Taziye

 

 

Başta hiç öyle bir niyetim yokken zamanla taziye içerikli yazıları rutinleştirmiş buldum kendimi. 2017’yi John Berger’le açmışım, Sam Shepard, Bülent Uluer ve Şerif Mardin bu yazın kayıpları. Hepsi popüler kültür simaları değilse de 20. yüzyılın en baskın taraflarından populer kültür, herkesi popülerleştirebilmiş.

Önce kağıda basılı yayın, sonra TV, şimdi de sosyal medya zihnimizi doldurup meşgul etmekte o kadar baskın ki, Andy Warhol’un  kehaneti, neredeyse geçerli oldu bile. Ama benim taziye yazılarımda sosyal medya marifetiyle yıldızı parlamışlar değil, çoğu zaten bir biçimde aşina olunanların yeniden sahneye çıkması veya ilgilenilen bir sahnenin hemen arkasındakiler söz konu oluyor. O kadar ki hep başsayfalar işgal etmiş politikacılarla, spor sayfaları doldurmuş sporcular, kültür sayfalarının sanatçıları birden hiç olmadığı kadar herkesin konusu oluveriyor. Fidel Castro’nun, Bülent Ecevit’in, Leonard Cohen’in, Johan Cruyff ile Muhammed Ali’nin hatırlanmaları için dünyayı terketmeleri gerekmiyordu. Sam Sheperd, Bülent Uluer hatta John Berger’le farkları da orada zaten. İkincileri Hollywood aktörü de olsa onunla ilgilenmişler ve/ya işin içindekiler biliyordu. Köpek insanı ısırsa haber olmaz, insan köpeği ısırınca olur misali tuhaf şeyler yaparak gündeme gelenler de zaten Guinness’in işi… İlginç olan zaten tanıdıklarımızın kayıpları vs. nedenlerle konu olunca toplumla tanışıklıklarının tazelenip yenilenmesi.

Benim Tarık Akan’dan Keith Emerson’a, Atilla Aksoy ve Nihat Tuna’ya taziye yazılarım da bunun dışında değil. Şahsi veya popülerce farklı derecelerde ilgi alanıma, yaşamıma değmiş olmalarının ilgisiyle bir tarafından sırtladıkları geçen yüzyılı tanığı olmamışlara anlatmanın vesilesi yapıyorum. Turgay Şeren’le yüzyılın sporu futbolda hareket kurallarından antrenörüne ve kıyafetine diğer oyunculardan ayrı bir formasyon gerektirirek ayrışan yalnız mevki kaleciliği, Nihat Tuna’yla İletişim üzerinden Türkiye’de 80’ler ertesinde alternatif yayıncılığın total yayıncılık kapasitesini de geliştirişini, Sam Shepard üzerinden New York-Londra eksenli bağımsız/alternatif tiyatronun Hollywood’un da has oyuncu kaynağı oluşunu, Atilla Aksoy’la sanılandan çok daha kısa zaman önce bu derece içli-dışlı olmaya başladığımız reklamcılığın edebiyattan tasarıma mevcut yaratıcılık kapasitesini kullanmadan işlemeyeceğini; Muhammed Ali’yle kaba gücün vicdan ve zekayla da buluşunca yoksulu, mazlumu hala adeta Spartaküs efsanesinin yaşayanıyla teselli edişini; Bülent Uluer’le siyasi ajitasyonun kayda değer bir hakikati de olabildiğini, Johan Cruyff’la, bugün izlediğimiz koskoca sahayı avuç içi gibi kullanan hareketli oyunun futbolun doğası olmayıp, insanın kapasitesini akılcı kullanma yolunun bulunmasıyla bir noktada keşfedilmiş oluşunu; silinmemiş bir Che Guavera anısıyla yanyana bir Fidel Castro’yla sürdürülmüş tazeliğin sempatisiyle pozisyonu en sarih  siyasi ideolojinin bir insanlık projesi olarak benimsetilerek yeniden-üremesine vesile oluşunu; John Berger’le duyusal zekayla işlemiş entellektüel kapasiteyi konu etme fırsatı yaptım. Yeniden gündem olmasalar, değil ilgilenecek okur bulmak, bu konuları kendi aklıma bile getirip sıraya dizip sorunsallaştıramazdım. Konulara ilginin derecesini okulda birlikte yaşadığım gençlerin tepkileriyle dolaylı yollardan zaten kestirmiş başlıyorum işe…

 

 

Madem öyle bu seferde  vesile aramaksızın o 20. yüzyılın kuşbakışı bir tasvirini yapayım. Bu da geçip gitmekte olan 20.yüzyılın taziyesi niyetine olsun.

 

 

Ama önce tarihçi  Eric Hobsbawm’ın ilhamıyla: Yüzyıllar bir yıl içinde olmadığı kadar birkaç yıl içinde de değişmiyor. Sondan ve baştan ardarda birer çeyrek yüzyıl geçiş süreci gibi işliyor. İlki tortuların tasviyesi, sonraki üzerinde tortu birikecek bir çekim alanı yoğunluğunun oluşmasıyla geçiyor. Demek ki 70/80’lerden beri hala tamamlanmamış bir geçiş serüvenini yaşıyoruz.. Yine de usulen verilmesine alışılmış tarihin Hobsbawm’ın tecrübesiyle elini çabuk tutarak kapağa da çıkardığı Berlin duvarıyla  birlikte Sovyetik bürokratik devletlerin de yıkılış yılı 1991 olacağı anlaşılıyor. Yani yüzyılı bıkkınlıkla eşliğinde yaşadığımız sinir harbi soğuk savaşın en nihayeti.

 

 

20. yüzyılın başında Rus Devrimine paralel Akdeniz’in son üç toprak devleti imparatorluğu, Rus, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan’ın yıkılması ertesinde de Nazilerin çöpe atılmasıyla, ardından da Çin ve Küba devrimleri kadar İran şahının devrilmesi ve Amerika’nın Vietnam bozgunuyla; ve nihayet herşeyden çok fikriyatıyla da birlikte komunizm hayalini kurban etmiş bürokratik devlet sosyalizmlerinin hacimleri kadar, sıkma ayarlarının da ölçüsü kaçırılmış baskı aygıtı cenderelerinde ezilmesiyle tarihi tüm ebedi görünümleriyle de birlikte göçüp gidenlerin değil, kalanların yaptığına tanık olma duygusu tadılmıştı.

 

Arap baharı ertesinde uzatılmış iktidarlarıyla Doğu Akdeniz’in tiranları da eksilenler kervanına katıldı. Küresel dayanışma ve barış vaadli bir umut hayali yeniden nasip olur mu? Yaşayabilen kuşaklar görecek…

 

 

Kurumsallaşmış şer odaklarıyla şahsiyetleri birbirine karıştırmamak lazım. Nitekim ben de zaten şahıslar üzerinden gidiyordum ki o ayıplar varlıklarıyla anılmaya değer kılmıştı eski yüzyılı. Tahir Elçi’yi  de Mustafa Suphi ve Sabahattin Ali’den beri uğursuz bir alışkanlıkla yeniden üreyip kuşaktan kuşağa devredilerek göz göre göre sevdiklerimizden eden siyasi cinayetler zincirinin talihsiz son halkası olarak konu ederken, kaybının ağıtı olmuş Diyarbakır türküsüyle Ahmet Kaya’yı da onun gibi açıkça katledilmese de kahredilerek dünyası daraltılmışlar hatırına da yeniden hatırlamıştık.

18. yüzyılı kapatıp 19.’u açan teknik sıçrama buhar makinası olmuştu. 19.’yu kapatıp 20.’yi açan ise üretimin ve tüketimin elektrifikasyonu yanı sıra ikinci sanayi devrimiyle otomobilden uçağa petrol marifetiyle çalışan içten patlamalı motorlar oldu. 20.’den 21.’ye geçirenin iletişim ve enformasyon kaynaklarını sponsorluk gibi dolaylı yollarla da iyice etkinleştirerek değişim değerine dönüştürürken hafifleştirip demokratikleştiren elektronik devrimi olduğu şimdiden belli. Yarışacağı sektörün de biyo-teknolojiler olacağı…

 

 

İstikrarlı yaşamın teminatı yerleşme teknolojileriyle hareketliliğinin teminatı ulaşım teknolojilerindeki değişim ayrı bir yazının konusu olacak kapsamda olduğundan sonraki yazıya erteleyip geçiyorum.

 

 

19.yüzyıl Akdeniz’inin siyasi coğrafyasını çizip egemenlik ilişkilerini uzunca süreliğine sabitleyen 1814 Viyana kongresinin sağladığı istikrar tam yüz yıl sonra 1914’te ilk Dünya savaşı ilanıyla bozulurken yüzyılların siyaseten  başlangıç bitişleri  kafiyeli olsa da, emperyal hegemonyanın Britanya’dan ABD’ye devri yüzyıl ortasını buldu. Amerika’dan da Çin’e geçeceğinin ekonomik göstergeleri inandırıcıysa da siyasi, askeri kertelerle pekişmemiş bir hegemonya düşünülemeyeceğinden bir realite olarak yaşanıp neye benzeyeceğinin görülmesi için de epeyce var galiba. Hatta bu hegemonya rekabeti konusundaki kehaneti epeyce öteye taşıyıp iyice geri giden Giovanni Arrighi Britanya öncülüğünde yaşanmış global serüvenin Çin’le de yaşanabilirliğini kanıtlamaya çalıştı.

 

 

11 Eylül 2001’in de, şu terör lafının terörü bittikten sonra dahi  tarih yazımında, yorumuna göre değişip sık zikredilecek bir eşik tarih olacağı da artık belli.

 

Küresel nüfus dağılımı   

Küresel ısı 

 Ben şimdilik 2017 ve ertesinin asgari ve mukadder ecel  taziyeleriyle, ötesinin de asgari ısınmayla atlatılmasını dileyip kapatayım.

 

 

 

 

 

 

 

  

- Advertisment -