Ana SayfaYazarlarTeneke Trump’et (1)

Teneke Trump’et (1)

 

[5 Mart 2017] Günter Grass’ın Die Blechtrommel romanı 1959’da yayınlandı. İngilizceye The Tin Drum (1961), Türkçeye Teneke Trampet diye çevrildi (1972-73). Bir yetişkinin algı ve düşünce kapasitesiyle doğup daha sonra hiç büyümeyen bir çocuk etrafında döner. Oskar Matzerath bir bakıma hep üç yaşında kalır, ama bir yandan da gene bir yetişkinin hayatını (baştan çıkardığı çeşitli kadınlarla yaşadığı gizli aşklar dahil) yaşamaya devam eder. Bir özelliği daha vardır: çok tiz perdeden haykırma kapasitesi. Bazı sopranolar gibi Oskar da avazı çıktığı kadar bağırarak etraftaki camları kırabilir, ya da o cırlak sesini bir silâh gibi kullanabilir. Danzig’teki (Gdansk) çocukluğu, İkinci Dünya Savaşı ve Nazi işgali, savaş sona ererken başına geçtiği gençlik çetesi, sonra Sovyet işgali… Bütün bunlar olup biterken, Oskar’ın bir de oyuncak bir teneke davulu vardır, çalmaktan vazgeçemediği. Birini vura vura parçaladığında mutlaka yenisi alınır. En kıymetli hazinesidir.

 

Bana iki bakımdan Trump’ı ve Trump dönemini çağrıştırmakta. Birincisi, Oskar Matzerath gibi Donald Trump da büyümemiş, büyümeyen, büyüyemeyen bir çocuk. Küstah, kaba, hoyrat. Üstelik felâket alıngan. Habire kendisiyle, nasıl algılandığıyla, sevilip sevilmediğiyle meşgul. “Ham ervah”ın müşahhas hali, sözlük tanımı. Tweet’leri, canhıraş çığırtkanlığı, habire kızıp köpürmesi, basınla ve yargıyla dalaşması, önüne geleni azarlaması; demagogluğu, ikide bir yumurtladığı politik vakar ve etik yoksunu cevherler, dolayısıyla yol açtığı skandallar; kâh bu yüzden, kâh kendisi ve ekibine yönelik somut suçlamalar nedeniyle zorda kaldığında ise, tamamen temelsiz karşı-iddialarla (hani, “zeytinyağı gibi” deriz ya, işte öyle) üste çıkmaya çalışması, giderek tam bir teneke trampet algısı yaratıyor.    

 

İkincisi, bir de Türkiye’nin Trump’çıları var, bu trampetçinin arkasına dizilen. Onların da çocuklukta, hafiflikte, yüzeysellikte, güvenilmezlikte Trump’tan aşağı kalır halleri yok. Nüanslı bir kafaları, analitik düşünce yapıları mevcut değil. Sırf klişe ve slogan konuşuyorlar. Politika icabı, her gücü, kişiyi veya olguyu ya yüzde yüz karalayacak, yerin dibine batıracaklar. Ya da yüzde yüz aklayacak, göklere çıkaracaklar. Ortası yok, herhangi bir ihtiyat payı yok; epistemolojik özgüven yüzde 1500’lerde. Nitekim bu haleti ruhiye içinde Obama’nın Amerika’sını 15 Temmuz darbesini örgütlemekten de, Reina katliamından da, Karlov suikastinden de sorumlu tuttular (o kendinden çok emin ilk saniye tweet’leri nerede şimdi?). Madalyonun diğer yüzünde ve hele 8 Kasım 2016’dan bu yana geçen dört ayda, Trump hayranlığını ise ifrattan tefrite vardırdılar. Siyasî ittifak arayışını (ki olabilir), topyekûn onay düzeyine çekip dejenere ettiler, ediyorlar. Neredeyse her yaptığını Türkiye halkına beğendirmeye, beğendiremiyeceklerini bildiklerinden ise hiç söz etmemeye, bunları âdetâ kamuoyundan gizlemeye çabalıyorlar.

 

                                                  *          *          *

 

Nasıl oluştu bu durum? Türkiye ve özellikle bir kısım AKP medyası, nasıl oldu da bütün Avrupa’nın Trump’a ve Trump yönetimine karşı en eleştirisiz medyası haline geldi? Hattâ Rusya’da ve Putin medyasında bile belirli bir hayal kırıklığı ve dönüş (en azından soğukluk ve suskunluk) başladığı halde, bizim Pelikancı, “en öz hakikî reisçi” kesimlerimizin Trump’a ilişkin paradigmatik körlüğü niçin devam ediyor? 

 

Şunların hepsi doğru: (a) Obama döneminde bir kısım büyük Batı medyası (Gezi’den başlayarak CNN, BBC, New York Times, Wall Street Journal, Le Monde ve Le Monde Diplomatique, ilh) yanlı haber ve yorumlarıyla Türkiye etrafında belirli bir dış kuşatma oluşturdu. (b) Batı düşüncesinde çok derin kökleri olan Oryantalizm ve İslâmofobi, bu dış kuşatmanın ideolojik temellerini meydana getirdi.

 

(c) Üzerine, eskimiş bir “ezilen halkın devrimci şiddetini destekleme” romantizmi bindi. Kürtlerin haklı taleplerinin ötesinde, özellikle PKK’nın Temmuz 2015’te başlattığı “yeni devrimci halk savaşı”nın, Güneydoğu il ve ilçe merkezlerinde kazılan hendek ve kurulan barikatların hayırhah, himayeci bir yaklaşımla haberleştirilmesine yansıdı. (d) Aynı “Kürt dostu, Türk karşıtı” önyargı (ki vardır, reeldir, kabul etmek gerekir), Obama yönetimiyle Türkiye’nin yollarının Suriye krizinde bilhassa PYD/YPG üzerinden giderek ayrılmasında da etkili oldu.

 

(e) Gerek Batı medyası, gerekse (bir kere daha Obama yönetimi dahil) pek çok Batı hükümeti, 15 Temmuz 2016 darbesine de illâ çok kötü bir şey gibi bakmadı. Bir ilke meselesi olarak görmedi. Hangi ülkenin olursa olsun, canına kastedilen demokrasinin yanında durup durmamak diye algılamadı. En azından umursamazlıkla; “Erdoğan yandaşları ve karşıtları” ya da “İslâmın iki ayrı kesimi” arasında sahte bir tarafsızlık havasıyla; hattâ içten içe ellerini oğuştururcasına karşıladı. O gece ekranlardan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “işinin bittiğini” ilân edenler bile oldu. (Hemen ertesi sabah, Onur gecesi (3) Utan BBC!’de yazmıştım bunları [Serbestiyet, 16 Temmuz 2016]. Sahi, orada defalarca alıntıladığım, BBC’nin güvenilir Ortadoğu uzmanı, Royal United Services Institute’tan Michael Stephens şu sıralar yüzünü nerelerde saklıyor acaba?)

 

(f) Darbenin püskürtülmesini izleyen aylarda bu menfîlik, kâh FETÖ gerçeğinden şüpheye, kâh OHAL’in (yanlış ve haksız uygulamalarının eleştirilmesinin ötesinde) derhal kaldırılmasını talep etmeye — yani Türkiye’nin darbecilerle mücadelede kendi elini kolunu bağlamasını isteyecek kadar ileri gitmeye dönüştü. Darbe hazırlığı içinde veya sonrasında apar topar yurtdışına kaçan Can Dündar’ların veya FETÖ’cü subayların yalanları benimsendi ve Türkiye’ye karşı “delil” oluşturdu.

 

Hepsi, Türkiye kamuoyunda ABD’si ve Avrupa’sıyla Batıya karşı derin bir güvensizlik doğurdu. Bu tepkiden Obama yönetimi de payını aldı. Son sekiz ayda Türkiye, ABD’ye, daha doğrusu Obama yönetimine alternatif aramaya girişti. Bu da kâh (bir bütün olarak Amerika’ya karşı) Rusya’ya ve Putin’e, kâh (Demokratlara ve Hillary Clinton’a karşı) Cumhuriyetçilere ve Donald Trump’a yönelmeyi beraberinde getirdi.

 

                                                   *          *          *

 

Başta da söylediğim gibi, bu kadarı olabilir; günümüz dünyasında olmayacak şey değil. Bir zamanların Soğuk Savaş kampları çözüldü; kapsayıcı ideolojik çatılar ve bunlara denk düşen sabit bloklar kalmadı. Kimsenin kendi açısından yüzde yüz temiz, yüzde yüz ahlâklı diyebileceği bir aidiyet mevcut değil. Başka bir deyişle, olabilecek bütün müttefikler kirli. Nasrettin Hoca’nın kelek diye attığı bütün karpuz dilimlerini, susayınca geri dönüp eşeğinin pisliğine “şurası değmiş, burası değmemiş” diye tek tek toplaması gibi, herkes az çok kirli müttefikler arasından seçmek zorunda. Hele Batı’nın, bunca hatâdan sonra hiç sureti haktan davranacak hali yok. “Tencere dibin kara; seninki benden kara.” Ama aynı şey Türkiye’nin hem kendine bakışı, hem dış politikası için de geçerli.

 

Bana kalırsa hükümet bunun hayli farkında ve önündeki bütün opsiyonları açık tutmak noktasında çok temkinli davranıyor; ne Putin’e topyekûn angaje, ne de Trump yönetimine. Sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan, o da yalnız bir iki kere ihtiyatsızlık yapacak gibi oldu, ABD politikasına bulaşmak konusunda. Örneğin Trump’a karşı ilk anda patlak veren gösterilere karşı çıktı; durum bakalım ne oluyorsunuz dedi. Bir de, Trump bir CNN muhabirini ilk defa terslediğinde, CNN’in Gezi olayları sırasındaki tutumunu da hatırlatarak, Trump’a hak verdiğini söyledi — ki bu, ister istemez, Trump’a karşı yapılan yayınları Türkiye’nin maruz kaldığı dış kuşatma ile aynı düzeyde provokatif ve manipülatif bulduğu anlamına geldi.

 

İkisi de çok gereksizdi kanımca, çünkü dış politika beklentileri başka; diğer ülkelerin iktidar-muhalefet çatışmalarına bulaşmak başka. Türkiye nasıl başka ülke politikacıları ve devlet adamlarının (meselâ birkaç yıl önce Joachim Gauck’un yaptığı gibi) gelip kendi iç politik sorunlarına taraf olması ve muhalif göstericilere arka çıkmasına zerrece hoş bakmıyorsa, aynı şekilde başka ülkeler de Türk devlet adamlarının benzer davranışlarına zerrece hoş bakmayabilirler. Fakat hem Cumhurbaşkanı Erdoğan bu yaklaşımı sürdürmedi, hem de hükümet hiçbir şekilde açık çek vermedi Trump yönetimine. Tavrını spesifik siyaset değişikliği talepleriyle sınırladı: Obama politikalarını değiştir; PYD/YPG’ye yaslanmaktan ve SDG’yi zırhlı araçlarla, ağır silâhlarla vb donatmaktan vazgeç; FETÖ’nün ne demek olduğunu anla; Gülen’i iade edebiliyorsan et, ya da 15 Temmuz darbecilerine karşı mücadelemize, destek olamıyorsan bile en azından köstek olma. (Nitekim son haftalarda, bu ve benzeri noktalarda ABD yönetiminin Obama’dan Trump’a değişmemiş gözüken — ya da en azından henüz değişmemişe benzeyen — bütün politikalarına karşı Türkiye hükümetinin gayet net tavır aldığını ve hiç lâfını esirgemediğini; örneğin ABD’nin 2016 Türkiye İnsan Hakları Raporu’nu FETÖ’yü yok sayması ve PKK’yı kayırması bakımından “kabul edilemez” bulduğunu tok bir şekilde belirttiğini görüyoruz.)          

 

Ne ki, alıp başını giden hükümet değil (biraz da Erdoğan’ın hatâsıyla) hükümet yanlısı medya oldu son aylarda. Donald Trump’a hükümetin açmadığı kredileri açan, basın ve televizyon kanalları oldu. Serbestiyet’teki İngilizce yazılarında Adam McConnel’ın sürekli dikkat çektiği gibi, çok ucuz ve yüzeysel bir paralellik kuruldu, Türkiye ve Erdoğan ile ABD ve Trump arasında. Bakın işte, Erdoğan da çeperden geliyor, Trump da; burada da bürokratik vesayet var, orada da; Cumhurbaşkanı Erdoğan da basının ve yargının millî iradeye pranga vurma girişimleriyle yüz yüze, Başkan Trump da; öyleyse Erdoğan haklı olduğu gibi Trump da haklı (olmalı)… şeklinde benzetmelere girildi. Bu da Trump’ın Türkiye halkında bütünüyle “iyi” gibi tanıtılmasına, neredeyse eleştiriden muaf ilân edilmesine yol açtı. Trump’ın ve bütün ekibinin, yeni ve çok sağcı, çok hegemonyacı, çok emperyalist bir Amerikan milliyetçiliğinin şahlanışını temsil ettiği her nasılsa gözden kaçıverdi. Trump ve Erdoğan kader birliği içindeki yol arkadaşları, dâvâ arkadaşları, silâh arkadaşları gibi lanse edilir hale geldi.

 

Üç küçük nokta. Bir, siyasette uzlaşmak, ahlâktan ve ahlâkî ölçütlerden kopmak anlamına gelmez, gelmemeli. İki, ABD’nin (ve Rusya’nın) öyle ayrıcalıklı yol arkadaşı, silâh arkadaşı, dâvâ arkadaşı diye bir şey olmaz; unutun böyle hayalleri. Üç, bütün ülkelerin faraza Yeşilleri birleşebilir, Liberalleri birleşebilir, Muhafazakârları birleşebilir, Sosyal Demokratları birleşebilir, belirli platformlar etrafında (nitekim Avrupa Parlamentosu’nda kurdukları gruplarda az buçuk birleşebiliyorlar da).

 

Ama Fichte ve Herder’den beri kendi içinde birleşemeyecek ve birleşmeye çağrılamayacak bir küme vardır: Bütün ülkelerin milliyetçileri. Hele ABD milliyetçileri ile diğer, haliyle daha zayıf ülkelerin milliyetçileri.

 

 

- Advertisment -