Napolyon

 

[22 Nisan 2017] Bonapart olmasaydı, 19. yüzyılda “tarihte büyük adamların, dehaların, kahramanların rolü”ne, yani tarihi öncelikle onların yapıp yapmadığına ilişkin bir tartışma başgösterir miydi? Çok şüpheli. Bir kere, tarihin “yapılan” (dolayısıyla birilerinin “yaptığı”) bir şey olduğu fikri oluşmamıştı. Çünkü ikincisi, o hükümdar ve kumandanların alternatifi yoktu. Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi ve yol açtığı “içtimaî mesele” (the social question: bu yeni işçi sınıfıyla ne yapmalı) henüz patlak vermemişti. Dolayısıyla emekçi kitlelerin siyaset sahnesinde yer alması da, dünyayı sırtlayan üretici rollerinin tanınması da söz konusu değildi. Sonuçta, büyük adamlar tabii vardı ama bir büyük adamlar teorisi mevcut değildi. İskender’i, Jül Sezar’ı, Cengiz’i, Timur’u, XIV. Louis’yi, Büyük Frederick’i herkes biliyordu. Zaferleri, fetihleri, mutlakiyetleri ortadaydı. Kitaplar zaten sırf onları yazıyordu. Ama bu, vurgulu bir teorik sistematizasyon kertesine ulaşmamıştı. Karşıtına, zıddına karşı savunulmuyordu.  

 

Paradoksa bakın ki Fransız Devrimi, bir yandan Paris’in Bastille’i zapteden ve (kadınlarıyla) Versaille’a yürüyüp kral ile kraliçeyi kente dönmeye zorlayan sansculotte’larını (baldırı çıplaklarını), diğer yandan da onları hizaya sokup Marseillaise’in müziğiyle uygun adım yürüten Napolyon gibi bir lideri sahneye çıkardı. Küçük bir Korsikalı topçu teğmeninin 15 yılda generalliğe, başkomutanlığa, birinci konsüllüğe ve nihayet imparatorluğa yükselip neredeyse bütün Avrupa’yı meteor hızıyla fethederek Moskova kapılarına dayanması, zamanın bütün seçkinlerini büyüledi. Bırakın, 17. ve 18. yüzyılların ihtiyatlı “kuvvetler dengesi” diplomasisi ile buna denk düşen, kesin sonuçlu imha muharebelerinden uzak, küçük ve kısmî muharebelerini. Tâ İlkçağdan beri böyle bir kuyruklu yıldız gelip geçmemişti yeryüzünden. Yaşayan İskender’di, Sezar’dı, karşı durulmaz gibiydi. Ordular ağzına bakıyor, beyaz atını serhatlerde şaha kaldırıyor, bir işaretiyle koalisyonlar çöküp dağılıyor ve yenileri kuruluyordu.

 

Örneğin Austerlitz’te (2 Aralık 1805), çocuk kandırır gibi kandırmıştı diğer iki imparatoru. Bütün derdi, I. Aleksandr ve II. Francis’in, yaşlı kurt Mareşal Kutuzov’un uyarıları doğrultusunda daha doğuya çekilmemesiydi. Onun için günler boyu, asıl kendisinin zayıf olduğu ve çatışmaktan korktuğu izlenimini yaratmış; hattâ savaş alanının merkezinde, tâyin edici öneme sahip Pratzen Tepeleri’ni de 1 Aralık’ta kasten terketmiş; nihayet savaşı kabul ettikleri 2 Aralık günü ise, Avusturya-Rusya ordularının sol kanadını kendi sağ kanadının iyice üzerine çektikten sonra ortadan müthiş bir piyade taarruzuyla Pratzen’i tekrar ele geçirerek düşmanı ikiye bölüp darmadağın etmeye başarmıştı. Sonuç, yukarıdaki başlık resminde gördüğünüz gibiydi: Fransız tarafında 1300 ölü, 6900 yaralı ve 600 esir (toplam 9000 kayıp); diğer tarafta ise 16,000 ölü-yaralı ve 20,000 esir (toplam 36,000 kayıp). Yani olabileceği kadar hızlı ve net sonuçlu bir zafer.

 

“Bir devin ellerindeki bebekler gibiyiz.” Yaşlı mareşal Kutuzov’un uyarılarına kulak vermemekle ne kadar hatâ ettiğini çok geç kavrayan Çar I. Aleksandr’ın, 2 Aralık 1805 akşamı dudaklarından dökülen bu sözler, aslında bütün bir kıtanın hayret ve hayranlığını yansıtmaktaydı. Kendisi de bilincindeydi, baş rolünü oynadığı muazzam dramın. Gücüne mağrur, ehemmiyetini müdrikti. Yazılı basının mevcut, ama fotoğrafın henüz icat edilmediği bir çağda, kamuoyunun gözü önündeki her hareketine dikkat ediyor; sayısız ressama istikrar ve özgüven göstergesi olarak sol eli ceketi veya yeleğinin içinde poz veriyor; savaş meydanı tablolarını dikkatle gözden geçiriyor ve yerine göre düzeltme istiyordu. Austerlitz’in ertesi günü (3 Aralık’ta) yayınladığı ünlü genelge, çok yukarıdan alan “Askerler, sizden hoşnudum!” (Soldats, je suis content de vous!) hitabıyla başlarken, ordusuna en büyük ödül olarak kendi memnuniyetini bahşedebilen bir komutanın benzersizliğini kendisine bahşediyordu.

 

Ama son tahlilde o da kadiri mutlak değildi; (Ömer Lütfi Barkan’ın 1937-38’de Osmanlı İmparatorluğu için başvurduğu devlet fetişisti ifadelerle) “kopardığı kıyametlerin hercümerci içinde ayrıca çeliklenerek… her türlü gücü kendine râm etmek”ten çok uzaktı. Alt tarafı bir fâniydi ve bütün fâniler gibi yanlış hesap yapması pekâlâ mümkündü. Nitekim yaptı da. 1812’de olmadık bir Rusya seferine çıktı. Çar Aleksandr bu sefer dinledi Kutuzov’u. Rus ordusu boş yere herhangi bir kesin sonuçlu imha muharebesini riske etmeden — üstelik, arkasında yalnız “yanmış toprak” bırakarak, yani Fransız ordusuna araziden geçinme olanağı bırakmaksızın — geriledi ve 700,000 kişilik Grande Armée’yi ikmal üslerinden çok uzaklara çekti. Sonuçta Napolyon, Borodino’da kazanamadığı için kaybetti ve Moskova’dan (50,000’i Avusturyalı ve Prusyalı, 20,000’i Polonyalı, sadece 35,000’i Fransız olmak üzere) topu topu 120,000 kişiyle döndü. Bu da (“son Yüz Gün” dahil bütün ikincil iniş-çıkışlarıyla birlikte) 1813-1815 nihaî çöküşünü beraberinde getirdi.

 

Yenildi ama zihinlerde silinmez izler bıraktı. Daha 18. yüzyılın ikinci yarısında gelişen Sturm und Drang akımının atılım, fırtına ve heyecan arayışına; onu izleyen Romantizmin ise “yalnız deha”yı tanrılaştırmasına denk düştü. Beethoven katıksız bir devrimci ve cumhuriyetçiydi. 1804’te Üçüncü Senfoni’sini bitirmiş ve Napolyon’a ithaf etmişti (a Buonaparte). Yakın arkadaşı ve sekreteri Ferdinand Ries’in anlatımına göre, Napolyon’un kendini imparator ilân ettiğini Ries’ten öğrenince küplere bindi. “Demek o da sıradan bir fâniymiş. Şimdi o da İnsanın bütün haklarını ayaklar altına alacak ve sadece kendi ihtirasına yol verecek; bundan böyle başka herkesten üstün olduğunu sanacak ve bir tiran olup çıkacak” diye bağırdı. Masaya gitti, ithaf sayfasını alıp ikiye yırttı ve yere attı. Başlığı değiştirdi ve Sinfonia Eroica (Kahramanlık Senfonisi) yaptı. Ama anlaşılan içi sızlamaya devam etti. Üç ay sonra yayıncısına yazdığı bir mektupta, “aslında senfoninin başlığı Bonaparte’dir” dedi. Notalar nihayet 1806’da basıldığında, başlık sayfasında İtalyanca Sinfonia Eroica … composta per festeggiare il sovvenire di un grande Uomo (Kahramanlık Senfonisi — Büyük bir adamın anısına bestelenmiştir) yazıyordu. Dahası var. Eroica, daha sonra gelen diğer büyük senfonilerine, özellikle Beşinci ve Dokuzuncu’ya rağmen hep Beethoven’ın favorisi olarak kaldı. Ve 1821’de Napolyon’un St Helena adasında hayata veda ettiğini öğrendiğinde, Beethoven’ın ağzından “Bu acı olayın müziğini on yedi yıl önce yazdım” sözcükleri döküldü. Eroica’nın ikinci “cenaze marşı” (Marcia funebre) bölümünü kastediyordu. 

 

Bir teori olarak tarihi öncelikle büyük adamların yaptığı düşüncesi, Hegel ve Carlyle’ın aşağı yukarı zamandaş eserleriyle köşelilik kazandı. Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in 1822, 1928 ve 1830’da Berlin Üniversitesi’nde verdiği dersler, ilk defa 1837’de Tarih Felsefesi Konferansları adıyla kitaplaştırıldı (ve kısaca Tarih Felsefesi diye bilinir oldu). Hegel “Âlemin Ruhu”nun (World-Spirit) ajanları niteliğindeki “cihanşümul bireyler” (world-historical individuals) fikrini burada işledi. Böyle “büyük adam”ların kendi amaçları peşinde koşarken taraf olduğu büyük dâvâların, aslında “Âlemin Ruhu”nun iradesini gerçekleştirmeye ve dolayısıyla kaçınılmaz geleceğin yolunu açmaya hizmet ettiğini savundu. İngiltere’de ise Thomas Carlyle, 1837-1840 yıllarında verdiği bir dizi konferansı 1841’de On Heroes, Hero-Worship, and The Heroic in History (Kahramanlığın, Kahramanların ve Kahramanlara Tapmanın Tarihteki Rolü) başlığıyla yayınladı. Onun da “tarih, Büyük Adamın biyografisinden başka bir şey değildir” iddiasını formüle etmesinde Napolyon örneği çok etkili oldu. Hegel zaten (olanca otoritarizmi ve militarizmiyle) Prusya devletinden yanaydı, hattâ onu tarihin son noktası olarak görüyor ve gösteriyordu. Başka bir deyişle, demokrasi diye bir derdi yoktu. Carlyle’da ise “kahramanlar” üzerinden Büyük Adamların yüceltilmesi, ilk defa demokrasinin açık ve belirtik reddiyle birleşti (Carlyle, “çoğunluğun oylarıyla doğruya varılabileceği” fikrini saçma buluyor ve bunun yerine, Platon’un Devlet’teki (Politeia, İÖ 380 dolayları) oligarşi yanlılığını çağrıştıran bir tavırla, “en ehil” olanların yönetmesini savunuyordu). 19. yüzyılın kalanı boyunca da tarihi büyük adamların yaptığı teorisi, giderek daha demokrasi karşıtı bir rol oynamaya devam etti. Bu açıdan, Friedrich Nietzsche’nin (1844-1900) Zerdüşt Böyle Dedi’de (Also sprach Zarathustra, 1883) ortaya attığı übermensch (üstinsan) kavramı, belki önemli ölçüde bağlamından koparılıp tahrif edilmek suretiyle de olsa, aynı gelişme çizgisi içinde konumlandı. Gerçi Nietzsche übermensch’i biraz Hıristiyan transandantalizminin karşıtı bir dünyevîliğin taşıyıcısı olarak düşünmüş ve “Tanrı[nın] öldü[ğü]” koşullarda insanın ancak böyle varolabileceğini savlamıştı. Öte yandan, bizatihî “Tanrı öldü” önermesi de mevcut bütün ahlâkî bağlayıcılıkların çözülüp yıkılmasını ve insanın “iktidar iradesi”ni kovalamada böyle handikaplardan sıyrılarak bütünüyle serbest kalmasını içeriyordu. Übermensch’i özellikle İngilizceye overman (üstinsan) değil superman (üstüninsan) olarak çevirmek yanlış olmuş, aşırı sağ yorumlara büsbütün çanak tutmuş olabilir. Ne ki, Nietzsche’nin amoral (ahlâk üstü) duruşu ve gene Nietzsche’nin übermensch’i, sonuçta anadili İngilizce değil  Almanca olan (dolayısıyla çeviri hatâlarının yanılttığı söylenemiyecek) bir dünyada, Führerprinzip’e giden köprülerden birini oluşturdu.

 

Kuşkusuz Napolyon, bütün bu yorum esinti ve serpintilerinden sorumlu tutulamaz. Auden: “Ölenin sözleri, yaşayanların bağırsaklarında değişime uğrar” (The words of a dead man / Are modified in the guts of the living). Kendi çağının ölçü ve koşulları çerçevesinde, asıl şu soru önem taşımakta: Gerçekten benzersiz miydi? Ya da, tam ne kadar benzersizdi? Çağdaşları ve akranlarından ne kadar üstündü? Bütün büyük liderler için sorulabilecek bu soruyu, Plehanov cevaplandırıyor bir bakıma, Tarihte Bireyin Rolü’nde (1898). Özetliyorum. Napolyon’a bakışımızda, diyor, bir optik yanılsamaya çok dikkat etmeliyiz. Fransız Devrimi bir değil bir yığın çok becerikli general ve mareşal çıkardı. Çünkü eski aristokratik ayrıcalıkları kaldırdı ve halktan insanların, hattâ meslekten asker (astsubay bile) olmayanların, sırf yetenekleri sayesinde subaylığa yükselmelerinin önünü açtı. Lannes, Davout, Murat, Bernadotte, Ney, Bessieres, Soult, Vandamme, Nansouty, St Hilaire ve daha niceleri bu sayede öne çıktı. Napolyon da başlangıçta ve uzun süre bunlardan biriydi. Gelgelelim, en tepede sadece birine yer vardı. İngiliz Devrimi’nin Oliver Cromwell’in temsil ettiği “askerî diktatörlük” aşaması gibi Fransız Devrimi’nin de Napolyon’un temsil ettiği “askerî diktatörlük” aşamasından söz ediyor Plehanov. Bunu da bir kötüleme değil objektif bir kaçınılmazlık, devrimlerin zorunlu bir aşaması olarak kaydediyor.

 

Sadede gelelim. Bir kere Napolyon oraya yerleşince artık başkasına yer yoktu, diyor Plehanov. Bu da bütün diğer akranlarının ikincil ve tâbi konumlarda kalması demekti. İşte budur ki “onsuz olmazdı”ya götürüyor. Napolyon’un benzersizliği ve vazgeçilmezliği yanılsamasını yaratıyor. 

 

 

 

 

- Advertisment -