Ana SayfaYazarlar'Beni o subaylardan birinin karısı yapacaklardı'

‘Beni o subaylardan birinin karısı yapacaklardı’

 

 Bu hikaye  gerçektir.

Kahramanının kimliğini saklamak için

yer ve kişi adlarını ve diğer şahsi bilgileri değiştirdim.

 

Doğup büyüdüğü küçük kasabada büyük bir talih kapısı aralanmıştı Cemile için..  Bir şefkat kolu uzanmıştı sıkıcı hayatına.  Ne anasından ne babasından  tatmadığı o kucaklayan sarmalayan duygu birden bire hoş bir sıcaklıkla kavramıştı ruhunu. Hele o Safiye Abla yok muydu. Hiç olmayan ablasıydı. Her sıkıntısında her üzüntüsünde onu yanı başında buluveriyordu. 

 

Astığı astık kestiği kestik babasının altında ezile ezile unufak olmuştu. Annesiyle ise arası kendini bildi bileli şekerrenkti. Hiçbir şeyini paylaşamıyordu onunla. Arkadaşları desen hiçbiri anlamıyordu onu. Olsun, Safiye Abla vardı. Bu hatırşinas kadınla saatlerce konuşmaya doyamıyordu. Sadece Safiye Abla mı? Sohbetlerde tanıştığı herkes onu sevgiyle karşılamıştı. Etrafında dönen ilgi alaka ile kendinden geçiyordu.

 

O gün bugündür düzenlenen hiçbir Abla'nın sohbetini  kaçırmıyor, bir yandan da hafta sonları bir saat mesafedeki Manisa'da  Cemaat'in üniversite hazırlık dershanesine devam ediyordu. Manisa'da dershaneye devam etmekle kalmıyor,  dershanenin yurdunda geçirdiği hafta sonlarında Ablalar tarafından özel olarak da çalıştırılıyordu.

 

Liseye başladığından beri kendini mimar olarak hayal etmişti. Birbirinden güzel evler inşaa edeceği yeni hayatını özleyerek yatıyordu her gece uykuya.

                               

                                                                       * * * *

 

İstanbul Hukuk Fakültesini kazanmıştı. Mimarlık hayalleriyle yatıp hukuk kitaplarının arasında uyanmış olmayı ilk başlarda yadırgasa da alıştı yavaş yavaş. Ticaret hukukuna, anayasaya ve ceza hukukuna. Tuğla gibi kitaplara ve bilumum derse alışmayıp da ne yapacaktı ki. O nankör biri değildi. Manisa 'da Ablalar onu özel olarak çalıştırmamışlar mıydı? Dershanede sağlam bir indirim de yapmışlardı. Üstündeki onca emeği nasıl inkar edebilirdi. Buraya adımını attığından beri paşa kızı gibi ağırlanmamış mıydı? Kalacağı yer bile daha o İstanbul'a adımını atmadan hazır değil  miydi? Onların yardımı olmasaydı şimdi herhangi bir taşra üniversitesinde okuyacaktı en iyi ihtimal.

 

 

Hukuk fakültesi, Safiye Abla'nın kararıydı. Safiye Abla'nın kararı da kulağa fısıldanmış bir karardı. Fısıldayan Bölge Abla'sıydı.  Zincir böylece uzayıp gidiyordu. Okyanus ötesinden gelen her emir gibi,  ''Genç arkadaşlar hukuk fakültelerine yönlendirilmeli,'' emri de dalga dalga tüm ülkeye yayılmış, bir çok üniversiteye hazırlanan gençlerin gelecek planlaması bu emre göre yapılmıştı.

 

''Bize başarılı hukuk öğrencileri lazım. Senden beklentimiz çok yüksek. Boş ver mimarlığı Sen hukuk oku,'' deyivermişti Safiye Abla.

 

 ''Hizmet olarak senden beklentimiz çok yüksek,'' cümlesi başını döndürmüştü Cemile'nin. Şimdi düşünüyordu da, hayatının seyrini bu övgü belirlemişti. Zaten, ''Hizmet'' kelimesi büyüleyiciydi. Düşünsenize, genceciksiniz, büyük bir dava içinde bir hizmetin erisiniz.  Yaşadığı şu hayat daha bir anlam kazanıvermişti gözünde.  Bencillikten sıyrılmış hissediyordu kendini. Esas duygu şuydu: Adanmışlık. Ah o adanmışlık hissinin verdiği tatlı sarhoşluk.  İşte bu oltaya gelmişti egosu.

 

 Hemen çalışmaya koyulmuştu.

 

İstanbul'a gelince, yepyeni bir hedef daha edindi. Kendisi de Abla olacak, Cemaat içinde önemli bir yer edinecekti. Hayallerinde, Fetullah Gülen ile tanışmak için Amerika'ya gidiyor, onun ağlamaktan şişmiş gözlerinde kendini takdir eden bakışlar yakalıyordu.

 

Okul yakınlarında bir ''Hizmet Evi''ne yerleştirilmişti. Sıkıntısız,  zahmetsiz, asude bir hayata kavuşmuştu nihayet. Huzur içinde derslerine çalışıyordu. Sadece bir keresinde her öğrenciye zorunlu tutulan Sızıntı Dergisi aboneliği kotasını dolduramadığından dolayı fırça yemişti o kadar. Kotaya yaklaşmak için kimselere sezdirmeden iki aboneliğin parasını kendi cebinden vererek uzaktan iki akrabasını abone bile yapmıştı.

 

Yıllar yılları kovalıyor, Fettulah Gülen'in vaazları, Ev Ablaları'nın ve  Sohbet Hocaları'nın  sohbetleri  ile dolu günler geçip gidiyor, mezuniyet zamanı yaklaşıyordu.

 

Ev Ablası'ndan bazı hikayeler duymaya başlamıştı. Bir tıp doktoru vardı, uzman olup da İstanbul'da bir üniversitede Yardımcı Doçent olarak atanabilmesi için eşinin başının açık olması lazımdı ve karısı hiç düşünmeden,  ''kendini feda etmişti''. Ne hizmet erleri vardı. Hocaefendi bu hanıma imzalı ve yine bizzat kendi el yazısı ile yazdığı dualı ''Bir Kırık Dilekçe'' kitabını yollamıştı.

 

Bu hikayeyi dinlediği andan itibaren kafası karışmaya başlamış, şüphe tohumları gönlüne ekilmeye başlamıştı.

 

Bir gün ev ablası da eline bir not sıkıştırdı. Bölge ablası onu yanına çağırıyor, özel bir görüşme yapmak istediğini söylüyordu.

 

                                                                       * * * *

 

''Seninle ilgili aldığımız kararı açıklıyorum. Senden örtünü açmanı istiyoruz.''

 

Cemile'nin elindeki fincan titriyor bir an. Ağzındaki lokma büyüyor.

 

''Biz seni çok önemsiyoruz,'' diyor Bölge Ablası pes tonda bir sesle. ''Dört yıllık performansın çok iyi. Bize çok güven verdin. Tam bir hizmet eri oldun. Seni çok önem verdiğimiz bir subayla tanıştırmayı ve eğer birbirinizi beğenirseniz de evlendirmeyi düşünüyoruz.''

 

Elindeki çay bardağını sehpaya bırakıyor. Ağzında büyüdükçe büyüyen lokmayı güç bela yutuyor. Ellerinin titrediği belli olmasın diye pardösüsünü düzeltir gibi yapıyor.

 

''Biz senin resmini bizim için önemli bir subaya gösterdik, resimden seni  beğendi, örtünü çıkarmayı kabul edersen bizim belirleyeceğimiz bir yerde seni ilgili kişiyle görüştüreceğiz.''

 

Renk vermemeye çalışsa da şaşkınlığı yüzünden akıyor.  Kulakları uğulduyor. Sanki paralel bir evrende bambaşka bir dünyada gözlerini açmış gibi. Şimdiye kadar kendine öğretilen her şey bir anda ve tam da ''kendine öğretenler tarafından'' yıkılmış durumda. Farklı bir gerçeklik düzlemine geçiş yaptı hem de ışık hızıyla.

 

Bunca yıldır dinlediği vaazları tarıyor, tarıyor, tarıyor. Beyni bir bilgisayar gibi çalışıyor o anda, bütün veriler dosyalar taranıyor.  Şu anki konuşmayı meşru kılacak herhangi bir veriye rastlamıyor.

 

Bölge ablası ise sanki alelade bir şeyden bahsediyor. Bunu ona teklif olarak sunulmuyor bu bir emir daha da ötesi lütuf.

 

Hiçbir şey söyleyemiyor. Şimdiye kadar hep ''Peki Abla, sen bilirsin Abla…'' dediği kişiye nasıl olur da hemen ''Hayır'' desin. Yok ki dağarcığında o kelime.

 

O meşum günün gecesinde, hezimete uğramış halde boylu boyunca uzanıyor yatağına. Oda arkadaşı Halime'ye bakıyor imrenerek. Kız çoktan uyumuş, düzenli ve derin soluk alış verişlerini dinliyor bir süre. ''Ne kadar da huzurlu diyor,'' kendi kendine.

 

''Hizmet evleri''nde kalan bazı başı açık arkadaşlarına benzer teklif yapıldığını bilmiyor değildi ama gene de sarsılmıştı işte.  Belki de hiç kendi başına geleceğini düşünmediği için bu şaşkınlığı. Oysa yanı başında tatlı tatlı uyuyan Halime bile bu tür bir teklifle karşılaşmamış mıydı daha geçen yıl. O da, ''Ben şu an açık biriyim ama ya ilerde böyle bir şeye niyet edersem ne olacak? ''diye sormuş ve şu cevabı almıştı:

 

''Hayır, katiyen böyle bir karar alamazsın emrimizin dışına çıkamazsın asla örtünemezsin hizmete kendini feda etmelisin'' 

 

Halime de onlara karşı gelememiş, bu durumu kabullenmişti. Şimdi düşünüyor da, belki Halime için bu teklif bir can simidiydi.  Örtünmesini telkin eden kalp ve vicdanının baskı ve tazyikinden kurtulmuş, sorumluluğu Hizmet'e bırakmıştı.  

 

Uyumak için gözlerini kapadığı anda kendini gene o kanepede Bölge Ablası'nın karşısında buluveriyor. Ne korkunç ne uzun bir gece.

                                                          

                                                                         * * * *

 

''Sen hizmete ihanet ediyorsun. Nasıl olur da reddedersin? İnsanlar ne fedakarlıklar yapıyorlar sen biliyor musun ?''

 

Bir hafta düşünüp kararını iletmek için yine Bölge Ablası'nın karşında ondan apansızın gelen bu saldırı karşısında kıpkırmızı kesiliyor.  Kadının bakışları altına ezildikçe eziliyor. Elindeki bardağı sanki onu boğulmaktan kurtaracak bir dal parçasıymış gibi sımsıkı kavramış. Ah bir çıkabilse şu onu önüne katarak götüren korkunç nehirden.  Ilınmış çaydan bir yudum alıyor zar zor.

 

Kendisi de örtülü Bölge Ablası buz gibi gözlerle, üstten üstten, bir ona bir başındaki örtüye bakıyor. Bunun hala burada ne işi var dercesine.

 

Cemile boş bardağı sehpaya bırakıyor iyice küçülmüş dertop olmuş bedenini hafifçe öne vererek.

 

Bölge ablası sormuyor, ''Bir tane daha?' diye. Oysa hep sorardı.

 

Onun yerine kadının ağzından dökülen şu cümle tokat gibi çarpıyor yüzüne: 

 

''Sahabeler ne işkencelere katlandı, hayatlarını feda ettiler din için, sen dinin için ne yaptın? Bir başını açmaktan acizsin. Bizi düş kırıklığına uğrattın. Bu hizmete ihanettir.''

 

                                                                        * * * *

 

Yine yatağında. Yine başka bir gece. Geceler bu iş başına geldi geleli bir karabasan. Kafasında sürekli bu cümleler yankılanıyor. ''Bizi düş kırıklığına uğrattın'' diyor Ev Ablası, oradan kafasını uzatıyor bölge ablası: ''Bu hizmete ihanettir''

 

Tekrar tekrar dönüyor kafasında yaşadıkları.  "Senden beklentimiz çok yüksek" makamından "Bizi düş kırıklığına uğrattın" makamına düşüşün altında eziliyor. Hocaefendi bu kararını biliyor mu acaba? Hakkında öyle hikayeler dinlemişti ki sanki onun ağlak gözleri hep üzerindeydi. Sanki binlerce kilometre öteden kerametiyle kararını biliyor ve kendini kınıyordu.

 

Diplomasına bile sevinemedi. Hala çalışma masasında kaldırılmayı bekleyen kefenlenmiş bir cenaze gibi bembeyaz duruyor teneşiri andıran vaaz kitaplarının üstünde. 

 

Fikirlerine güvendiği biri olsa. Ah keşke. İçini açsa. Anlatsa. Anlatsa. Biraz rahatlasa. Tam göğsünün ortasındaki şu kördüğüm çözülse. Gölünün penceresini aralayıp biraz rahatlasa. Hoş, yapısı pek müsait değildi iç dökmelere. Öyle ağzı mühürlüydü ki sır sızmazdı. 

 

Günlerdir bir çare için düşünüp taşınıyordu. Doluya koysa almıyor boşa koysa dolmuyordu. Gözlerini kapadı. Aralık pencereden giren ıhlamur kokulu yaz yelini içine çekti. Tam günlerdir uykusuz bedeni rüya alemine yuvarlanacaktı ki gözlerini fal taşı gibi açtı. Birden yataktan doğruldu. Bunu neden düşünmemişti ki? Kalbi deli gibi çarpıyordu.

 

Usulca Halime'yi uyandırmadan yatağından çıktı. Çalışma masasının üstünde duran bilgisayarı eline alıp tekrar yatağına döndü.

 

İnternete sadece derse faydası olacak şeyler için girmelerine izin vardı. Onun dışında subaylarla evlendirilecek ya da savcı ve hakim yapılacak  bir gurup öğrenci için Zaman gazetesinin sitesine bile girmeleri yasaktı. Hele hele Fetullah Gülen ile ilgili sitelere, asla ve asla girilmeyecekti. İnternette dolaşmaya başladı.

 

Derdi ile ilgili belli başlı anahtar kelimeleri Google'a girip tarama yapıyor. Derdine derman olacak bir cümle dahi olsa kaçırmamak için pür dikkat her şeyi yutarcasına okuyordu. Arayışı sürdü. Ta ki bir Risale-Nur  Talebesi'nin web sitesini bulana kadar. Sitede bir sürü makale vardı. Birkaçını okuyunca, ona derdini anlatan bir mail yazmaya karar verdi. Belki derdine bir derman bulurdu.

 

Ertesi gece herkes uyuyana kadar bekledi ve mailini kontrol etmek için usulca yatağından çıktı. Gelen kutusu bomboştu. Bir sonraki gece de yine tam takır kuru bakır bir gelen kutusuyla karşılaştı. Artık dayanacak takati kalmamıştı. Üstündeki görünmez baskı çok yoğundu. En kötüsü de kendine bahaneler üretmeye başlamıştı. ''Ya haklılarsa ya bu yaptığı çok büyük bir nankörlükse?''

 

Üçüncü gece mailine bakmak için masasına oturdu. Mail kutusunda bir yeni iletiniz var mesajını görünce kalbi neredeyse duracaktı. Maili açıp okumaya başladı.

 

Nur Talebesi'nin satırlarda yankılanan sesi çok netti. Hizmet hareketinin kendisine yapılan bu teklifinin kat'i surette,  Kuran ve sünnet usul ve ilkeleriyle bağdaşmadığını söylüyordu.  Mümin bir insandan hizmet adına böyle bir talepte bulunmak ne imani ne Kurani'ydi. En açık tabirle bu bir zulümdü. Orduyu ele geçirmek iman hizmetinin temel vazifesi olamazdı. Hatta bunun İslam'a ve imana hiçbir katkısı olamayacağı gibi zarar da vereceği aşikardı. Yazar mailinde, bu tür yaptırımlarla zedelenerek orduya yerleştirilen insanlardan hayır çıkmayacağını anlatıyor, bugün başındaki örtüyü satanın yarın neyi elden çıkaracağının bilinemeyeceğini; bugün ihtiyat için namazı bırakıp içkiye başlayanın yarın hangi ağulu fikirlerle kendini ve çevresini zehirleyeceğinin meçhul olduğunu yazıyordu.

 

Okudukça içi rahatlıyor. Hain değilim diyor. İçine su serpiliyordu. Maili okuyup bitirdiğinde büyük bir azaptan azade olmuştu. 

 

O Risale-Nur talebesi ile yaptığı yazışmayı kimseye söylemedi.  Bu arada, haber çabuk ayılmış, evlerdeki arkadaşlarının ve Ev Ablaları'nın ona bakışları değişmişti.  O kınayan bakışlar ve tavırlara yenik düşecek gibi hissettiği an telefonunu açıp, Nur Talebesi'nin gönderdiği maili okuyordu.

 

                                                                         * * * * *

 

Bundan sonrasını onun dilinden devam edelim.

 

''Hayatımda yeni bir dönem başlamıştı. Hizmet Hareketi'nden ayrılmaya karar verdim. Bu haber de çabuk yayıldı ve hatta İstanbul'daki Ablalar'la sınırlı kalmadı, dershaneden hocam ve Rehber Ablam da beni arayarak ağızlarına geleni söylediler. Hepsi de onları nasıl büyük bir hayal kırıklığına uğrattığımdan dem vurup duruyorlardı.  Aklını başına devşirmeliydim. Sürekli, bir daha düşünmemi söylüyorlardı.  Oysa ben kararımı vermiştim. Bir daha oraya adımını atmayacaktım."

 

Hikayenin bundan sonrası Cemaat'ten ayrılmasından dolayı ona yaşatılan zorluklar ve kurduğu yeni hayatında yaşadığı iyi tatlı anlardan ibaret.

 

FETÖ Terör Örgütü'nün 15 Temmuz 2016 gecesi gerçekleştirdiği darbe kalkışmasını haber aldığında, eşiyle birlikte hemen sokağa çıkma kararı alıp hazırlanmaya başlamışlar. Cemile bu darbe olayıyla birlikte, gençliğinde onlardan yediği darbe gelmiş hatırına: ''Allah'ım, ucuz kurtulmuşum, az daha beni o subaylardan birinin karısı yapacaklardı.''

 

Tam kapıdan çıkacakken, Cemile bir an durmuş. Eşine, iki rekat şükür namazı kılıp öyle çıkmak istediğini söylemiş. Eşi merakla yüzüne bakmış ve nedenini sormuş. O da hafif tebessüm edip, o da ben de kalsın demiş.

- Advertisment -