Ana SayfaYazarlarSorular (2) Amerika ne yapmalı?

Sorular (2) Amerika ne yapmalı?

 

[15 Haziran 2018] Şimdi düşünün; Amerika’da yetmiş küsur yaşlarında bir eski arkadaş grubu. Bazıları emekli. Biri müzik profesörlüğünden, biri coğrafya profesörlüğünden, biri avukatlıktan, biri deprem mimarlığı ve Dünya Bankası danışmanlığından. Diğerleri aktif: iş adamı, doktor (genel pratisyen), doktor (nörolog). Dünyanın bambaşka bir köşesinden, 8500 km ötedeki Türkiye’den, hasbelkader beni bulmuşlar karşılarında. Soruyor da soruyorlar. Hepsinin çok iyi bildiği bir konu var: Kürt sorunu. Daha doğrusu, ABD’nin IŞİD’e karşı savaşta Kuzey Suriye Kürtlerini eğitmesi ve silâhlandırması yüzünden Türkiye’yle ne kadar ters düştüğünün son derece farkındalar. Irak ve Suriye’deki durumdan ise zaten çok tedirginler (unutmayalım, bunlar vakti zamanında Vietnam’a da karşı çıkmış, Amerika’nın başka ülkelere müdahalesinden hiç hoşlanmayan liberal demokrat aydınlar). Şimdi benim anlattıklarımdan ortaya çıkıyor ki, Batının Türkiye konusunda da yapmadığı hatâ kalmamış. İslâmofobi ve Türkofobi; demokrasisiz modernizasyona ve otoriter laisizme destek; halka karşı askerî-bürokratik elitten medet ummak; Erdoğan’dan kurtulma özlemi; 15 Temmuz darbesi karşısında (en hafif deyimiyle) bekle-gör tavrı; öncesi ve sonrasında Gülencilere açılan kredi ve gösterilen himaye; DAEŞ’le kendisi savaşmak yerine parayla savaştıracak yerli asker arayıp Suriye Kürtlerinde karar kılmak… hepsi bunun bir parçası. Eh, bunlar da yanlışsa, ki görüyorlar yanlışlığını, o zaman ikinci büyük soru kaçınılmaz oluyor:

Peki Halil, sence Amerika ne yapmalı?

Cevabı (diyorum) Türkiye’yi çok aşıyor kuşkusuz. Bu global bir sorunu. Olabilirliğin sınırlarını idrak sorunu. Yeryüzündeki yeni kuvvet ilişkilerini algılayıp algılamama sorunu. Yeni bir dünya düzeninin aslında ne olması ve nasıl kurulması gerektiğini içine sindirip sindirmeme sorunu.

Tarihte onbinlerce yıl Batı – Doğu ayırımı diye bir şey yoktu. İnsanlığın (Avrasya’nın küçük ve uzak Avrupa köşesine sıkışmış) bir bölümü, İS 1500 dolaylarında yerkürenin kalanı üzerinde yükselmeye başladı. Bu süreçte, elinde çok büyük güç ve zenginlik topladı. Kendine has bir iktisadî, siyasî, askerî ve kültürel çehre kazandı. Aşırı gelişerek yeni oluşan dünya kapitalist sisteminin merkezi ve tepesine yerleşti. Başka herkesi azgeliştirerek periferileştiren bir iktidar blokuna dönüştü. Sırf coğrafî anlamda batı/da olmaktan çıktı. Bu özel anlamda Batı diye anılır oldu.

 

Fakat görüldüğü gibi bu Batı hegemonyası yeryüzünde sadece 500 yıllık. Onun içinde, Yeni Emperyalizm çağı diye bir alt-bölüm var. Avrupa-merkezli deniz imparatorluklarının, artık Sanayi Devrimi’nin beraberinde getirdiği yeni teknik ve teknolojiler (buhar ve çelik, dev zırhlılar, konik patlayıcı mermiler atan uzun menzilli toplar, makinalı tüfek, demiryolları, telgraf ve telsiz, okyanus diplerine döşenen kablolar, nihayet kinin ve tropikal hastalıklara karşı geliştirilen diğer ilâçlar) temelinde, son büyük genişleme dalgasını kapsıyor. 1870’lerde başlayıp Birinci Dünya Savaşı’na uzanıyor. İngiliz sömürge imparatorluğunun olağanüstü büyümesini, Fransız, Alman ve İtalyan sömürge imparatorluklarının ise yeniden veya sıfırdan kurulmasını beraberinde getirecek. Büyük Sahra’nın güneyindeki Kara Afrika’nın kapışılması başta olmak üzere, dünyanın teritoryal paylaşımı tamamlanacak; boş ve sahipsiz toprak kalmayacak. İyi mi kötü mü; medeniyet mi talan ve zulüm mü; neden oluyor (tesadüf mü, tekelci kapitalizm yüzünden mi); nereye gidiyor (ebedî barış ve huzura mı, daha büyük savaşlara mı)… soruları etrafında dönen tartışmalara yol açacak. Hararetli savunucuları ve sert karşıtları çıkacak. Hobson, Lenin, Hilferding, Rosa Luxemburg, sonra Joseph Schumpeter ve Otto Bauer’lerin yorumlarına konu olacak.   

 

Dikkat edilirse, bu Yeni Emperyalizmin doruğu da en fazla 45 yıl. Bu dönemde, modern sanayi toplumları ile Avrupa dışı ülkeler arasındaki kuvvet dengesizliği en aşırı noktasında. Olabileceği kadar birinciler lehine. Zamanın Büyük Devletleri (Osmanlı deyimiyle Düvel-i Muazzama’sı), bu sayede “İnsanlığın Efendileri” (Victor Kiernan, The Lords of Human Kind) veya “Bütün Dünyanın Efendileri” (Anthony Pagden, Lords of All the World) mertebesine yükselecek. Ancak 1914’te bu aşama da sona erecek. 1918’den sonra sömürge imparatorlukları artık büyümeyecek. İki savaş arası dönemde statik kalacak. 1945’ten sonra ise rüzgâr yön değiştirecek; büyük bir dekolonizasyon (sömürgesizleşme) dalgası yükselecek. Bütün o denizaşırı imparatorluklar çözülüp dağılacak; 150 kadar yeni ülke bağımsızlığına kavuşacak. Devlet egemenliği, Birleşmiş Milletler üyeliği için zorunlu koşul. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde BM 51 ülkeyle kurulurken, 2011 itibariyle mevcudu 193’e ulaşacak.

 

Tabii bu, emperyalizm mirasının sonu demek değil. İnsanlık, bir, bugün de muazzam iktisadî eşitsizlik ve dengesizliklerin pençesinde. İki, uluslararası politik kurumlar (örneğin bizzat Birleşmiş Milletler) hâlâ geçmişin adaletsizliğini yansıtmakta. Üç, Yeni Emperyalizmin ideolojik ve kültürel etkileri şimdi de sürüyor. Batı-merkezcilik düşünsel bir gerçek. Oryantalizm düşünsel bir gerçek. Irkçılık düşünsel bir gerçek. İslâmofobi düşünsel bir gerçek. Sömürgecilik tarihe karışmış, ama zehirli tortusu bizimle yaşamaya devam ediyor. Dolayısıyla bir bütün olarak Yeni Emperyalizm çağını 1914’le noktalamamak, hiç olmazsa 1945-50 arasına kadar getirmek daha doğru olmalı.

 

Neden 1945-50 arası? Çünkü burada bir hegemon değişikliği söz konusu. 1870’lerden beri, emperyalizm deyince herkesin aklına öncelikle Britanya (Nâzım Hikmet’in ifadesiyle “Adalı Haydut”) geliyor. 1918-39’da bile bu imaj hâlâ kuvvetli; uluslararası ilişkilere, Milletler Cemiyeti’ne, silâhsızlanma denemelerine, Hindistan’a, Filistin mandasına… âhı gitmiş vahı kalmış da olsa büyük ölçüde İngiltere yön veriyor. Lâkin 1945’ten itibaren artık Amerika sahnede. Tam Kipling’in daha 1898-1902’de, Filipinler’in fethi sırasında istemiş ve öngörmüş olduğu gibi, “Beyaz Adam’ın misyonu”nu İngiltere’den devralıyor. Stalin’in ve Sovyetler Birliği’nin karşısına dikiliyor. Avrupa!nın batı yarısını NATO ve Marshall Planı’nın kapsamına alıyor. Hür Dünya’nın patronu ve jandarması kesiliyor. Aynı zamanda, gene Sovyetlere karşı “ara bölgeler” veya Üçüncü Dünya üzerinde egemenlik mücadelesine giriyor. Kapitalizm ve Komünizm. Washington ve Moskova. Hür Dünya ve Sosyalist Blok. “Hürriyet İmparatorluğu” ve “Adalet İmparatorluğu” (Odd Arne Westad’ın terimleri). Her iki taraf, kâh henüz (barışçı veya şiddete dayalı yöntemlerle) kurtuluş mücadelesi vermekte olan parti veya cepheleri, kâh bağımsızlığına kavuşmuş devlet ve hükümetleri kendi yanına çekmek, nüfuz alanına katmak, hiç olmazsa ötekinin nüfuzuna girmesini önlemek için her çareye başvuruyor. Yoğun ideolojik bombardımanda bulunuyor. Ekonomik yardım sunuyor. Rüşvet veriyor, kadro satın alıyor. Özellikle subayları eğitip yeni orduları ele geçirmeye çabalıyor. Bu sayede darbeler tezgâhlıyor, diktatöörlükler kuruyor-kurduruyor. 1950’lerden 70’lere, Latin Amerika ABD yanlısı askerî rejimlere, Ortadoğu ise daha çok Sovyet yanlısı Arap askerî rejimlerine tanık ve sahne oluyor. Bazen de iki kampın finanse ettiği gerilla örgütleri arasında patlak veren uzun ve sonuçsuz iç savaşlar (Angola gibi) ülkeleri cehenneme çeviriyor.

 

Öyle veya böyle, 1945’ten 1990’a, yani Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadar ABD, dünyanın (Türkiye’yi de içine alan) “Batı” yarısı üzerinde benzersiz bir iktidar sahibi. Giriyor, avucuna alıyor, pençesinde tutuyor, icabında deviriyor. Kimsenin raydan çıkmasına, olmadık arayışlara girmesine izin vermiyor. Çoğu zaman, ekonomik ve ideolojik ağırlığı (Sovyet sistemi ve tehdidine karşı koruma işlevi) sayesinde, daha fazlasına ihtiyaç bile duymuyor. Ama gerektiğinde, 1953’te İran’da Musaddık’ı, 1954’te Guatemala’da Arbenz’i, CIA tasarımı müdahalelerle kolayca yıkabiliyor. Bir yenilmezlik ve hesap sorulmazlık profili çiziyor.

 

Ancak gene dikkat edilirse, bu ağır ABD hegemonyası dönemi de alt tarafı 45 yıl. İngiltere ve Yeni Emperyalizm çağı için yaptığımız gibi, burada da asıl doruk döneminin penumbra’sını, “yarı-gölge”sini biraz daha uzatsak, meselâ 2020’ye getirsek (projekte etsek), en fazla 75 yıl. Gerçi Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte, Amerika’nın artık “tek süper güç” kaldığını ve daha da serbestlediği, istediğini yapabileceği, dilediği “yeni dünya düzeni”ni kurabileceğinden söz edilir olmuştu. Oysa hiç de öyle olmadı; yeni ve beklenmedik belâlar çıktı. Daha 1950-53’te Kore’de kazanamamış, 1955-75’te Vietnam’da ise yenilmiş, düpedüz hezimete uğramıştı. Haydi diyelim ki bu iki örnekte Kuzey Kore ve Kuzey Vietnam’ın arkasında Sovyetler Birliği ve Çin vardı. Bugün yoklar (veya eskisi gibi mevcut değiller), ama ABD çeşitli meydan okumaları defetmekte ve bölgesel çatışmaları zaptürapt altına almakta çok daha fazla zorlanıyor. Hattâ nereye el atsa, hamlesi geri tepiyor ve üstesinden gelemediği sonuçlara yol açıyor. İsrail’e kayıtsız şartsız desteği, Filistin’i  yeryüzünün en büyük kanayan yarasına dönüştürüyor; bu da gidip cihatçılığın fideliğini yaratıyor. Samuel Huntington’ın  “medeniyetler çatışması” ve “bundan sonraki düşman İslâm” vizyonu doğrultusunda, 9/11’in ardından ne idüğü belirsiz bir “teröre karşı savaş” açıyor, ama Pakistan ve Afganistan’da elle tutulur hiçbir başarıya ulaşamıyor. Aynı şekilde, Irak ve Suriye’ye de giriyor ve berbat ediyor; birinde, devirdiği Saddam’ın yerine ve diğerinde, deviremediği (devirmekten vazgeçtiği) Esad’ın karşısına hiçbir alternatif meşruiyet koyamıyor. Kaldı ki Irak, Libya ve Suriye’de yaptıkları, bütün inandırıcılığını yokediyor; sergilediği iki yüzlülük ve çifte standartlılık karşısında, eskiden olduğu gibi ahlâkî üstünlük köşesini tutması da imkânsızlaşıyor.

 

Bu arada çeşitli ülkelere diş geçirmesi (en zayıfları dışında) daha da zorlaşıyor. Darbe desen, darbe tezgâhlayamıyor; istilâ ve işgal desen, işte Irak, Libya, Suriye ve Afganistan’da  deniyor ama sonra çıkamıyor, hükmedemiyor, Vietnam’dan beter oluyor. Bunların birkaç çentik üzerinde, “aklından bile geçirme” (don’t even think of it) kategorisi yer alıyor. Söz konusu rejimlere en ufak pozitif değer atfetmeksizin söylüyorum; İran ve Kuzey Kore’ye hiç diş geçiremiyor; 1898-1902’de İspanya’dan kaptığı ve sonra “medeniyet götürdüğü” Filipinler’de, bugün Duterte yönetimine (ki haydut ve katil bir yönetim) istese de dokunamıyor. Başka bir grup ve kertede, Türkiye’de 1960, 1971, 1980 veya 28 Şubat 1997’nin bir benzerini tekrarlayamıyor. Neden? Çünkü koşullar çok değişti. Belki zengin ile orta halli ve yoksul arasındaki ekonomik uçurumlar kapanmadı. Ama nicel anlamda hepsi birden gelişir ve yükselirken, geçmişin (sömürgelik veya ilk bağımsızlık çağının) zayıf ve yoksulları, eskiden sahip olmadıkları kapasiteler kazandı. Yerel ölçekte post-kolonyal ideolojiler, millî kimlikler, toplumları bir arada tutabilen yerli aidiyet ve sadakat bağları oluştu. Bürokrasiler güçlendi, tecrübe ve direnç kazandı. Ekonomiler güçlendi; dışa muhtaç olmayan, ya da dışarıya muhtaç olma düzeyini önemli ölçüde düşüren, 1974 Kıbrıs müdahalesi sonrasındaki silâh ambargosu gibi uygulamalar karşısında ezilmemeyi mümkün kılan savaş sanayileri oluştu. Bir yandan Soğuk Savaşın sonu, diğer yandan 21. yüzyılın yeni bölgesel çatışmalarında sergilendiğini belirttiğim çifte standartlılık ve iki yüzlülük, Batının ideolojik sirayet gücünü de çok aşındırdı. Kimseyi “kızıl korkusu”yla hizaya  getirme olanağı kalmadı. Tabii (aralarındaki siyasî farklar bir yana, sırf muhalif ve muterizlikleri açısından birbirine benzeyen) İran, Kuzey Kore ve Türkiye gibi ülkelerin dünya çapında ABD’ye savaş açacak halleri yok. Ama kendi toprakları üzerinde öyle bir nicelik ve nitelik ifade ediyorlar ki, Amerika’nın ofansif bir ileri harekâta girişmesini de en azından çok pahalı, kolay kolay göze alınamayacak kadar maliyetli kılabiliyorlar.

 

Bir çentik daha yukarıda, Avrupa ABD’nin muti müşterisi olmayı çoktan bıraktı. Amerika’nın kuzeyinde Kanada, güneyinde Meksika, çeşitli konularda Trump’ı çileden çıkaran bir irade sergiliyor.  

 

Özetle, ABD hâlâ dünyanın en büyük gücü, ama yapabilecekleri eskisine kıyasla çok sınırlı. Öte yandan, bu “en büyük güç” olma halinin daha ne kadar devam edeceği de belirsiz. Uzun vâdede büyük tehdit Rusya’dan değil Çin’den geliyor. Sovyetlerin çöküşünün ardından bir nebze toparlanan Rusya, gene de görece zayıf bir ekonomiye sahip. Daha ziyade kendi dolaysız çevresini tahkim edebiliyor; ancak ABD’nin çok büyük kararsızlık gösterdiği (Suriye gibi) durumlarda, boşluktan yararlanıp orta menzilli bir adım atabiliyor. Çin ise bambaşka bir olay. Rusya ve Putin kadar dahi demokrasiyle ilgisi yok. Komünist tek parti diktatörlüğünde, bir tür karma kapitalizmle hızla gelişiyor ve bazı alanlarda ABD’den de daha ileri teknolojiye sahip bir ordu kuruyor. İlk amacı, Amerika’yı Asya kıyılarından uzaklaştırıp Pasifik ortalarına doğru sürmek; Çin hava ve deniz kuvvetlerinin kontrolünde çok daha geniş bir güvenlik alanı yaratmak. Bu arada, Zi Şinping’in “Büyük Çin”i daha şimdiden birçok Afrika ülkesinin en önemli ekonomik partneri konumuna yükseliyor.

 

Çok makro planda, insanlık sınıfsız sosyalist topluma yönelmediği gibi, liberalizm veya neo-liberalizmin mutlak zaferine doğru çizgisel bir ilerleyiş de göstermiyor. Ulus-devletlerin yerini kestirmeden küreselleşme almıyor. Tersine, liberal küreselleşmeye önemli tepkiler doğuyor.

 

Bu tablo karşısında, ABD’nin ve özellikle Cumhuriyetçilerin, işte yakın geçmişteki “W” Bush ve şimdi hemen önümüzdeki Trump yönetimlerinin büyük problemi, yeni realiteleri idrak edememeleri. Hayli değişik bir dünyada,  hâlâ eski oyunları oynamayı denediler, deniyorlar. Bu kısa vâdeli, taktik, palyatif tepkilerle hiçbir yere gidemezler. Dünya tarihçiliğinde bir ekol, insanlığın geleceği açısından geçmiş imparatorluklara bakıyor ve meselâ Perslerden veya Roma’dan  dersler çıkarmaya çalışıyor (burada, Türkiye tarihçilerinin de Osmanlı tecrübesini gündeme getirmesi açısından belki bir fırsat söz konusu, ama hatırı sayılır bir zihinsel çevikliğe ve eski klişelerden kopmaya ihtiyaç gösteriyor). Fikir şu: “yeni dünya düzeni” olacaksa da, mutlak eşitlikçi ve çoğulcu olmayacak; her şeye rağmen bir ağırlık merkezine, modifiye edilmiş bir emperyal birleştiriciliğe ihtiyaç duyacak. Lâkin madalyonun diğer yüzünde, imperium olacaksa da farklı bir imperium olacak. Meselâ Britanya, eski sömürge imparatorluğunun yerine İngiliz Milletler Camiası (Commonwealth) diye bir şey koydu. ABD bir benzerini oluşturabilir mi? Dünya ülkeleriyle çok daha yumuşak, daha eşitlikçi, daha danışmacı ilişkiler kurabilir mi? Rolünün yeni ve çok-taraflı bir pazarlıktan geçip tekrar tanımlanmasını kabul edebilir mi? Galiba bütün bunlar için Amerikan politik elitlerinin oturup çok ciddi düşünmeye ve yeni bir envanter çıkarmaya ihtiyacı var.    

- Advertisment -