Ana SayfaYazarlarTekrar Kürt sorunu (3) “Silâhların Tahtı”nın Türkiye’ye söyleyeceği bir şey var mı?

Tekrar Kürt sorunu (3) “Silâhların Tahtı”nın Türkiye’ye söyleyeceği bir şey var mı?

 

[15-16-17 Eylül 2016] Otuz küsur yıllık Kürt Savaşının tarihçilikte de, sanat ve edebiyatta da güçlü bir yankı bulmadığını söylemiştim, bundan iki gün önce (Karışık düşünceler (2) Tarih, sanat ve edebiyatta Kürt Savaşı?, 14 Eylül 2016). Eleştirildim bu yüzden. Bazı okurlar atladığım (veya atladığımı düşündükleri) yazar ve eserleri saydılar. Üç dört kişi ve gene o kadar da roman çıktı. Ayrıca değineceğim ama, bunlara rağmen kuraklık gözlemimin de, temelinde sığ ve kavruk, ruh derinliğinden yoksun bir toplum olmamızın yattığı yolundaki yorumumun da yanında duruyorum (sanırım).

 

Ama şimdilik buradan başka bir yere gideceğim; bu sathîliğin bir tezahürü de klişelere düşkünlük. Hiçbir orijinalitemiz yok; duygularımız dahi taklit; gerçekten ne hissettiğimize değil, ne hissediyor olmamız gerektiğine dair sahte jestler, abartılar, böbürlenmelerle idare edip duruyoruz. IŞİD Atatürk Havalimanına saldırdığında, örneğin, çoğu yurtdışından sosyal medyaya giren “şehrim… ülkemmm… vatanımmm… insanlarımmm… şimdi siz neler yaşıyorsunuz… ah canlarım benimmm… maalesef yanınızda olamıyorummm…” ünlemlerinin içtenliğine inanmakta zorlanıyorum doğrusu. Bir yerde hepsi birer “gösterim”den (representation) ibaretmiş gibi geliyor. İnsanlar gerçekten yas tutmuyor da yas tutarken nasıl bir görüntü vereceklerini düşünüyor. Buna karşılık, her nasılsa yeni bir şey çıktığında, kör değneğin beller misali sırf onu tekrarlayıp duruyoruz. Hrant Dink’in Ocak 2007’deki cenazesi, her şeyiyle yeni, taze ve değişikti örneğin. “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” duruşu daha önce hiç görülmedik, duyulmadık bir şeydi. Herhangi bir slogan değil, kırk yılın başı yürekten bir feryattı. Müthiş de etkili olmuştu. Dokunmamak, örselememek, özgünlüğünü öylece korumak gerekirdi, bana sorarsanız.

 

Ama tabii, aynı şey mi diye zerrece düşünmeden yapılan ucuz siyasi intihallerle, “Hepimiz Kürdüz, hepimiz BDP’liyiz”den başlayarak (ki kesinlikle aynı şey değil, çünkü ikinci kısmı, belirli bir politik  çizgiyi herkese dayatmaya kalkıyor), kullanıla kullanıla cılkı çıktı birkaç yıl içinde. Gandhi ve Mandela benzetmeleri de öyle. Kürt Hareketine şiddetten vazgeçmeyi telkin etmek ve barışçı mücadeleyi hatırlatmak için defalarca soruldu, Türkiye’nin Gandhi’si veya Mandela’sı nerede diye. O kadar çok tekrarlandı ki, yer yer, Türk köşe yazarlarının (Batı dışında) başka yabancı devlet adamı tanımadığı izlenimini bile uyandırdı. Doğrudan “Abdullah Öcalan bir  Gandhi veya Mandela olabilir mi?” şekline bile büründürüldü. Çok şüpheliyim, hele bunun olabilirliğinden. Bu arada, gerçi ben de (eski Taraf’ta) bir kere, ama umarım sadece bir kere yazdım aynı fikri. Daha genel olarak, silâhlı mücadeleler çağının çoktan kapandığını; “devrimci şiddet” hayranlığının reel bir zemininin kalmadığını; PKK’nın bu açıdan bir miadını doldurmuşluk örneği teşkil ettiğini döne döne vurguladım (en son, bkz (1) Kolombiya, nereden nereye?, 3 Temmuz ve (2) Bir tweet’in düşündürdükleri, 5 Temmuz 2016). Ama hep aynı basmakalıplılığı tekrarlamak  yerine, illâ bir benzetme veya karşılaştırma olacaksa başka ve farklı şeyler bulmak gerektiğini düşündüğümden olacak, bir daha hani bizim Gandhi’miz nerede veya bizim Mandela’mız nerede diye sormaya kalkmadım.

 

                                                                   *          *          *

 

Aradığınız, belli belirsiz ihtiyaç duyduğunuz, ama tam tarif edemediğiniz veya adını koyamadığınız fikir veya örnekler, bazen olmadık yerde, hiç beklemediğiniz bir anda çıkıyor karşınıza. Hah, buymuş diyorsunuz. Çantamda oradan oraya taşıdığım, “yolluk” kitap ve dergiler var. kâh üniversiteye gidip gelirken, kâh uçaklarda, taksilerde, hava meydanlarında azar azar okuduğum. Kısa kısa bölümlerden oluşanları tercih ediyorum, uzun bir kurgunun içinde kaybolmak ve sonra nerede kaldığımı unutmaktansa, her seferinde bir iki bölüm bitirmek kolayıma geldiği için.

 

Neil MacGregor’ın A History of the World in 100 Objects’i  (2010; Yüz Nesne Aracılığıyla Dünya Tarihi) son zamanlarda elimden düşürmediklerimden. MacGregor tam bu işin, objelerden yola çıkarak düşünmenin adamı. Müthiş bir müzeci. British Museum’a ilk 1954’te, sekiz yaşındayken girdiği cümlesinden, benim gibi 70, belki 71 olduğunu çıkarsıyorum. 1987-2002 arasında Londra’da National Gallery’nin direktörlüğünü yaptığına bakılırsa, oldukça hızlı yükselmiş olmalı. Oradan, British Museum’un direktörlüğüne geçmiş (2002-2016). Artık insan British Museum’dan sonra nereye gidebilir diye de sormayın; bu yıl, Berlin müzeleri genel direktörlüğüne sıçramış. Ama benim şimdi sonlarına geldiğim çalışması, sırf British Museum koleksiyonlarından seçtiklerini kapsıyor. Hepsi daha önce (ve çok ciddi bir ekip çalışması sonucu) BBC’nin Radyo 4’ünden bir konuşmalar dizisi halinde yayınlanmış. Kitabın on sayfalık “Geçmişten Sinyaller” girişi, “şeylerin tarihi”nin neden çok önemli olduğu ve nasıl çalışılması gerektiğine ilişkin, çok derli toplu bir historiyografik özet. Sonraki anlatımına, olabilecek en eski noktadan değil, Karnak’taki Amun Tapınağı rahiplerinden birinin İÖ 240 dolaylarına tarihlenen mumyasıyla başlıyor, bazı genel ve temel fikirleri (soruları) örneklemek için. Ancak ondan sonra, Olduvay Vadisi’nden, 1.8 veya 2 milyon yıl gerilere giden taş kesicilere dönüyor ve bir daha sapmıyor kronolojik sıradan. İnsanın insan oluşu, Buzul Çağı ve sonrası, ilk kentler ve devletler, bilim ve edebiyatın uçvermesi, ilk imparatorluklar, Konfüçyus çağında dünya, evrensel inanç sistemlerinin yükselişi, İpek Yolu ve ötesi, sarayların sırları, hacılar-akıncılar-tacirler, statü sembolleri, tanrılarla buluşma, modenitenin eşiği, ilk küresel ekonomi, hoşgörü ve hoşgörüsüzlük… gibi, bölüm başlıklarına koyduğu büyük temaların her birine 5 obje ve her objeye 5-6 sayfa hasrederek, çok titiz, çok dikkatli bir yürüyüşle bizi sonunda “Kendi Elimizden Çıkma Bir Dünya” (The World of Our Making) başlıklı Yirminci Bölüm’üne ve 1914-2010 arasından seçtiği son beş “şey”e ulaştırıyor. 

 

Yavaş okuyor, bazen altını çizerek gidiyordum, yaz boyunca. Henüz kitabın üçte birinde, yani “İmparatorluk Kuranlar” başlıklı Yedinci Bölüm’ünde ve 35. sıradaki Augustus Büstü’ndeydim sanırım (İÖ 27-25), bu yıl bunu yüksek lisanstaki Dünya Tarihi dersimde, Clive Ponting’in World History: A New Perspective’iyle içiçe geçirerek kullanmaya karar verdiğimde. Her dönem ve coğrafyaya ilişkin temel bölümleri Ponting’den, aynı zaman-mekân dilimine karşılık gelen objeleri de MacGregor’dan okusunlar ve birleştirsinler bütün “iz”leri, diye düşündüm kendi kendime. Bu da tabii ikinci, temiz, orası burası karalanmamış bir nüshasını edinip, elektronik taramaya vermeyi gerektirdi. İşte bununla meşguldüm; her bir objenin 5-6 sayfasını ayrı ayrı çekilsin diye post-it şeritleriyle işaretliyordum (ve bir yandan da, reel dünyada, Güneydoğuda peşpeşe patlayan bombalar, Fırat Kalkanı operasyonu ve kâh Tendürek’teki, kâh Çukurca’daki büyük çarpışmalarla uğraşıyor, Kürt Savaşının nereye gittiğini düşünüyordum) ki…

 

O yirminci ve sonuncu bölümde, 98. obje olarak yer alan, yukarıda başlık resminde gördüğünüz “Silâhların Tahtı” (veya Silâhlardan Yapılma Taht;Throne of Weapons) karşıma çıkıverdi.

 

                                                                   *          *          *

 

Önce tarih mi, önce nesnenin, eserin kendisi mi? Sanırım tarihten giderek anlatmak daha kolay olacak. Zaten görüyorsunuz; arkası, ayakları, kolçakları, oturacak yeri, her şeyi ateşli silâhlardan yapılma, dolayısıyla ahşap-metal bir koltuk var karşımızda. Afrika kabile geleneklerinde alçak tabureler yaygın. Yüksek iskemle veya koltuk ise çok nadir ve hep şeflere özgü, gerçekten tahtımsı bir şey. Dolayısıyla Silâhların Tahtı’na da taht denmesi, tarihsel gerçeklik zeminine oturan bir sembolizmi yansıtıyor.

 

Silâhların Tahtı, Mozambikli bir sanatçının eseri. Asıl adı Cristóvão Estavão Canhavato, ama Kester adını kullanıyor; eserlerini bu şekilde “imza”lıyor ve sergiliyor. 1966 doğumlu, yani şimdi tam 50’sinde. Silâhların Tahtı’nı 2001’de yapmış. British Museum ise 2002’de satın almış. Halen müzenin 25 numaralı salonunda sergileniyor. En çok ziyaretçi çeken eser konumunda. Bütün o nefes kesen Mısır (Mumyalar salonu), Mezopotamya (Asur Kapıları), Eski Yunan (Elgin Mermerleri: Parthenon’un iç şayak kabartmaları) ve Helenistik Çağ (Nereidler Anıtı) başyapıtları bir yana; Silâhların Tahtı bir yana. Kurulduğu 1753’ten itibaren İngiliz İmparatorluğu’yla birlikte büyüyen ve sekiz milyon eseri aşan daimî koleksiyonuyla yeryüzünün belki en büyük müzesi sayılması gereken British Museum’un, yaygın kanıya göre tek “en anlamlı, en veciz ve beliğ, insanla en çok konuşan” (the most eloquent) varlığını meydana getiriyor. 

 

Neden olduğunu anlayabiliyoruz. 19. yüzyıl piyasanın ve tüketimin kitleselleşmesine tanık olduysa, 20. yüzyıl da savaşı ve kıyımları kitleselleştirdi diyor Neil MacGregor: İki dünya savaşı, Nazizm ve Holokost, Stalin terörü, Hiroşima, Kamboçya’nın ölüm tarlaları, Ruanda iç savaşı (1915 Ermeni soykırımını da ben ekleyeyim). Özellikle Birinci Dünya Savaşının acıları, çeşitli ülkelerdeki Meçhul Asker Anıtlarına yansıdı. MacGregor için, Silâhların Tahtı da aynı geleneğin bir parçası. Mozambik iç savaşının bütün kurbanlarına adanmış olmakla kalmıyor. “Bir ülkeye, hattâ bütün bir kıtaya karşı işlenen suçların kaydını oluşturuyor.”

 

(Hemen bu noktada, ilk soru: Kürt Savaşından yola çıkan sanatsal üretimin cılızlığını Kester nasıl aşabilmiş?) Silâhların Tahtı da sanatçının çok iyi bildiği, en iyi bildiği yerel bir somutluktan yola çıkıyor kuşkusuz. Peki, hangi ruhla, nasıl olup da böyle bir evrenselliğe ulaşmayı başarıyor?

 

                                                                   *          *          *

 

19. yüzyılın son çeyreğinde yükselen Yeni Emperyalizm, öncelikle (Sahra’nın güneyindeki) Kara Afrika’ya yoğunlaştı. “Karanlık Kıta”nın öncelikle İngiliz ve Fransız, ikincil olarak Alman, İtalyan ve Portekiz sömürge imparatorlukları arasında paylaşılması tamamlandı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise rüzgâr tersten esmeye başladı. Milliyetçi parti ve hareketler doğdu. Silâhlı-silâhsız kurtuluş mücadeleleri yükseldi. Özellikle 1950’ler ve 60’lar büyük bir sömürgesizleşme dalgasına tanık oldu. Ne ki, bağımsızlığın bu toplumların hakkı olması bir şeydi; bağımsızlığa hazır olup olmadıkları başka bir şeydi. Gerçi emperyalist ideoloji de “henüz bağımsızlığa hazır olmadıkları” gerekçesini kullanıyordu; dolayısıyla buradan hareketle bağımsızlığı tanımama veya ertelemeyi savunmak, olacak şey değildi. Öte yandan, bu “hazır olmama”da önemli bir gerçek payı da vardı maalesef. Belki kökeni itibariyle bu da bizzat emperyalizmin ve kolonyalizmin olumsuz mirasıyla (yerli halkı bir veya birkaç yüzyıl boyu dışlamış ve iktidarsızlaştırmış, kendi kendini yönetme tecrübesinden mahrum bırakmış olmasıyla) ilgiliydi. Ama öyle veya böyle, hayatın dayattığı bir sorundu: Bağımsızlık için savaşmak ile kendi kendini yönetebilmek, hükümet edebilmek aynı şey değildi. Tabanda, en temel bir kertede, yerel, kabilesel, klanlar arası çekişmeler ortamında pek çok toplum henüz millet olamamıştı, hattâ olmaktan epey uzaktı. İkinci kademede, yargı, bürokrasi, ordu ve polis çok yetersizdi; etkili, tarafsız, güvenilir bir devlet aygıtı meydana getirmiyordu. Üçüncü olarak ekonomi devlet veya hükümetten ayrışmamış, özerklik kazanmamıştı. Bu koşullarda herkes iktidarın merkezine oturup kaynak paylaşımından aslan payını alarak başka herkesi dışlamak için hırsla birbiriyle dövüşmeye başlıyor ve bu tür kıskançlıkları önleyip rasyonel bir demokrasiyi çalıştırmak mümkün olamıyordu. Madalyonun diğer yüzünde ise, özellikle Afrika’ya ilişkin siyaset bilimi terminolojisinde yer eden bir kavram vardı: Big Man Syndrome (Güçlü Adam Sendromu). Özetle, iri yarı (kelime anlamıyla “yemekten şişmanlamış”), takım elbisesinin ceketini göbeği üzerinde zor ilikleyen, bütün kilit noktalara akrabalarını yerleştirerek kendini güvenceye almış, ahlâksız, vurdum duymaz, rantçı-torpilci-rüşvetçi, popüler olarak da tamı tamına Big Man diye anılan bir politikacı tipi, kıta hükümetlerinin karakteristik çehresi haline geliyordu.      

 

Bütün bunların üzerine, bağımsızlığın potansiyeli ne kadardıysa birçok durumda onu da piç eden dördüncü bir katman olarak, 20. yüzyılın ikinci yarısının ideolojik savaşları bindi. LSE’den Harvard’a geçen Norveçli Soğuk Savaş tarihçisi Odd Arne Westad’ın deyimleriyle “hürriyet imparatorluğu” olarak ABD ve “adalet imparatorluğu” olarak SSCB, Avrupa’nın doğu-batı diye ikiye bölünmüşlüğünü dokunulmaz (zira dokunulması üçüncü dünya savaşına yol açabilecek) bir veri gibi kabul edip, yüzlerini Avrupa dışına çevirdiler ve hegemonya çabalarını yeni doğmakta olan Üçüncü Dünya üzerinde yoğunlaştırdılar. İster henüz bağımsızlık mücadelesi vermekte olan parti ve/ya cephe örgütlerini, ister bağımsızlığına kavuşmuş olup kalkınmaya ve yoksulluğu altetmeye çalışan hükümetleri (ideolojik, politik, ekonomik) her yolla kendi yanlarına çekmeye giriştiler. Kâh Marksizm kâh Hür Dünya propagandası yaptılar. Kredi ve yardım paketleri sundular. Politikacı, bürokrat ve özellikle subay kadroları için eğitim programları açtılar. Bu sayede, kâh daha bağımsızlık yolundayken veya bağımsızlıktan hemen sonra rakip örgütler arasındaki anlaşmazlıkları kışkırtıp iç savaş çıkarttılar (veya sönmesini önlediler).  Kâh ister sivil ister askerî, sevmedikleri yönetimlere karşı kendi yandaşlarına darbe yaptırdılar, ya da destekledikleri yönetimlerin bu yolla devrilmemesi için karşı-darbeler örgütlediler. Bu yüzden birçok yerde millî kurtuluş ve bağımsızlık mücadeleleri (en azından bir noktadan sonra) iki düşman blokun ve iki süper devletin vekâlet savaşlarına dönüştü. En çok da Afrika halkları, kurtuluş örgütleri ve yönetimleri, böyle mecralara sürüklenmenin bedelini çok ağır ödedi.

 

                                                                   *          *          *

 

Afrika’nın güneyinin batı ve doğu kıyılarında, aşağı yukarı aynı enlemler üzerinde yer alan iki eski Portekiz sömürgesi olarak Angola ve Mozambik’in başına gelenler, bu açıdan çok öğreticidir. Her iki ülke 16. yüzyıl başlarından 20. yüzyılın  ikinci yarısına kadar denizaşırı Portekiz imparatorluğu içinde yer aldı. Her iki ülkede bağımsızlık mücadelesinin başını komünist gruplar çekti. Ardından, her iki ülke kanlı ve yıkıcı iç savaşlara sürüklendi. Mozambik’te uzun süre hep tek örgüt oldu: Samora Machel’in FRELIMO’su (Frente de Libertação de Moçambique, Mozambik Kurtuluş Cephesi); karşısına anti-komünist RENAMO (Mozambik Ulusal Direnişi) örgütü daha sonra icat edilip yerleştirildi. Angola’da ise rakip örgüt çoğalması görece erken bir aşamada başgösterdi. Önce 1956’da Agostinho Neto önderliğindeki MPLA kuruldu (Angola Halk Kurtuluş Hareketi); onu 1961’de FNLA (Angola Ulusal Kurtuluş Cephesi) ve 1966’da UNITA (Angola’nın Tam Bağımsızlığı Ulusal Birliği) izledi. Portekiz’deki 1974 “Karanfil Devrimi”nin 1975’te hem Angola’ya, hem Mozambik’e bağımsızlık getirmesi, paradoksal olarak büyük trajedilere başlangıç teşkil etti. Her iki ülkenin kısa vâdede ve yakın planda büyük sorunu, ortalarındaki Rodezya’da (şimdi Zimbabwe) Ian Smith’in beyaz azınlık rejiminin, güneylerinde ise (daha da beteri) Güney Afrika’nın ırkçı apartheid rejiminin yer almasıydı. Tarafların gene Westad’ın ifadesiyle “küresel Soğuk Savaş”taki  karşılıklı mevzilenişi öyleydi ki, Angola ve Mozambik Sovyetlerin Afrika’nın güneyinde iki büyük köprübaşı elde etmesini; buna karşılık Rodezya ve Güney Afrika, Amerika’nın bu “komünizm sızması”nı püskürtmek için bel bağladığı bölgesel güçleri temsil ediyordu.

 

Bu çerçevede, 1975’ten itibaren Angola’da, Sovyetlerin desteklediği MPLA başkent Luanda ve çevresini elinde tutup tipik bir sosyalist tek-parti rejimi kurmaya girişirken, ABD’nin karşı hamlesi Güney Afrika ve Zaire’yi desteklemek ve bu iki hükümetin MPLA’ya rakip olan FNLA ve UNITA’ya arka çıkmasını sağlamak biçimini aldı. Sovyetlerin mukabelesi ise Küba birliklerinin doğrudan müdahelesi ve MPLA’nın Luanda ile çevresindeki hâkimiyetini pekiştirmesi şeklinde çıkageldi. Gerçi SSCB 1989-90’da çöktü, Soğuk Savaş sona erdi ve bunun üzerine MPLA kıvrak bir hamleyle Marksizm-Leninizmi terkedip resmî ideoloji olarak sosyal demokrasiyi benimsediğini açıkladı. Gene de Angola’da iç savaş 2002’ye kadar yoğun olarak sürdü ve ancak UNITA lideri Jonas Savimbi’nin hükümet birlikleriyle çatışmada öldürülmesinin ardından, pek de demokratik sayılamayacak bir rejim çerçevesinde, gerilimli de olsa şöyle böyle bir barışa bağlanabildi.  

 

Mozambik’te ise anahatlarıyla benzer, sadece bazı detaylarda ayrışan bir gelişme yaşandı. 1975’te bağımsızlıkla birlikte FRELIMO, Angola’dan farklı olarak ilk ağızda tek başına iktidara geldi ve Samora Machel cumhurbaşkanı seçildi. MPLA ve Neto gibi o da hem iç politikada Sovyet tarzı bir rejim kurmaya koyuldu, hem de dış politikada Rodezya ve Güney Afrika’ya cepheden düşmanlık güden katı bir “kıtasal devrim” veya “devrim ihracı” çizgisini benimsedi. (Bu arada, ülkedeki Portekizli sivilleri İttihat ve Terakki’nin Ermeni tehcirini andıran yöntemlerle bir anda mülksüzleştirip ülkeden atmaktan da geri durmadı.) Karşılığında, bu iki ırkçı beyaz azınlık rejimi de RENAMO’yu kurdurttu ve 1976-1992 iç savaşı patlak verdi. Gerek (ayakta kaldığı sürece) Sovyet, gerekse Batı blokunun büyük miktarda silâh ve para akıttığı onaltı yıllık bu mezalim sırasında her iki taraftan terör aldı yürüdü. Kırsal alanlarda bütün sağlık hizmetleri çöktü. Mevcut altyapı yıkıldı. Yer yer kıtlık ve açlık yaşanmaya başladı.

 

Sonuçta, (bugün nüfusu 24-25 milyon olan bir ülkede) bir milyon insan öldü. 1.7 milyon mülteci komşu ülkelere sığındı. Ülke içinde milyonlarca insan evini barkını yitirdi. 300,000 kadar çocuk da yetim kaldı.Cumhurbaşkanı Machel’in 1986’daki bir uçak kazasında ölmesinin ardından, savaş ancak halefi Joaquim Chissano’nun pragmatizmi sayesinde adım adım sona erdirildi. Sovyetlerin 1989-90’da çökmesiyle birlikte, MPLA gibi artık dış kaynağı kalmayan FRELIMO da sosyal demokrat bir çizgiye kaydı. RENAMO’yla barış görüşmeleri başladı. Yeni 1990 anayasası çok-partili bir rejimi, serbest seçimleri ve piyasa ekonomisini teminat altına aldı. Bu temelde, Ekim 1992’de Roma Genel Barış Sözleşmeleri’nin imzalanması mümkün oldu.

 

                                                                  *          *          *

 

1992’de Mozambik’e barış, eh, geldi gelmesine. Ama bir de, yeryüzünün en geri, en yoksul diyarlarından biri olan bu ülkeye her iki taraftan girmiş bulunan milyonlarca silâh vardı; üstelik, onyıllar boyu o silâhlarla koyun koyuna yaşamış, ölmeye ve öldürmeye alışmış, silâhın ve şiddetin yolundan başka yol bilmemiş insanlar vardı. Otomatik tüfeği yoksa kendini güvensiz hisseden babalar, boyundan büyük kalaşnikov taşıyan sekiz yaşında çocuklar vardı. İrlanda’da bile, barış gelirken büyük bir sorundu IRA’nın silâhlarının ne olacağı. Mozambik’te muazzam bir sorundu; mukayese edilemeyecek derecede  daha büyük bir sorundu. İnsanlara ne olacağı; bütün bu çocukların, ergenlerin, gençlerin, yetişkinlerin nasıl yeniden eğitilip normal, barışçı, üretken sivil hayatlara geçireleceği, silâhlara ne olacağından da büyük bir sorundu.

 

Memleketimden İnsan Manzaraları’nda, İstanbul’dan bir taşra hapishanesine nakledilmekte olan komünist mahkûm Halil (ki kısmen Hikmet Kıvılcımlı’dan, kısmen Nâzım’ın kendisinden mülhemdir), “Seni pulluk yapacağız kelepçemin demiri” der: Ve öyle güzel buldu ki bu fikri / yine üzüldü birdenbire / ölçülü ve ölçüsüz / şiir yazmak hünerini bilmediğine. Oysa zulüm veya şiddet araçlarının üretim aracına dönüştürülmesi düşüncesi Nâzım’dan çok eskidir; Tevrat’ın İşaya 2:4 bölümü, yani belki İÖ 1000 dolayları kadar gerilere gider: Yehova’nın evinin bulunduğu dağ, dağların başı üzerinde pekiştirilecek, tepelerden yukarı yükseltilecek; bütün milletler oraya akın edecek. Pek çok halk gelecek; “Gelin, Yehova’nın dağına, Yakup’un Tanrısının evine çıkalım. O bize yolunu öğretecek, biz de O’nun yolunda yürüyeceğiz” diyecekler. Çünkü kanun Sion’dan, Yehova’nın sözü Yeruşalim’den çıkacak. Tanrı milletler arasında hüküm verecek, halklarla ilgili meseleleri halledecek. Kılıçlarını çekiçle dövüp saban demiri, mızraklarını da bağcı bıçağı yapacaklar. Millet millete kılıç kaldırmayacak, artık savaşı öğrenmeyecekler. Oradan, Yevgeniy Vuçetiç’in New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Merkezi’nin Kuzey Bahçesindeki, 1957 tarihli ünlü heykelinin, ilâhî bir kehaneti insanî bir söze dönüştüren başlığına sıçrar: “Kılıçlarımızı çekiçle dövüp saban demiri yapacağız.” İki yıldır süren Sovyet Bilim, Teknoloji ve Kültür Sergisi 1959’da sona ermiş, bütün eserler geri gitmiş, bir tek Sovyetlerin hediyesi bu yapıt kalmıştır, “BM’nin ve bütün dünya ülkelerinin genel silâhsızlanma özleminin bir sembolü” niyetine. Bir yönüyle, katıksız bir Sosyalist Realizm örneğidir. Ama ortak bir zemin aramak uğruna Kutsal Kitaplara dönmesiyle, Kruşçev döneminin “barış içinde bir arada yaşama” arayışlarının da ifadesidir.

 

 

Mozambik’te, ülkenin önde gelen din adamlarından Piskopos Dinis Sengulane’nin çağrısıyla başlayan Transformacao de Armas em Enxadas (Transforming Arms Into Tools; Silâhları Âletlere Dönüştürme) kampanyası, gücünü gene aynı kaynaklardan alır. Çok basit bir fikirdir aslında: Gel, silâhını teslim et; karşılığında kürek, çapa, tırmık, dikiş makinası, bisiklet, dam aktarma malzemeleri, kısacası sana en fazla yarayacak ne varsa onları al; savaşı ve savaşın anılarını artık kesinlikle arkanda bırakıp, barış içinde üreten bir vatandaş olmaya başla! Samora Machel’in dul eşi (sonradan Nelson Mandela’yla da evlenecek olan) Graça Machel’in sözleriyle, “gençlerin ellerindeki ölüm araçlarını alıp, onlara üretken bir hayat kurma fırsatı tanımak”tır amaç. Bütün bu güzel sözlere karşın, silâh ve şiddet iptilâsını kırmak gene de çok cesur bir adımdır, geçmişten kalma kan dâvâlarıyla, intikam hırslarıyla delik deşik bu toplumda, bütün o eski askerler ve aileleri için. Gene de projenin başladığı 1995’ten 2000’lerin ilk yıllarına kadar 600,000 küsur silâhın bu çerçevede teslim edilmiş olması, gözlemcilerle büyük başarı sayılmakta.

 

                                                                  *          *          *

 

Buraya kadarı güzel de, bundan sonrası büsbütün ilginç oluyor, çünkü hareketin fikir babalarının bir önemli koşulu daha varmış: Teslim edilen silâhlar yetkili makamlarca sanatçılara devredilecek; onlar da bu malzemeyi tam zıddına dönüştürüp “barış için sanat” yaratmak için kullanacaklar! İşte bu inat ve ısrar, Silâhların Tahtı’yla bağlantıyı kuran son halka. Daha önce de söylediğim gibi, 1966’da Cristóvão Estavão Canhavato adıyla dünyaya gelen Kester’in kendisi değil ama ailesi de iç savaş yaralısı. İki kuzeni birer bacağını yitirmiş (biri, bir kadın, yanlışlıkla mayın tarlasına girdiğinde; diğeri, erkek olan, FRELIMO saflarında savaşırken). Sonra Transformacao de Armas em Enxadas örgütü bütün o servis dışı kalmış silâhları getirip vermiş Kester’e ve mensubu olduğu (tâ 1930’larda kurulan) Associação Núcleo de Arte (Çekirdek Sanat Derneği) kollektifine. Kester de almış, bunlardan düşüne düşüne anlamlı bir montaj yaratmış. Tahtın sırtını Alman yapımı iki eski Portekiz G-3 tüfeği oluşturmakta. Namluları başaşağı dururken, dipçiklerindeki (eskiden kayışı taşıyan) vida delikleri gülümseyen yüzleri, şarjörlerinin tepede birleşen kavsi de bir Gotik kilisenin kemerlerini çağrıştırıyor. Diğer hepsi Doğu Bloku üretimi. İki kolu orijinal Sovyet (Kalaşnikov) AK-47’leri; oturacak yeri Çek ve Leh yapımı otomatik silâhlar; ayaklarında ise AK-47’nin Kuzey Kore versiyonu ile bir PPSh-43 hafif makinalısı yer alıyor.

 

Bu haliyle Silâhların Tahtı, gerçekten çok karmaşık, katman katman mesajlar veriyor izleyicisine. Evet, bir zamanlar gerçekten silâhlar taht kurmuş bu &uum

- Advertisment -