Ana SayfaYazarlarNâzım ve Botticelli (Venüs, Meryem, Emine)

Nâzım ve Botticelli (Venüs, Meryem, Emine)

 

[13-14 Temmuz 2016] Son bir Nâzım notu. Başlangıç noktam, Bayan Emine. Ama Bayan  Emine’ye gitmek için önce Şahende Hanım’dan geçmek zorundayım.

 

Memleketimden İnsan Manzaraları’nın birinci ktabında, korkunç, ama tek kelimeyle korkunç bir Şahende Hanım vardır. Haydarpaşa’dan 15:45’te kalkan Ankara treninin 510 numaralı üçüncü mevki vagon’unun Kadınlar bölmesi’ndeki yedi yolcunun en ihtiyarıdır. Siyah yeldirmesinin içinde / kalın kemikleri kalmıştı yalnız. Rahmetli Şerif Ağa’nın  karısıdır. Bu dünyada hiç kimseyi sevmemiştir. Öz oğlu Ratip ve üvey oğlu Yakup’a karşı da içinde kötülükten başka bir şey yoktur. Kendi elleriyle itmişti Ratip’i / Yakup’un kızıl saçlı karısı üzerine. / Yakup ya kahreder / gider, / ya öldürür Ratip’i, / Yakup’u asarlar Ratip’i öldürdüğü gibi… / Tarla, mandıra, değirmen / Şerif Ağa zadelik / her iki ihtimalde kalır bölüşülmeden. Ama tutmamıştır, bu Shakespeare’den fırlama kurgu. Çünkü Yakup’u asmayıp yedi sene vermişlerdir. Şahende Hanım bu yedi sene içinde çok çalıştıysa da, bir türlü hapiste öldürtememiştir Yakup’u. Yakında çıkacaktır ve Şahende Hanım gene düşünmektedir yeni bir oya örneği hazırlar gibi ölümü.

 

Bu arada, trene genç bir kadın binmiştir Derince’den. Gebedir, aş ermektedir. Üst rafta bir sepet kiraz vardır, Şahende Hanıma ait. Gebe kadın gözlerini kirazlardan ayıramaz. Solunda oturan Bayan Emine dayanamaz; önce fısıltıyla, sonra daha yüksek sesle, nihayet (Şahende Hanımı sağır sandığından) “Hanım nine…hu…” diye bağırarak, Bir iki tutam kiraz verin der. Gebe kadın utancından ufacık kulaklarının memelerine kadar kızarır, titrer, nihayet sarsılarak ağlarken, Şahende Hanım ağır ağır yerinden kalkar, kiraz sepetini raftan indirir ve açık pencereden dışarı döker. Ama Bayan Emine böyle bir hainlik ve mendeburluk gösterisine dahi pabuç bırakmaz. On dört yaşındaki kızı Perihan’ı, dört komünist mahkûmu götürmekte olan jandarmalara gönderip, onların biraz önce istasyondan aldıkları kirazlardan istetir.

 

Nâzım, Aydın’ın köylüklerinden dediği; meşhur bir efenin kızanı olan babasının bir sabah evin avlusunda gözünün önünde vurulmasına tanık olan; kızı Perihan’ı kadın doğum doktoru yapmak isteyen ama bazen de öldüresiye döven; kabadayı ve iyi yürekli kadını şöyle betimler (MİM, Adam Yayınları, s. 85-86):

 

Sekiz yaşında yetim kaldı Bayan Emine.

Şimdi otuz yaşındadır.

Kalın bacaklı, kocaman sarkık memeli, göbekli bir kadın.

Fakat bu hantal, harap gövdenin üzerinde

                        ipek gibi ince bir yüzü vardı:

onuncu asır Acem nakışlarında gördüğümüz,

Dede’nin nısfiyesinde nağmeleşen,

bize divan şiirinin anlattığı bir yüz…

 

Nâzım’ın 1950’lerde bile değil, daha 1941’de, çok ince, çok zarif, çok eşsiz bir güzelliği anlatmak için (herhalde Hicrî) 10. yüzyıl İran minyatürlerine, divan şiirine ve Dede Efendi’ye dönmek ihtiyacını duyması,  teşbih ve istiarelerini oralardan seçmesi üzerinde, başlı başına düşünmek lâzım. Benimse elli yıl önceydi, bu dizeleri ilk okuyuşum. O zamandan beri çok düşünmüş, daha doğrusu hayalini kurmuş, bu nasıl bir yüz olmalı diye içimden mırıldanmış; belki gençliğimde, bulsam da âşık olsam demiş olmalıyım.  

 

Benim için çok geç olduysa da, artık kültürler-arası bir cevabım var sanıyorum. 

 

Aşağıdaki üç resim de bugün Floransa’da, Uffizi galerisinde. İlki, Fra Filippo Lippi’nin (1406-1469) Hazreti Meryem, Çocuk İsa ve İki Melek tablosundan detay. 1465 dolaylarında, yani Filippo Lippi altmışına dayandığında yapılmış olmalı. Buraya sadece Meryem’in büyüleyici yüzünü aldım. İçinde büyük bir aşk hikâyesi saklı. Filippo Lippi, isminin başındaki Fra (= Fransızca Frère; kardeş, birader) ünvanından anlaşılacağı gibi, ressamlığının yanısıra aynı zamanda bir din adamı; Karmel tarikatı keşişlerinden. Gelgelelim, dünya işlerinden pek elini eteğini çekmemiş olmalı ki, Lucrezia Buti adındaki bir rahibeyle birbirlerine felâket tutuluyor ve yıllar boyu güya “gizli” bir aşk yaşıyorlar. Sonunda ikisi de yeminlerini bozarak Kiliseyi terkedecek, ama bu arada bir kız ve bir erkek çocukları doğacak. Oğlan, Filippino Lippi (1459-1504) gelecekte babasının izinden giderek parlak bir ressam olacak. Yandaki portrenin olağanüstü yumuşaklığına dikkat edin. Bu, muhtemelen Lucrezia Buti’nin kendisi. Yani Filippo Lippi sevgilisini koymuş Madonna’nın, Our Lady’nin, Hanım Efendimiz’in, Hazreti Meryem’in yerine. Ve olanca sevgisini, fırçasının ucundan bu çehreye akıtmış.

İkinci ve üçüncü resimler, Sandro Botticelli’den (1445-1510). Aradaki bağlantı, Botticelli’nin Filippo Lippi’nin atölyesinden yetişmiş olması. En geç 1462’de, yani on yedisindeyken, artık kesinlikle Lippi’nin yanında; 1465’te, ustası Hazreti Meryem, Çocuk İsa ve İki Melek üzerinde çalışırken ise yirmisinde olmalı. Filippino kendisinden on dört yaş küçük, ama Filippo 1469’da öldükten ve Botticelli 1470’te kendi atölyesini kurduktan sonra da hep arkadaş kalacaklar. Asıl önemlisi, Filippo Lippi’nin çizgi inceliği ve zarafeti Botticelli’de yaşamaya devam edecek. 

Uffizi’nin bir bakıma merkezi sayılır, 10-14 numaralı salon. Dünyanın açık arayla en görkemli Botticelli koleksiyonu (toplam 15 tablo) bu büyük dikdörtgende  yer alır. Uzun kenarlardan birinin ortasında Primavera (İlkbahar) durur (bkz en tepede, bu yazının başlık resmi), sağ çaprazında ise Venüs’in Doğuşu. 1485 dolaylarında yapıldığı tahmin edilen bu son eserde, sabah rüzgârı tanrıçası Aura ile batı rüzgârı tanrısı Zefiros, birbirlerine sarılmış vaziyette, Venüs’ü taşıyan dev istiridye kabuğunu üfleyerek ya Kythera ya Kıbrıs kıyılarına doğru sürerken, sahilde Zeus’un kızları olan “Üç Güzeller”den biri, elinde görkemli bir pelerin, tanrıçayı bekler. Ama ben bir kere daha buraya sadece yüzünü aldım Venüs’ün. Güzelliğin tarifi bu mudur acaba? Ressamın modelinin Simonetta Cattaneo Vespucci adında evli bir kadın olduğu söylenir. Botticelli’nin patronları Medici ailesidir ve hem Lorenzo “il Magnifico” Medici [ya da Muhteşem Lorenzo], hem de küçük kardeşi Giuliano, muhtemelen âşıktırlar Simonetta’ya. İşin daha trajik boyutu, Botticelli’nin de Simonetta’ya âşık olması, ancak aşkına karşılık bulamaması ve belki bu yüzden hiç evlenmemesidir. Simonetta çok önce ölür; Botticelli ise 1476’da, kendisi öldüğünde Simonetta’nın ayakucuna gömülmeyi vasiyet eder. 1510’da olur istediği; Floransa’daki Ognissanti Kilisesi’nde, gerçekten de Simonetta Vespucci’nin ayaklarının hemen dibine gömülür.  

 

Narlı Hazreti Meryem (Madonna della Melagrana), bu adı Meryem’in Çocuk İsa’yı kucaklayan sol elinde bir de yarılmış nar tutuyor olmasından alır. Genel olarak nar bereket simgesi; daha özel olarak Hıristiyanlıkta yarılmış veya patlamış nar, İsa’nın çekeceklerinin, ölümünün ama sonra yeniden canlanıp göğe yükselmesinin simgesidir. Botticelli’nin bu tabloyu da Venüs’ün Doğuşu’ndan bir iki yıl sonra, belki 1487 dolaylarında yaptığı kabul edilir. Son defa, sırf Meryem’in yüzünü çekip aldım, resmin bütününden. Biri bir pagan tanrıçasıdır, diğeri ise Hıristiyanlığın en büyük azizesi, insan-tanrı İsa’nın annesi. Venüs’ün başı azıcık sağına eğiktir, Narlı Meryem’in ise azıcık soluna. Durgunun ötesinde kederlidir, çünkü kucağında tuttuğu bebeğinin ergeç öleceğini daha şimdiden bilmektedir.

 

Filippo Lippi’nin Meryemi, eski çırağı Botticelli’nin Meryemi, gene Botticelli’nin Venüs’ü… Üçüne de aynı çizgi zarafeti hâkimdir. Modern çağın ilk sanat tarihçisi Vasari de bunu görür Botticelli’de; incelik ve zarafet timsali diye niteler.

 

Bunlar yeryüzünün gelmiş geçmiş en güzel kadınları olabilir mi?

 

Nâzım’ın Ferhad’ı, Nâzım’ın Şirin’ine bakıp düşünür: Seyreyle, Ferhad, insan yüzü nakıştan da güzel olurmuş.

 

Sizce Bayan Emine hangisidir?

- Advertisment -