli” (settlement of disputes) boyutundan söz etmiştim. Bu hem ahlâkın, hem hukukun (ve daha sonra devlet hukukunun) çıkış noktası oldu. Dinler ahlâken doğru ve yanlış olanı belirleyip, giderek günah ve sevap biçiminde formüle etti; hukuk bunun üzerine suç olan ve olmayan, zamanla kanunlara uygun (kanun-içi) olan ve kanunlara uygun olmayan (kanun-dışı olan) ayırımını oturttu. Büyük dinler insanlığa klan ve kabile, hattâ devlet ve imparatorluk ölçeklerinden çok daha geniş kimlik ve aidiyetler de kazandırdı. Evet, bu kimlikler de birbiriyle çatıştı uzun süre. Ama zamanla başka ve çok daha barışçı perspektiflere açıldı. Öyle veya böyle; din ve ahlâk sistemleri insanlığa bir şekilde düzen verdi; toplum halinde bir arada yaşama ve birbirine düşmeme, parçalanmamayı sağladı.   

 

Herhalde bu nedenle, büyük inanç ve ahlâk öğretileri Marksizmin değişim teorisine hemen hiç uymayan bir devamlılık kazandı. En basit bir ampirik yoklama, dinlerin tarihsel varlığının ekonomik temel – üstyapı modeliyle çakışmadığını göstermeye yeter. Bu açıdan en büyük karşılıklılık ve uyumun, avcılık ve toplayıcılık ile zoomorfik (hayvan suretindeki) totemizm arasında gözlendiğini söyleyebiliriz. Ama sonrasında, tarihsel çağlar ve toplum tiplerinin birbirini izlemesi ile değişik inanç sistemlerinin yeryüzündeki varlığı bir türlü tutmuyor birbirini. Zoomorfik totemizmin antropomorfik (insan suretindeki) çoktanrıcılığa ne zaman dönüştüğünü, kronolojik anlamda bilemiyoruz örneğin. Yani antropomorfik çoktanrıcılık işte şurada başladı diye bir tarih veremiyoruz, farklı coğrafyalarda. Ancak çok eski olduğu ve devlet öncesine dayandığı açık. Ama işte oradan, en azından Ortadoğu ve Avrupa’da, en azından İlkçağın 3500 yılı boyunca gerek “erken feodal” ve gerekse “köleci” formasyonları enlemesine katedip, İlkçağ-Ortaçağ geçişine dayandı. Başka bir deyişle, hem kabile toplumunun, hem en az iki farklı devletli toplum tipinin  “üstyapısı” oldu.

 

Benzer bir durum, üç büyük tektanrıcı din için de geçerli. En eskisi Yahudilik — herhalde günümüzden 4000 yıl gerilere uzanıyor; Tevrat’ın yazıya geçirilmesi İÖ birinci binyılın başlarına tarihlenebiliyor. Hıristiyanlık yaklaşık 2000 yıldır, İslâmiyet yaklaşık 1500 yıldır mevcut. Bu 4000-2000-1500 yıllık sürelerde insanlık gene kabile düzenini de gördü, erken kara imparatorluklarını da, köleci ekonomileri de, feodal tarım ve köylü toplumlarını da, yeniçağın erken (ticarî) modernitesini de, yakınçağın sanayi kapitalizmini de. En az beş altı çağ ve toplum tipi geldi geçti; Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet (tabii çeşitli Doğu dinleriyle, örneğin Hinduizm ve Budizmle de birlikte) hep varoldu. Yani bir üretim tarzı veya sosyo-ekonomik formasyonun yerini diğeri alması, inanç ve ahlâk dünyalarında benzer, paralel, bire bir ikamelerle karşılanmadı.

 

Marksizmin kurucuları bu noktayı tümüyle yok saymadılar. Kaydettiler, üzerinde düşündüler — ama genel tarih teorilerine yedirmediler. Zannımca bir, insanın olanca değişim içinde bir de devamlılık arzeden bir “özü” olduğu fikrine uzanabileceği (dolayısıyla sınırsız değişim fikrini zedeleyebileceği) için. İki, dinden zaten pek hoşlanmıyor, bir yanılsama veya yanlış bilinç sayıyorlardı. Üç, çatışmacı sosyolojileri icabı, toplumu birleştiren ve bir arada tutan kültürel öğelerden hazzetmiyorlardı. Dört, insanlığı mevcut din ve ahlâk sistemleri tarafından esir edilip boyun eğdirilmiş, salt itaate alıştırılmış olarak görüyor, kendileri ise o esareti yıkmayı amaçlıyordu.

 

 

- Advertisment -