Ana SayfaYazarlarÖzgürlük, adalet, haz

Özgürlük, adalet, haz

 

 

Sosyalizmin siyaseti de özgürleştirecek bir dünya tasavvuru olduğunun alenen telaffuz edilişine epeydir sadece bir kez tanık oldum: ÖDP eşbaşkanı Alper Taş seçim ertesi bir TV programında “Siz somut olarak toplumu nasıl yönetmeye talipsiniz?” sorusunu mealen, “Biz yönetmeye talip değiliz! Gelin kendimizi birlikte yönetelim çağrısında bulunuyoruz.” diye yanıtlamıştı.

 

1-Sanayi toplumu ve eleştirisi: ütopyacı bir estet  

 

1989’da Berlin duvarıyla birlikte bürokratik parti devletleriyle birlikte, esas olarak onların epeydir temsil etmeye zaten niyetli olmadıkları ikiyüz yıllık özgürleşme idealleri yıkılmıştı.  

 

 

Fransız devrimi ertesinde devrimin gerçekleşmemiş hayallerinin peşindeki eğilimlerden 20.yüzyıla miras diye Sovyet devriminin gücüyle sadece Marksizm taşınmıştı. Oysa 19.yüzyılda, başta anarşizm, o Fransız devrimini yeni sanayi toplumu koşullarında sürdürüp tamamlamayı hedefleyen Marksizme paralel başka hareketler de vardı.

19.yüzyıl başkentinin kontrolunu 1871’de birkaç aylığına elinde tutmuş ilk sosyalist devrim Paris komünü, bütün bu hareketlerin koalisyonunun ürünüydü.

Komüne de katılmış İngiliz sosyalisti Londralı William Morris herşeyden önce sanayi karşıtı bir estetti. Tıpkı Marx gibi o da üretim devrimi modern sanayinin insanları önceden planlanmış rijit bir üretim senaryosuna tâbi kılıp kas gücüne indirgeyerek; iş sürecinde insani becerilerinin gelişip tecrübeye dönüşümüne engel olmakla insanlıktan uzaklaştırdığı iddiasındaydı. Marx’tan farklı olarak ortaçağın usta-kalfa-çırak zanaat örgütlenmesinin, insanların iş yaparken birbirinden beceri devşirme süreci olduğuna dikkat çekiyordu. Edinilen beceri, içselleştirilip bağımsız ve bireysel olarak da kullanılabileceğinden işgücünü o işyeri ve insanlardan özgürleştiriyordu.  Morris o nedenle, zihin işi olarak statüsü yükselip sanat olmuş sektörleriyle birlikte zanaatın sanayi toplumunda yaşamaya devam etmesini savunuyor ve John Ruskin’in izinde ideoloğu olacağı hareketi Arts and Crafts [Sanatlar ve Zanaatlar] olarak adlandırıyordu.    

 

Binası ve standlarıyla 1851 Londra/Hyde Park’ta ilk Dünya Fuarı

1851’de endüstri devrimi ertesinin tüm emtiasının toplandığı Hyde Park’daki Dünya Sanayi Fuarı’nda yeni kuracağı eve alacak bir tek şey bile bulamamanın karamsarlığı Morris’in fikirlerini iyice pekiştirmişti. Bırakalım mobilya gibi uzun vadeli tüketimi, Hyde-Park büyüklüğünde tıka-basa dolu bir tür geçici/süreli avm’den almaya değer endüstri devrimi motoru tekstil sektörü mamulü bir kumaş parçası veya basit bir mutfak malzemesi bile bulamamıştı.  

Sanayi insanları köleleştirmenin yanı sıra, eşyaları da zevksizleştiriyordu. Ele gelir yeni bir sanayi estetiği iddiası türemediği gibi ortaçağın zorlama soylu yaşam estetiği hem de dejenere edilmiş şekilleriyle yeniden-üretiliyordu.

 

Barok devir mobilyaları

Ruskin ve Morris ise fikri yatırımlarını ortaçağın izi sürülmeye değer birikiminin zanaat kültüründe saklı olduğu iddiasıyla sanat ve zanaat geleneğine yapıyorlardı. Arts&Crafts, zaten Morris’in dükkanının adıydı ve tabii ki ütopyasının asıl muhattabı olan kıt-kanaat yaşayan emekçilerin değil, hali-vakti yerinde zevkli burjuvanın ulaşabileceği seçkin bir nişi olmuştu mobilya piyasasının.   

 

Antikacı jargonunda rustik diye sınıflanmış, Shaker mobilya  

Morris, dini inançtan bir beklentisi olmaksızın, mobilyacılıkla geçinen İngiliz tarikatı Shaker’in formlarını, sanayi üretimi ve toplumuna en uygun sadelikte tarz olarak benimsemişti.    

 

Arts&Crafts evleri Londra’da Morris’in kendi evi Red House ve Los Angeles’te Green kardeşlerce tasarlanmış Gamble house

Zanaattan sanata geçiş eşiğinde Rönesans yalınlığı: Floransa/Brunelleschi; Öksüzler Yurdu avluları

1.1-Bir Kitap                                       

                               

Morris tasarımcılığının yanı sıra angaje bir siyasi aktivist olarak, hayal ettiği toplum modelini birkaç yüzyıl önce More’un yaptığı gibi sadece iyi tasarlanmış bir sistem olarak değil, ardındaki çağının sosyalist fikirlerinden damıtılmış holistik ve tutarlı bir toplumsal işleyiş senaryosuyla birlikte, ama ancak edebi anlatıyla sunulmaya elverişli, bireyden, topluma sindirilmiş bir yaşam biçimi olarak sundu.

Bu niteliğiyle hayalinin ayrıntılı şekilde tasvir edildiği “Hiçbir Yerden Haberler” kitabı böylelikle de bir ifade ve metin dehası Komunist Manifesto da dahil okuması en zevkli, akıcı sosyal/siyasal hayal özelliği taşıyor.

Kitap özetle Londralı bir anarşistin gördüğü rüyanın teferruatlı anlatısıdır: Rüyasında, zamanı tam verilmese de yaklaşık 150 yıl sonra (yani yaklaşık 20-21. Yüzyıl dönümü: şimdiki zamanlar) İngiltere’sinde devrim olup-bitmiş özgürleşilmiş bir Londra’da buluyor kendini ki, bu ilk devrimi İngiltere’den bekleyen Marx’ın vizyonuyla da en azından çelişmeyen bir senaryo. British Museum uzmanı bir bilge aradaki 100-150 yılı yakın tarih niyetine devrimin yumuşak/tedrici geçiş hikayesiyle de birlikte o geleceğin Londra’sını gezdirip gözlemleterek kurulmuş düzenin yapısını anlatıyor. Fakirlik, eşitsizlik, iktidar, hegemonya, zorunlu emek kalmamış; varlık, güzellik ve hazda buluşulmuş; uyum içinde yaşanıp gidiliyor. Otel bile yok. Kitabın kahramanı gibi dışarıdan gelen konuklar kentin misafir odası niteliğinde binalarında kalıyor. Formalitesiz, kayıt-kuyutsuz, parasız-pulsuz bir dünya. Ne bio-iktidar ne mülkiyet. Marksist terminolojiyle kullanım değerleri üzerine kurulu bir dünya.   

Rüya niyetine anlatılarak gerçekçilik problemi ayak bağı olmaktan çıkarılıp akıllıca berteraf edilmiş. Rousseaucu bir doğalcılıkla hayatın zorla[n]madan adeta kendiliğinden, hegemonyalar, eşitsizlikler üremeden akıp gitmesi söz konusu.  Benim gözüme, aklıma takılan tarafı Bülent Somay gibi science fiction [bilim kurgu] yazının öncelikli sorunsallarından teknolojik gelişmenin de umursanmaması değil, mülkiyetin kalkmasıyla gender vb. cinsiyet problemleri dahil herşeyin otomatik olarak, haz ve  özgürlük rayına gireceği varsayımı… Ne de olsa Freud öncesi entelektüel birikim psişik problemleri konu etmeye bile yetmeyince muhtemel insani sorunlar bir argüman ve üç-beş sayfayla halledilip kaldırılmış rafa. Kahramana yeni toplumun temsilcisi olarak Londra’yı gezdirip hikayeyi anlatan bilge için formel hukuk da tıpkı örgütlü kurumsal siyaset gibi işlerin doğal akışla çözülmediğinin ifşası, teslimiyet anlamına geliyor ve özgürleşme yolunda baştan yenilgiyi kabul demek olan fazladan bir sosyal yük. Tarım da doğanın potansiyelini ortaya çıkarmaktan haz duyanların gönüllü ve dönüşümlü yaptığı işe dönüşünce, köylülerin tarım devriminden beri toplum adına üstlendiği toprağı yeniden-üretime hazır tutma misyonu, eşitsizlik kaynağı bir angarya olmaktan çıkıp sınıfıyla birlikte ortadan kalkmış.  

Her yer, doğayı tamamen tahrif ve berteraf edip ortadan kaldırmadan bünyesine katmış, sosyal yaşam adabıyla kolkola işlemesi sürekliliğinin teminatı olan bir estetik formasyonla yeniden-üretilen kent olmuş. İnsanlar huzurlu, zevkli ve çevrelerine dikkatli, zorla[n]madan, özen gösterip, görerek yaşayıp gidiyor…

 

1.2-Bir Ev                                                               

 

Morris’in kitabında maddi tasvirlerden ziyade değer yargılarıyla söylenip geçilen mimari ütopyası baroktan beri gelip 19.yüzyıl kent mimarlığında sürdürülen özenti (bir şeye benzemeye çalışan) stilistik biçimlerden uzak sade yapım tekniği ve malzemeleriyle inşa edilip benzeri eşya ve peyzaj ögeleriyle donatılmış bir yaşam çevresiydi ki bunun somut örneğini rüyasını görüp resmini çizdikten sonra kendisini bularak döşeyip yaşadığı Kelmscott’daki çiftlik evinde buluyoruz. Kitapta çizimi olan ev de zaten odur. Konforu yapının ve eşyanın doğasına sinmiş yaşam ve yapım kültürünün uyumunda arayan stilistik fazla ve süslerden arınmış bir estetik tutumdur bu.

 

 

Kelmscott Manor House  

Bütün bu senaryoda gözüme batan bir sürçme de insanların sade güzel değil, genç de gözükmeleri. Gençlik iksiri muamma kalsa da; haydi çirkinliğin zihniyet yapılarıyla yeniden üretilse bile sonuçta bünyeye ilişkin doğallıkla kaçınılmaz alakasını da geçelim ama Morris gibi birisi nasıl olur da zamanın, yaşanmışlığın canlılar üzerinde bıraktığı iz olarak yaşlanmayı, mülkiyet ,iktidar, hegemonya gibi sosyal eşitsizlik kaynaklarıyla birlikte yok olup silinecek bir fenomen olarak görüp, o yaşama has yaşam tecrübelerinin estetik ifadesi de oluşunu ıskalar? Haydi kendi adına çelişkiyi göze aldı diyelim, ama güzelliği gençliğe maleden yargısının 19. Yüzyıl zihniyetinden özene bezene koruduğu sosyal ütopyasına sızmakla kalmayıp eşitsizliğin çeşitli veçhelerinin kaynağı da olacağını nasıl düşünemez? Günümüzün genç gözükmeyi sektörlere dönüştürmüş gelişmeleriyle Morris’in hassasiyetler dünyası nasıl birarada durabilirdi?  Eşyanın, binanın, kentin eskimişinin kıymetini ve ömrünü uzatmanın yol-yordamını hala kendisinden öğrendiğimiz bir bilge, sıra insana gelince nasıl böyle körleşip sözü yüz-küsur yıl sonralara ve bize bırakır?  

 

  

1.3-Ütopik bir zincir                  

 

Bu arada Morris’in Hiçbiryerinin İngiltere’de gönüllü dükkan zinciri olarak angaje bir sivil harekete dönüşmüş şekliyle halen sürdüğüne de değinmiş olayım.   

 

 

2-Sanayi öncesi aydınlanma eleştirisi ve aykırı bir yazar

 

Morris’ten bir devir ve yaklaşık yüz yıl öncesi ortamında yetişmiş edebiyatçı düşünür Alman Heinrich Kleist da esas itibariyle vicdanın eşliğindeki adalet arayışında bir düşünür olarak amansız bir hukuk eleştirmeniydi: Ortaçağdan modern çağlara geçişin eşiği Barok zamanların özne-nesne, ruh-beden, duygu-düşünce ayrımlarının doğuracağı problemleri erkenden görüp edebi kurgularına katık etmiş aykırı bir aydınlanmacısıydı devrinin. Kleist’ın Morris gibi insanlığı adalete kavuşturacak bir sosyal senaryosu yok. Adalet insanların muhayyilelerinde olup sosyal yaşamda eksik olan bir mevhum. Aranıp bulunamayan bir ideal.

 

Brüksel Adliye Sarayı

Tipik bir Amerikan duruşma sahnesi

“Kırık testi”den bir mahkeme sahnesi

Hukukun şimdiki gibi kurumlaşıp ofisi, arşivi, duruşma salonuyla bu işe tahsis edilmiş adliye binalarında tecelli etmediği; bir biçimde yetkili kılınmış yargıcın/kadının ikametgâhının kullanıldığı zamanlarda gerçekleşen karmaşık vakaların ortak yanları adil ve ahlaki değerlerle kavranıp başa çıkılmazlıklarıydı. Brecht dahil değme epik kurmacaya taş çıkartacak “Kırık testi” oyunu alelade bir testinin kırılmasının bütün köyü saçmalığıyla meşgul edip kırılgan dengeleri altüst ederken başka geçiştirilmiş saçmalıkları da ifşa olmaya zorlayıp nice sırları döküp-saçışını sergiliyor… Munis, empatik, adil at tüccarı Kohlhaas’ın hikayesinde, feodal zorbanın haksızlığına karşı ne hukuk ne siyaset mercilerinde bir sosyal sığınak bulamayıp Dexter’vari bir seri katile dönüşmesine tanık oluyoruz.

Boşuna değil Kafka’nın Kleist’a hayranlığı; kendininkilerden bile daha başa çıkılmaz kasvetli, derin karamsarlık mahsulü, adaleti semtine uğratmayacak senaryolarlar bunlar.

Hollywood’a iyi soylu ortaçağ dramı senaryosu olmaya yatkın uzun hikaye “Düello”, ifşa edilmeden anlatılamayacak aşikârlıkta bir vakanın bile hukukla din arasında gidip gelirken ahlaka nefes aldırtmayan bir komploya dönüşüp kan çıkmadan çözülemeyişinin çok yönlü açmazının hikayesi.

 

 

Kleist’da hazza ilişkin bedensel deneyim estetikle daha az ilişkili, mucizevi ve ayinseldir. “Cecilia ya da müziğin gücü (bir efsane)” hikayesinde Protestanlığı seçip buluştukları Aachen’da kentlileri de uyarmak için bir ayini provoke etmeyi seçen 4 kardeş, o ayinin müziğiyle geri dönülmez şekilde kendilerinden geçerek adım adım uzatılmış trajik sonlarına yol alırlar.

 

3-Bir 20. Yüzyıl Ütopisti                       

 

Morris de Kleist da bir bakıma Karl Popper’in 20. Yüzyıldaki açık toplum düşünün birer yüzyıl arayla erken habercileriydi. Farkları, toplumsal seyrin oluşlara açıklığıyla yetinmeyip, Morris’in hazla bezenmiş özgürlüğe, Kleist’ın vicdanın teminatındaki  adalete doğru seyretmesini özlemeleriydi. Kleist’ın kurmacalarının hep mahkeme sahnesi olması da toplumun adaleti hep elden kaçırmaya mahkum kaygan ve ikircikli ilişkiler örgüsünün çeşitli veçhelerinin sergilenmesiyle ilgilidir. Kurumsallaşmamış şekliyle derme-çatma yerlerde aranan adalet bir yandan da vicdanın kurumsal anayurdu dinle rekabet içinde kendine yer açma sürecindedir.

Popper’in ütopyası yüzyılına damga vuracak ağırlıkla  sosyalliklerin kaynağı olamamışsa da kitle iletişimini söz (anlatı ve fikir) ve sesi (müzik) değişim değerini berteraf edip kalite ve birikimi kullanım değeri olarak benimsemiş dayanışmacı bir modelle ve oluşlara açıklık ilkesiyle varlığını sürdüren Açık Radyo gibi oluşumlara ismine kadar verdiği ilhamla etkili olmuştur .  

 

A.Gaudi, Casa Battlo, Bacalar

4-Peki ya biz?                                     

 

Aydınlanmaya buralardan karşılık aramak boşuna. O dönem pas geçilmiş bir kere; ama endüstri toplumuna estetik reaksiyonun karşılığı var: Sosyalist değildi ama hakikati dini/ruhani/idealist motiflerle Morris ve Ruskin’e yakın yerlerde arayan rahmetli Turgut Cansever vardı.   

 

Bodrum Demir evleri

Açıkhava Müzesi Karatepe saçakları

 

 

 

 

- Advertisment -