Ana SayfaYazarlarEnseleri seküler kanat mı kararttı?

Enseleri seküler kanat mı kararttı?

 

 

Evet, laisist Kemalizmin kendi dışındaki siyasi ideolojilere dünyayı dar ederek ve özellikle de 60 darbesiyle parlamenter demokrasiye nasıl hasarlar verdiğine kuşku yok.  Ama o akıntının sakarlıklarından tamamen azade kalamadığı anlaşılan Çetin Altan gibi karakterleri o anti-demokrat cephenin ön safına koymakta da pek aceleci olmamak lazım. Onun için de şablonlardan uzak durup, ulus-devletin hegemonik ideolojisinin hangi bileşenlerle kurulduğuna duyarlı kalınmalı. Batıcı bir sekülerizmin payı ihmal edilemeyecek büyüklükte ama; üç çeyrek asrın birbirinden epeyce farklı gözüken siyasi iktidarlarına soluk almadan damga vurmayı sürdürmüş asıl ideolojik harcın ve siyasi  kadro devşirme kaynağının da Türk-İslam sentezi olduğunu unutturmamalı bu gerçek. 60’larda Erbakan’ın MSP’siyle kalıcı bir siyasi çizgiye dönüşen siyasal-İslam’ın güçlendiği iddiasını yabana etmamak kaydıyla 12 Eylül dahil, ama özellikle 28 Şubat; 60 darbesi-ardcısı müdahalelerde aldığı hasarların prizmasında bu çizgi ezikliğin ve mağduriyetin temsilcisi gibi algılanmaya başlanıp Türk-İslam sentezinin belirleyiciliğini de gölgelemiş oldu.

 

O zaman bir daha bakalım. Cumhuriyetin kurucu kadrolarının ulus ve ulus-devlet inşasına koyulduklarında bağlayıcı temel harç olarak ulusçuluğa demek ki, Türkçülüğe başvurmalarında bir sürpriz yok, işin tabiatı bunu gerektirmiş. Ama hemen ertesinde anlaşılıyor ki, bu harç malzemesinin önemli bir rakibi var: o da İslamcılık. Hatta onun önemli bir avantajı da var. Çünkü Türkçülük, Hristiyan ve Yahudi azınlıklar berteraf edildikten sonra geride kalan nüfusun ancak bir kısmının etnik aidiyetine seslenebilirken; İslamcılık, öteki kısım Kürtler’i de içerme kapasitesine sahip.

 

Dini siyasete alet etmek gibi bir demagojiyi bir kenara bırakırsak; İnsan, aklını, duyularını,  tutkularını, arzularını siyasete alet etmişken inancını niye etmesin? Hem zaten siyaset, birarada yaşadığımız sosyal/kamusal hayatın idaresi değil mi? Neden “alet” gibi bir kavramın gölgesinde şüpheli bir vurguyla anılsın?..

 

Cumhuriyetin kuruluşuna dönersek; daha en başından üç çeyrek asırdır yaşamımıza yön verecek o tarihi karar verilmiş.  Bu iki ideolojik harç malzemesi birbiriyle yarıştırılıp riske girileceğine neden biraraya getirilip daha güçlü bir devlet ideolojisi yapılmasın?..

 

Bu kimyanın tuttuğunun en görünür işaretlerinden biri Arap halklarına karşı duyulan istikrarlı ayrımcı öfkedir. Türkiye’de en azından aydınlar daha en başından Ermeni ve Yahudi ayrımcılığına mesafeli durmuşlar. Burjuvalaşmaya, demek ki kentliliğe yatkınlıkları, zanaatkar maharetle donanmışlıkları; onları en azından aydınların gözünde prestijli kılmış. Ama iş Araplara gelince, görgüsüzlükten başka özellik kalmamış onların bile akıllarında. Mesela güzel bir Boğaz arazisinin Araplara satılması, herhangi bir yabancıdan daha keskin pejoratif vurgu taşır. Buradaki temel mesele, İslam’ı sahiplenme konusunda girilecek muhtemel rekabette Arapların avantajı olmuş. Peygamber dahil İslam’ın öncülerinin Arap olmasının onları mesela İran ya da Endonezya gibi İslam nüfus ağırlıklı ülkelerden daha avantajlı kılacağı vehmedildiği için bütün diğer ayrımcılıklardan daha  yaygın ve kalıcı bir nefret objesi haline getirilmişler.

 

Bitmedi, bir de Batı konusu var. Bir kere Roma İmparatorluğunun bölünmesi zamanlarından kalma alışkanlıkla yön üzerinden adlandırmayı sürdürdüğümüz medeniyet; -kim olursak olalım- içinde bizim de yuvalandığımız Akdeniz kültür havzasından başka şey değil.

 

Batı’nın veya Akdeniz’in dünyaya egemenliği de siyasi/ekonomik/kültürel hegemonya ile sınırlı değil. Bilimsel/sanatsal sıçramaları falan hızlı geçelim, Ortaçağın o  ilkel koşullarında dünyanın haritasını neredeyse hala bildiğimiz ayrıntıda çıkarmak, mikroskop kadar teleskopa da uygulayacak denli güçlü bir cam işçiliği kadar gelişmiş ölçme ve hesaplama teknikleri eşliğinde gerçekleşmiş olsa da başlıbaşına hayret uyandırıcı bir olaydır.

Aynı kotta ve yanyana olmayan mekanların ölçülerini denkleştirip orta karar bir binanın rölevesini tamamlamanın bile zahmetine aşina mimarlar ne dediğimi iyi anlayacaktır.

 

Ne olursa olsun sözün özü; Hayat bizi en azılıları İşid’e bile razı, çığırtkanlığa teşne,  küçük bir gruba dünyamızda yer açmak uğruna Bach’ın sentezinden, Hegel’in diyalektiğinden; Copernicus, Darwin, Freud gibi epistemolojik buz kırıcıların açtığı ufuklardan, Shakespeare, Goethe, Dostoyevski gibi edebiyatçılardan Annales ve Frankfurt okullarının öğretilerinden, Floransa’dan,Venedik’ten, Ayasofya’dan, Edirne/2.Beyazıt,  İstanbul/Sokollu külliyelerinden, adaların viskisiyle Rusya’nın havyarından, Güney’in şarabı ve zeytinyağından okyanusun iki yakasına yerleşmiş Cambridge gibi üniversite yerleşmelerinin parıltısından mahrum bırakmasın. Şarkiyatçılık  kitabıyla Edward Said’in de o aralıkların ürünü olduğunu hatırlatmak dahi fuzuli.

Ancak bütün bunları üretmiş olmanın sık sık  dozu kaçmış şekilde gözümüze batırılmasına da katlanmak zorunda değiliz tabii.

 

Yeter ki o kibri ikide bir karikatür krizi şeklinde tecelli eden kavruk ve aşağıdan alan bir alınganlıkla değil, şu kurmaca ve sonraki gerçek hikayedeki gibi kibire de yukarıdan bakıp küçümseyen manevralarla karşılayabilelim.

 

Önce fıkramsı kurgu: Cumhuriyetin ilk yıllarında senfoni orkestrası Sivas’ta konser verir, sonraki röportajda bir dinleyicinin yanıtı (neden Sivas? Fikrim yok.); “Sivas, Sivas olalı böyle zulüm görmedi!..”

 

Sonra gerçek: Bu kez sorunun muhattabı sıradan biri değil, Mahatma Gandhi’dir. ”Batı medeniyeti hakkındaki düşünceniz?” Yanıt: ”İyi bir fikir olabilirmiş.”  Vazgeçtik dünyanın gerisinden, Bir Akdenizli olarak bile yüreği yağ bağlamayacak var mıdır?

 

O kadar kolay da değil başa çıkmak tabii ki, ne kadar akıllı olsa da hazırcevaplıkla hallolacak cinsten değil. Mesele reel politikanın, partilerin kendi terimleriyle dile gelmiş kimlikleriyle, gündelik manevralarının dünyasında kaybolup; CHP-DP-AP-MC-Darbeler-ANAP-AKP iktidarları arasında fark bırakmayıp hepsini dize getirerek devletin bekaasını garantilemiş, siyasi/ideolojik harç Türk-İslam sentezi kadar, birer demokrat aydın olarak varlığımızı mümkün kılan katmanlı Akdeniz ve evrensel miras perspektiflerini de gözden kaybetmemek. Reel siyasetin günlük girdabına yorum yetiştirme çabasının yorgunluğu, bizim sitede de gözüme batıyor… Türkiye siyasetini bizim siteden izleyen biri pekala Demirtaş’ı, hergün şubeleri bombalanıp üyeleri tutuklanan bir partinin lideri değil, başbakanlık koltuğunu işgal edecek belirleyicilikteki bir siyasetçi, Carl Schmitt’in terimleriyle konuşursak, PKK’yi de  silah taşıyıp kullanma meşruiyetinin ayrıcalığını kullanan Türkiye’nin en büyük silahlı gücü devletin ordusu ile polisinin kod adı zannedebilir.

 

Yoksa nice karotlar eskitmiş o malum betondan sentezin Çetin Altan misali nicelerimiz[i]e demokrasi göstermeden uğurlayacağını kestirmenin zor olmadığı günleri yaşamayı sürdürüp gittiğimize itirazı olan hala kalmış mıdır? diye sormayacağım bile…

 

- Advertisment -