Ana SayfaYazarlar“Genç mimarlar…”

“Genç mimarlar…”

 

Hayır,.. “rahatsız” diye değil, “tedirgin” diye sürdürecektim. Ama nüans da bundan ibaret. Tehdit etmek değil, şerh düşmek istiyorum.  

Sadullah PaşaYalısı, A&A Nadir

 

Baştan söyleyeyim, hali-vakti-gücü yerinde birinin kıymetli bir binaya sahip çıkmak anlamına gelecek şekilde orada yaşamasından yanayım. Çünkü binalar kullanıldıkları için değil, kullanılmadıkları için eskir… Harabe, enkaz halindeki tüm bina ve kentler tanığı ve örneğidir bunun. Konumuz Amcazâde Yalısı ile daha doğrudan ilintili  örnek  Çengelköy’deki Tek-Esin vakfı mülkü Sadullah Paşa Yalısı’dır. Ayşegül & Asil Nadir, yıllarca eşleri-dostlarıyla hayatlarını orada sürüp keyfini çıkarırken yalıyı da ayakta tuttular. Buna itiraz ancak kıskançlık veya hasetin ifadesi  olabilir. Ahmet Ağaoğlu da İstanbul sosyetesinin önde gelen simalarından. Benzer bir hayatı kendi kadar Türkiye sivil mimarlık hafızasının kült objesi Amcazâde Yalısı’na da yaşatabilir. Ahmet Ağaoğlu’nun yalıyla olan ilişkisi hakkında inşaat tabelasında adını görmekten öte bilgim yok… Gayrımenkulün sahibi adına müteahhit olarak mı orada yoksa bizzat sahibi mi? Sahibiyse özel hayatına tahsis edebileceği gibi başka  amaçlarla da kullanabilir. Ötesini ben de bilmiyorum.

 

 

O zaman endişenin kaynağı ne? İlginç şekilde önce Ağaoğlu’nun inşaatçı olmasıyla ilgili. Yaptığı onca işte mimarlık kültüründen ve kıymetinden haberdar bir profil çizmedi. Hatta bir tv reklamı sahnesinde mimarlığı zenginlik hayaliyle karıştırıp mimara öğretmeye kalkmak gibi çamlar da devirmişti. Sorun değil, iyi eğitilmediğinden veya sindiremediğinden o kültüre hakkıyla vâkıf olmadan işini sürdürmek de olmayacak şey değil. Ama özellikle de sektörün güçlü aktörlerinin bu işin zararına da çalışabilecek kadar güçleri olabiliyor. Tıpkı bir medya patronunun herhangi bir kişiye göre dilde daha derin yaralar açabildiği gibi…

 

Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı

 

Endişe kaynağı ikinci konu özneyle değil nesneyle, Amcazâde Yalısı'yla ilgili. Türkiye sivil mimarlık hafızasının kült nesnesi binayı çepeçevre saran kare pencere dizisinin, Le Corbusier’in malum bant penceresinin, ilhamı olduğu gibi yorumlar da yok değil.

 

 

 

Ama Amcazâde’yi efsaneleştirip geleneğin sıfır noktasına dönüştürecek kişi Le Corbusier değil, Sedad Hakkı Eldem olacaktır. Sadece yayınladığı kitapla değil, Maçka Taşlık’da 30’larda yapacağı kahveyi Maçka vadisini tutan yüksek istinat duvarı üstüne yalının betonla yapılmış kopyasını koyarak da yeniden-üretip efsaneleştirmiştir yalının mimarisini.  

 

 

Kuşkusuz yalının Le Corbusier Sedad Eldem gibi modern mimarları etkileyen başlıca özelliği yalınlığıydı. Dil de öyle değil midir? Başka formlarla uzun uzadıya anlatılacak olanı bir çırpıda söyleyivermesiyle çarpmaz mı şiir de hepimizi?

 

Ama önce şu taklit işini halledelim. Betonla taklidin aynı şey olmayacağını bilmeyecek kadar saf mıydı Eldem? Tabii ki hayır. Röleve alıp çizmeyi binayla empati kurma deneyimine dönüştürüp kuşaklar boyu lideri kalacağı İDGSA mimarlık okulundaki kürsüsünü “Röleve Kürsüsü” diye adlandırmakla kalmayıp  Boğaz’ın iki yakasının sahil bantlarının zincirleme rölevelerini alıp yayınlamış tutkulu bir akademisyen mimar olarak herhalde bunu bilecek ilk kişiydi. Başka ölçekte ve yerde yaparak empati deneyimini derinleştirmek istemiş olabilir. 

 

 

Sadeliğe gelince: masif yığma mimarinin sıvalı veya çıplak taş ve  tuğla malzemelerinin aksine, ahşap beton öncesinin konstrüktif inşaat malzemesiydi. Yani duvar mimarisinin alternatifiydi ve konstrüktif yapısı taşmalarla nihayetlenen kabuk formları oluşturuyordu. 

 

Nitekim Sedad Eldem  yıllar sonra 60’larda Zeyrek’de yapacağı vasat ofis programlı SSK binasını da bu kez doğrudan taklit olmadan bu inşaat sisteminin ilhamıyla şekillendirecekti.  İşte Amcazâde bu taşmalarla kurulu parçalı prizmalar mimarisinin olabilecek en yalın tiplerindendi. Herşeyden önce eklemli bir kompozisyon yerine sadece bir tek çıkması vardı. O çıkma da T şeklinde birbirine açılan 4 kareden birini oluşturuyordu, yani içeriden bol köşeli bir cepler zinciri değil, tekrarlayan modüllerden birinin herhangi sokağa da değil, sokakların en seramoniyeli Boğaz’a doğru taşması sözkonusuydu. İri, modüler pencerelerle ve binayı kutu gibi kapatan panjurlarla sarılmıştı o kadar. Herşey bundan ibaretti.  

 

Şiirin edebiyatın en zorlusu olması gibi, yalın, mimarinin de zorlusudur. Üstelik de restorasyon mimarlığın en zor ve zahmetli işidir. Öncelikle tamirat olduğu için. Dikiş dikilen evde büyüdüm, bilirim. Yırtık bir kumaşı iz bırakmadan örmek, o kumaşla giysi dikmekten zordur. Restorasyon da öyle… Şekli ve malzemeyi aynı tutmak sakaletten kaçmaya yetmez. Hâle uçup gidiverir. Ara ki bulasın. 

 

 

 

Ama imkânsız da değil, yeter ki ehline düşsün. Sadullah Paşa Yalısı demiştik. Yalı, bildiğim Tek-Esin Vakfı’nın; Nadir’ler kullanmış. Vakıf olabilecek en isabetli mimarlardan Turgut Cansever’e emanet etmiş yalıyı. Sonuç; restorasyonun tüm yapısal manialarının aşılabileceğinin kanıtı. Umarım Alman modernleşmesinin sıfır noktası Weimar’daki Goethe’nin yaz-evinin buradaki karşılığı Amcazâde’nin de, projesi, inşaatı ve sonrasıyla bahtı açık olup hafızamızın bastırılmış nesneleri yerine tazelenmişleri arasına katılır. 

 

- Advertisment -